29 Nisan 2014 Salı

EGEMENLİK VE EGEMENLİK KAYBI;.. Prof. Dr. Mustafa E. ERKAL

EGEMENLİK VE EGEMENLİK KAYBI
Prof. Dr. Mustafa E. ERKAL
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınızı kutlarım. Milli bayramlarda iyi bir durum değerlendirmesi yapabilmeliyiz. Son yıllarda bazı devlet adamı diye ortada dolaşanları gördükçe; Milli Mücadelenin muzaffer komutanı ve Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü daha iyi anlıyor ve takdir ediyoruz. O büyük insan, ABD’de uygulanmakta olan başkanlık sistemini uygun görmemiş ve milletin üstünde hiçbir gücü kabul etmemiştir. Kurtuluş Savaşını da Gazi Meclis TBMM yürütmüştür.
Milli ve dini bayramlarımızı gerektiği gibi anlamak, değerlendirmek ve geçmişten ders almak durumundayız. Milletin egemenliğinin kalbi TBMM’dir. Onun üstünde bir kuvvet yoktur ve egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diyen Atatürk, milletin egemenliğine işaret etmiştir. Amasya Tamimi’nde yer alan “milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır” ifadesi Türk Milletine olan güveni belirtir. Milliyetçilik, milli egemenlik ve yükselen demokrasi yeni Türk Devletinin kilometre taşları olmuştur.
Egemenlik kavramı, hakimiyet sözcüğü ile eş anlamlıdır. Egemenlik; hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün bir gücü ifade eder. Kendisinden daha üstün bir başka gücün varlığını kabul etmemek, egemenliğin özünde vardır. Egemen bir güç kendi yetki alanında herhangi bir üst otoriteye bağlı ve bağımlı olmayan güç demektir. Egemenlik milli bağımsızlıkla sürdürülebilir. Egemenlik içeride ve dışarıda birileriyle paylaşılamaz ve hayali AB üyeliği uğruna devredilemez. Bayrak, devletin dili, eğitim dili, vergi toplama, yargı yetkisi ve ordu besleme egemenliğin işaretleridir. Bugün görüldüğü gibi, egemenliğe ortak aramak demokratikleşme kabul edilemez. TBMM’nin bizzat yürüttüğü Milli Mücadele, Türk Milleti dışında başka millet ve devletler yaratmak için yapılmamış; kimsenin ön izni ile de gerçekleştirilmemiştir. Sosyal yapı bakımından Türkiye Cumhuriyeti bir kavimler ittifakı değildir. Milli Mücadele ve onun tacı olan Cumhuriyet, Türkler ve milli kimlik olarak kendilerini Türk olarak hisseden ve Türk Milletine mensup sayanlarca gerçekleştirilmiştir. O bir sınıf veya zümre hareketi değil, şerefli bir Milli Hareket olarak emperyalizme karşı bir mücadeledir.
Günümüzde ülkemizde milli egemenliği, ona buna paylaştırmaya, milli ve üniter devlet anlayışından uzaklaşmaya demokratikleşme diye bakan, etnik taassup ve ırkçılığa, ufalanmaya bütünleşme olarak anlayan çarpık bir zihniyet vardır. Adem-i merkeziyet örtüsü altında 1923 Türkiyesini tasfiye amacı taşıyan “yeni Türkiye” hayalleri, buna uygun olarak milli kimliği etnisite kapsamında gören, Türkiye’yi Türkiye yapan değer ve ilkeleri dışlayan gayretler vardır. Terörle bir yere varılamaz diyenler, terörle mücadele yerine müzakereyi tercih etmişler, terörle mücadele edenlerle mücadele çelişkisi doğmuştur. Ülkeyi yönetenler paralel devletçikler doğurmuş, egemenlik alanları yaratılmış ve sonra da bundan şikayetçi olunmuştur. Türkiye Cumhuriyetini federalleştirici, eyaletleştirici, başkanlık sistemine götürücü, anayasasını buna göre bozucu çabalar milli egemenlik ile taban tabana zıttır. Milli egemenliğe ters olan bir şey, geniş anlamda milli irade ile uzlaşamaz. Milli irade sadece iktidarları değil, muhalefeti de kapsar. Egemenliği devretmeye kalkarsanız; Güneydoğu’da olduğu gibi önce özerklik, daha sonra da diğer ülke parçalarıyla birleşilerek devlet olmak istenir. Türkçenin ve Milli Kimliğin yıpratılması, Türkçe dışı eğitim, yer adlarında Türkçe dışı yanlışlar egemenlik kaybını doğurur. Böyle bir ortamda Anadolu’dan kovduğunuz işgalci güçlere yeniden davetiye çıkarılmış olur. Milli değer ve kurumlara karşı kumpaslar kurulmasına, itibar ve güç kaybetmelerine sebep olunur. Yabancı istihbarat örgütlerine de serbest alanlar açılır. Açılım adı altında sonu hüsranla bitecek tavizci bakışlar, herkesi Anadolu’dan pay kapmaya itebilir. Bugün Ermenistan ve diasporanın faaliyetlerini arttırması bundan dolayıdır.

İslâm; Kur’an’a göre, gerçekte ne demek?! Yasemin Çin

İslâm; Kur’an’a göre, gerçekte ne demek?!
Yasemin Çin
Tüm dinlerin adıdır İslâm.
            Din konusuna kaynaklık eden ilahi Kitapları (Tevrat-İncil vb.lerini, önceki ilahi kitaplarda bulunan sapmaları Kur’an tarafından düzeltilmiş haliyle) bilmeden “din” konusunda konuşmak, geleneğin, örf-adetlerin, tarihî yanlışlıkların dayatmalarına teslim olmak anlamına gelir ki, bu bizleri doğruya / doğru bilgiye ulaşmaktan alıkoyar.
Önceki ilahi Kitapları ve Kur’an’ı tekellerine alan ve onlardan nemalanan, “Kitapları kendi istekleri doğrultusunda değiştiren haham, rahip vb. din adamlarının” -Tâbir Kur’an’ındır- ülkemizde de imamların, tarikat liderlerinin, mezhep savunucularının, Diyanetin toplumlara dayattıkları, yaşattıkları maalesef “din” zannedilmektedir. İnanç konusu, kişinin bireysel tercihi, özgür seçim alanıdır, böyle olmak zorundadır. 
Kur’an der ki: “Allah isteseydi insanları tek bir toplum yapardı. Ancak uyarıcı elçiler göndererek, herkesi kendi yolunu seçmede serbest bırakmıştır”(Şûra suresi,8.ayet) ve “İster inansınlar, ister inanmasınlar”(Kehf suresi,29.ayet). İşte doğru olan bu gerçek, Kur’an’da ayetlerle ilkeleştirilmiş ve hayata geçirilmesi istenmiştir.
Kur’an; kendi için; “Dileyen herkesin öğütler alacağı Kitap”(Müddessir suresi, 54,55. ayetler) ve “Sadece Araplara değil, tüm insanlığa öğüt içeren bir çağrıdır”(Kalem suresi,52.ayet) demektedir. Yani, Tanrı, Kur’an’da öneri, tavsiye ve uyarılarda bulunmaktadır, emir-yasak tabirleri çok ağırdır ve Kur’an’ın özgürlük anlayışı ile uyuşmamaktadır. 
İnanıp-inanmama gibi en önemli bir konuda bile yarattığı kullarını özgür bırakan Tanrı, diğer yaşam alanlarına ait seçimlerde baskı unsuru içeren hükümlerde bulunabilir mi? İlke çok açıktır. “Dinde; baskı, zorlama yoktur.”(Bakara suresi,256.ayet)
Üstelik bu öylesine serbest bir alandır ki, seçilmiş ve görevlendirilmiş Peygamberlerine bile zorla inandırma, baskı kurma hakkı vermemiştir. Muhammed Peygamber özelinde tüm insanlara seslenir:  “İnsanları inanmaya sen mi zorlayacaksın? (Yunus suresi,99.ayet). Bu ilkeler, laikliğin temelini oluşturmuyor mu?
Tanrı’nın son ilahi Kitabı Kur’an’da, bizzat Allah tarafından adı konulan ve Vahiy yani Kur’an ile ilkeleri tamamlanan (Mâide,3)İslâm; insanı insan yapan ahlaki değerleri, ilkeleri içeren, sadece Yaratıcısına bağlılık içinde, kula kul olma onursuzluğunu reddedip özgür olan, özgür kalan, iyi düşünceler içinde.; Yaratıcısını tanımaya çalışan, paylaşan kullar tarafından, insanlığa faydalı işler yapılması, ilim-bilim üretilmesi, evrenin sırlarının bilimsel çalışmalarla çözülmesi demektir.
Tüm dinlerin adıdır İslâm.
Tüm peygamberler, İslâm'ın ilkelerini anlatmışlardır. Ayıran, farklı isimler adı altında pazarlayan ve bunlardan maddesel kazanç elde eden, özellikle din adamları(?!) ve din tacirleridir. Sorgulanamayan da, Tanrı'nın gerçek dini değil,  kutsallaştırılmış kişilerdir, onların sözleridir(?!). Kur’an, Arapça okutularak içeriğinin öğrenilmesi engellendiği gibi, Peygamber hadisleri, Peygamber sünneti denilerek yeni bir din kurulmuş, sorgusuz-sualsiz insanlara kabul ettirilmiştir. Hâlbuki bakın Kur’an neler diyor?  “Din / arı-duru din sadece Allah’ındır.” (Nahl suresi,52.ayet-Zümer suresi,3.ayet)  “Dinde hükümleri sadece Allah koyar.” (Yusuf suresi,40.ayet) Bu hükümlerin tamamı “Hiç eksiksiz Kur’an’dadır. “(En’âm,38) ve “Allah hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.” (Kehf,26)
            “Din” ile dini kullananı, dinden besleneni ayırmak şarttır. Bunun tek yolu Kur’an’ın söylediklerinin çok iyi anlaşılması, anlatılmasıdır. Din, sahibi Tanrı’ya teslim edilmeli, aracılardan kurtarılmalıdır. Dinden beslenenler, Allah’ı-Kur’an’ı kullanarak, kendi çıkarlarına hizmet ediyorlar, ettiriyorlar. “Mezheplere ayrılmayın ve Mezheplere ayrılanlara acı azap”(Rum suresi,31,32.ayetler-Âli İmran suresi, 105. ayet) uyarısı çok açık olmasına rağmen, Kur’an yerine, kutsallaştırılmış kişilerin(?!) kitapları okutulduğundan Ortadoğu mezhep savaşları nedeniyle kan gölü. 

26 Nisan 2014 Cumartesi

EGEMENLİK VE EGEMENLİK KAYBI; Prof. Dr. Mustafa E. ERKAL

EGEMENLİK VE EGEMENLİK KAYBI
Prof. Dr. Mustafa E. ERKAL
Resim konacak.
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınızı kutlarım.
 Milli bayramlarda iyi bir durum değerlendirmesi yapabilmeliyiz.
Son yıllarda bazı devlet adamı diye ortada dolaşanları gördükçe; Milli Mücadelenin muzaffer komutanı ve Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü daha iyi anlıyor ve takdir ediyoruz.
O büyük insan, ABD’de uygulanmakta olan başkanlık sistemini uygun görmemiş ve milletin üstünde hiçbir gücü kabul etmemiştir.
Kurtuluş Savaşını da Gazi Meclis TBMM yürütmüştür.
Milli ve dini bayramlarımızı gerektiği gibi anlamak, değerlendirmek ve geçmişten ders almak durumundayız.
Milletin egemenliğinin kalbi TBMM’dir. Onun üstünde bir kuvvet yoktur ve egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diyen Atatürk, milletin egemenliğine işaret etmiştir.
Amasya Tamimi’nde yer alan “milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır” ifadesi Türk Milletine olan güveni belirtir.
Milliyetçilik, milli egemenlik ve yükselen demokrasi yeni Türk Devletinin kilometre taşları olmuştur.
Egemenlik kavramı, hâkimiyet sözcüğü ile eş anlamlıdır.
Egemenlik; hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün bir gücü ifade eder. Kendisinden daha üstün bir başka gücün varlığını kabul etmemek, egemenliğin özünde vardır. Egemen bir güç kendi yetki alanında herhangi bir üst otoriteye bağlı ve bağımlı olmayan güç demektir.
Egemenlik milli bağımsızlıkla sürdürülebilir.
Egemenlik içeride ve dışarıda birileriyle paylaşılamaz ve hayali AB üyeliği uğruna devredilemez.
Bayrak, devletin dili, eğitim dili, vergi toplama, yargı yetkisi ve ordu besleme egemenliğin işaretleridir.
Bugün görüldüğü gibi, egemenliğe ortak aramak demokratikleşme kabul edilemez. TBMM’nin bizzat yürüttüğü Milli Mücadele, Türk Milleti dışında başka millet ve devletler yaratmak için yapılmamış; kimsenin ön izni ile de gerçekleştirilmemiştir.
Sosyal yapı bakımından Türkiye Cumhuriyeti bir kavimler ittifakı değildir.
Milli Mücadele ve onun tacı olan Cumhuriyet, Türkler ve milli kimlik olarak kendilerini Türk olarak hisseden ve Türk Milletine mensup sayanlarca gerçekleştirilmiştir.
O bir sınıf veya zümre hareketi değil, şerefli bir Milli Hareket olarak emperyalizme karşı bir mücadeledir.
Günümüzde ülkemizde milli egemenliği, ona buna paylaştırmaya, milli ve üniter devlet anlayışından uzaklaşmaya demokratikleşme diye bakan, etnik taassup ve ırkçılığa, ufalanmaya bütünleşme olarak anlayan çarpık bir zihniyet vardır.
Adem-i merkeziyet örtüsü altında 1923 Türkiye’sini tasfiye amacı taşıyan “yeni Türkiye” hayalleri, buna uygun olarak milli kimliği etnisite kapsamında gören, Türkiye’yi Türkiye yapan değer ve ilkeleri dışlayan gayretler vardır.
Terörle bir yere varılamaz diyenler, terörle mücadele yerine müzakereyi tercih etmişler, terörle mücadele edenlerle mücadele çelişkisi doğmuştur.
Ülkeyi yönetenler paralel devletçikler doğurmuş, egemenlik alanları yaratılmış ve sonra da bundan şikâyetçi olunmuştur.
Türkiye Cumhuriyetini federalleştirici, eyaletleştirici, başkanlık sistemine götürücü, anayasasını buna göre bozucu çabalar milli egemenlik ile taban tabana zıttır.
Milli egemenliğe ters olan bir şey, geniş anlamda milli irade ile uzlaşamaz.
Milli irade sadece iktidarları değil, muhalefeti de kapsar.
Egemenliği devretmeye kalkarsanız; Güneydoğu’da olduğu gibi önce özerklik, daha sonra da diğer ülke parçalarıyla birleş ilerek devlet olmak istenir.
Türkçenin ve Milli Kimliğin yıpratılması, Türkçe dışı eğitim, yer adlarında Türkçe dışı yanlışlar egemenlik kaybını doğurur.
Böyle bir ortamda Anadolu’dan kovduğunuz işgalci güçlere yeniden davetiye çıkarılmış olur. Milli değer ve kurumlara karşı kumpaslar kurulmasına, itibar ve güç kaybetmelerine sebep olunur.
Yabancı istihbarat örgütlerine de serbest alanlar açılır. Açılım adı altında sonu hüsranla bitecek tavizci bakışlar, herkesi Anadolu’dan pay kapmaya itebilir.
Bugün Ermenistan ve diasporanın faaliyetlerini arttırması bundan dolayıdır.
2504.2014

25 Nisan 2014 Cuma

TEK KALP TEK VÜCUT OLMAK; Nevzat Laleli HAY-DER Genel Başkanı

TEK KALP TEK VÜCUT OLMAK
                                    Nevzat Laleli
HAY-DER Genel Başkanı
Gençlik inceleme yazı serisi 
İslam, kendi müntesiplerini (bağlılarını) tek kalp, tek vücut olarak görmek ister. Bunu birçok ayette ve birçok hadis-i şerifte ortaya koymakta, Müslümanların bu özelliğe uymaları halinde dünya ve ahret saadetine erişeceklerini aksi halde dünya ve ahirette “elim bir azaba uğrayacaklarını…” (Saf suresi 10 – 11. Ayetler) haber vermektedir.
İslam’ın kaynakları bu hakikati haykırırken, Asr-ı saadet bu birlikteliğin örnekleri ile doluyken, zamanımız Müslümanlarının birbirinden kopuk parça parça olması, elbette ki zamane Müslümanlarının hele hele onları tesiri altında bulunduran bir takım şeyhlerin ve idarecilerin nefsaniyetinden başka bir şey değildir.
İkaz ve irşad edildiğimiz bir Hadis-i Şerifte; “Aynı sofrada ve aynı kaptan yemek yiyen sahabeleri görünce Allah’ın Resulü; Bir gün gelecek ki Ümmetimin düşmanları onların üzerine sizin şu kabın üzerine geldiğiniz gibi her yönden geleceklerdir” buyurdu.
Sahabeler sordular; Ya Rasulallah… O gün Ümmetin sayısı az mı olacak?”
“Hayır. Çok olacaktır. Ama onlar, su üzerinde ki saman çöpleri gibi dağınık bulunacaklardır” buyurdu.
Ben baş olayım, benim sözüm daha doğru, benim taraftarım daha çok gibi İslam’ın değer vermediği ama zamanımız sistemlerinin baş tacı yaptığı bu nefsaniyet hali, bu havada olanların, onlara uyarak yanlışa gidenlerin ve içinde bulundukları toplumun aslında her gün başını ağrıtacaktır. Ama hey hat… Her şey görene, kör’e ne…
BİRLİK OLMAK ŞARTTIR
Cenab-ı Hak, kitabı keriminde; “Hepiniz, Allah’ın ipine sarılın, ayrılıp tefrikaya düşmeyin…(Ali İmran 103)” buyurarak, bizlerin sosyal hayatta nasıl hareket etmemiz gerektiğini açıklamaktadır. Allah’ın ipine sarılmak, Kur’ana sarılmaktır. Kur’an ise baştan sona serapa birlik ve beraberlik emretmektedir. Arkasında gelen ayette ise zaten ayrılıp tefrikaya düşmemiz yasaklanmış (haram kılınmış) bulunmaktadır.
Saf suresinde geçen bir ayette ise “Bünyan-ı mersus…” buyrularak Müslümanlar arasında ki birlikteliğin “bir duvarın tuğlalarının birbirine girift olması…” tarifi yapılmaktadır.
Müslümanların birlikteliği, pratik olarak nasıl sağlanır? sorusunu kendimize sorar da bunun cevabını ararsak, karşımıza onların tek baş (başkan, reis, imam, lider, önder) etrafında toplanmalarından başka çözüm çıkmaz.
İşte Asr-ı Saadet böyle bir yapıya sahipti. Aynı zamanda toplumun İmamı (lideri, komutanı) da olan Peygamberimizin vefatından sonra onun yerine (İmamet makamına) geçen halifeler (Devlet başkanları) döneminde de İslam birliği korunmuştur. Bu birlik sayesindedir ki İslam toplumu saadet içinde yaşarken, bu saadeti kendi dışındaki insanlara ve topluluklara da taşımış, oralara fetihler gerçekleştirmişlerdir.
Bir kere daha ifade etmeliyim ki fetihler, bu günkü işgallere benzemezler. Fetihler, toprak kazanmak, ülkeler elde etmek, orada ki insanlara zor ve baskı uygulamak değil, o insanların da mutlu yaşamalarını sağlamak için yapılır.
Osmanlı da yine tek başa bağlılık devam etmiştir. Rahmetlik ninem her zaman; “Oğlum… Baş başa bağlı, baş şeraite bağlı…” der, belki de bilmeden sistemi tarif ederdi. Osmanlı’nın yıkılmasından sonra ise ortalık karıştı ve “horozu çok olan yerde, sabah tez olur” kaidesi işlemeye başladı. Bu zayıflığımızdan dolayıdır ki bu gün İslam âleminde kan ve gözyaşı hâkimdir.
Aklı eren siyasi otoriler; “Müslümanlar güçsüz değil, başsızdır” diyerek, yaşanan problemi yorumlamaktadırlar.
NEFSİNE UYANLAR OLACAKTIR
Ebu Hureyre (r.a) rivayetindeki bir Hadis-i Şerifte Peygamberimiz (s.a.v); “Ben-i İsrail’i Peygamberleri idare ediyordu. Bir Peygamber ölünce onun yerine ikinci bir Peygamber geçiyordu. Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir. Ama ardımdan emir sahibi Halifeler gelecektir. Ancak onlar müteaddid de (çok da) olabilirler.
Orada bulunanlar, “Onlar hakkında bize ne buyurursunuz? Ya Resulallah…” dediklerinde Peygamberimiz (s.a.v); “İlk biatınıza (bağlılığınıza) sadık kalın ve onlara hakkını verin”(Buhari, Enbiya 50) buyurmuştur.
Yine bir başka Hadis-i Şerifte Peygamberimiz (s.a.v); “Bir İmamınız (emiriniz) varken ikinci bir İmam çıkarsa, ikincisinin boynunu vurun” buyurmaktadır.
Âlimlerimiz boynunu vurun ifadesini, “ikincisinin etrafında toplanmayın ki o, ortaya çıkmaya cesaret edemesin” diyerek yorumlamışlardır.
Peygamberimizin sevgili torunları Hazret-i Hasan ve Hüseyin efendilerimiz, nefsine uyan ve etrafına topladığı bir takım adamlarla baş olma iddiasındaki Muaviye ve onun oğlu Yezid’in adamları tarafından şehit edilmişlerdir.
Selçuklularda ve Osmanlılarda da zaman zaman taht kavgaları yaşanmış, bu kavgaların taraftarları arasında birçok masum insan ölmüş ve çok kan dökülmüştür.
İslam tarihinin her döneminde bazı insanlar nefsinin isteği veya dış tahriklerle kapılarak baş olma iddiasına kapılmışlardır. Bunlar bu istekleriyle Müslümanların birlikteliğini bozarak, onları badirelerin içerisine sürüklenmesine sebep olmuşlardır.
Osmanlıda birlik ve beraberliğin muhafazası için işi yani tahta çıkmak ve tahtta kalmak işi sistemleştirilmiş, 700 sene boyunca ihtilaflara sebep olabilecek olaylar fazlaca yaşanmamıştır. Şehzadelerin taht talepleri henüz kımıldanma döneminde, Sultan’ın hafiyeleri tarafından Payitah’ta haber vermesi ile işler önlenmiş ve nadiren de olsa, isyan çıkaran şehzade idam edilmiştir.

Prof. Dr. NURULLAH AYDIN; ERMENİ DÖNME VE DEVŞİRMELERİNİN ZAFERİ!..

ERMENİ DÖNMELERİNİN ZAFERİ
Nurullah AYDIN
Ermeni dönmeleri geçmişte, sinsice saldırıyorlardı. Şimdi ise gün üstüne çıktı.
Dün laik çağdaş görüntü altında Ermenicilik oynayanlar, soykırım iddialarının papağanlığını yapanlar vardı.
Ermeni terör örgütü Asala terör örgütü yerine PKK’yı kurdular. Kürt kimliği şemsiyesi altında kanlı saldırlar yaptılar.
O da başarılı olamadı. Açılım saçılım süreci adı altında ihanet yapılanması sürerken, bu kez üçüncü sacayağı olan İslamcı görüntülü kanı bozuklar İslamcı kimlikleriyle sahnede yerlerini, aldılar.
Laik çağdaş örgütlerde veya İslamcı tarikat ve cemaatlerde yuvalanmış İslamcı dönme Ermeniler ve terör örgütünde yer alan Marksist Ermeniler nerede?
Onlar siyasetçi kimliğindeler.
Onlar gazeteci kimliğindeler.
Onlar akademisyen kimliğindeler.
Onlar sivil toplum örgütü temsilcisi kılığındalar.
Rum isyanından sonra boşalan Osmanlı hariciyesine yerleştirilen Ermenilere, Osmanlı Devleti'ne hizmetlerinden dolayı millet-i sadıka adı verildi.
Osmanlı döneminde el üstünde tutuldular.
Devletin en önemli görevlerine getirildiler.
Cumhuriyet döneminde müzikten, sanata, her alanda değer gördüler.
Ama onlar kin nefret ve öfkelerini yenemediler.
Anadolu topraklarında kardeşçe barış içinde huzur ve güven içinde yaşamayı içlerine dindiremediler
Tarihi gerçekleri tersyüz etmeyi varlık nedeni sayıyorlar.
Türkleri katil ilan eden kitaplar yayınlıyorlar, makale yazıyorlar.
Nefret söylemciliğini kimlik haline getiriyorlar
Türkler içindeki uzantıları ile Hepimiz Ermeni'yiz, grubu oluşturmayı başardılar.
Hepimiz Ermeni'yiz, diye sokaklara düşüyorlar.
Kalem oynatıcılarını el üstünde tutuyorlar.
Türkleri daraltmak, bunaltmak, ezmek için ellerindeki bütün imkanı kullanıyorlar.
İlmi gerçekleri tersyüz ediyorlar.
Bütün bulguları çarpıtıyorlar.
Kışkırtıcılıkları, nefretleri, kinleri her an canlı tutuyorlar.
Kalemlerinden kin nefret öfke kokuları akıyor.
Tek dertleri Türklerdir, Müslümanlardır.
Her sokağa düşüşlerinde kinlerinin, nefretlerinin şiddetini daha artırıyorlar.
Milli andı kaldırdılar.
TC’nin devlet dairelerinden silinmesini istiyorlar.
Türk Milleti’ni  ağızlarına almazlar.
Onlar ne kadar vatan haini varsa onlara övgü düzerler.
Geleneksel Türk ve Müslüman düşmanlığının gizli sinsi alçak savunucularıdır.
Onlar; içimizdeki dönmelerdir. Türk ve Müslüman isimleri taşırlar ama gönülleri kalpleri hınç doludur.
Onlar; Müslüman görünümlü Gürcü, Rum, Yahudi ve Ermeni dönmeleridir.
Ajite etmek, nefret kusmak kimlik kişilik yaşam amaçları olmuştur.
Vatan evlatlarını kirli niyetlerle suçlamak, zan altında bırakmak, karalamak amaçları olmuştur.
Rum, Gürcü, Yahudi, Ermeni kimliklerini taşıyan ve bu ülkenin asıl vatandaşları olanlardan hainler çıkmaz. Onlar gerçek kimlikleriyle varlıklarını sürdürmektedirler.
İhanet içinde olanlar;  kimlik değişimi içinde zehir kusanlardır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşları; eşit, uluslararası hukukun ve Anayasa'nın teminatı altında barış içinde kardeşçe yaşamaktadırlar.  
Türk Milleti kışkırtıcı tipleri iyi tanımalıdır.
25 Nisan 2014-ANKARA

İNSANİ DUYGULARIMIZ; Cemal ÇALIŞKAN

İNSANİ DUYGULARIMIZ
Cemal ÇALIŞKAN
            İnsanın doğuştan getirdiği çeşitli duygular bulunur. Bu duyguların bir kısmı tamamen iyidir. Bu iyi duygular da yükseltilmesine çalışılır. Kötü doygularımız asgariye indirmeye de çalışılır. Bu duygular, azaltmak ve çoğaltmak insanların kendi iradesindedir. Bu duyguları harekete geçirmek, uygulayıp uygulamamak insan bilgisi dâhilindedir. Hırs ve şehvet, insana en fazla zarar veren duygulardır. Bu duyguları tamamen yok etmek insanı helake götürebilir. Bu nedenle bu duygular eğitilmeye muhtaçtır. Yani bu duygular araba frenine benzer. Yerinde ve zamanında frene basmazsa, hem kendine hem de arabada bulunanlara zarar verebilir. Bunlardan birisi, Kuranı kerimde 102. süresi olan “Tekasür” de ifade edildiği gibi dünyanın çokluğuyla övünmedir. Bu çoklukla övünme duygusunun malzemesi zamana ve mekâna göre değişir. Bu sürenin indiği dönemde övünme malzemesi “ “sülalenin sahip olduğu erkek sayısı ve kahramanlarıydı”. Medine'de İslam toplumu kurulmuş olmasına karşılık Müslümanların bütünü cahiliyeden kalma âdet olan övünme hastalığından tamamen kurtulmuş değillerdi.
            Cahiliye dönemi, kabile savaşları ve kan davalarının ardı arkası kesilmeden devam edip dururdu. Bu nedenle savaşları yapan erkeklerin sayısı azalıyordu. Erkek evladı çok olan babaların toplumda saygısını artırıyordu. Kız çocukları savaşlarda esir alınıp cariye yapıldığı, namusları kirletildiği için de kimse kız evladı sahibi olmak istemiyordu. Bu nedenle doğan kız çocuklarını öldürmeyi yeğliyorlardı. İşte kıyamette” Allah bu kız çocuğu hangi suçtan dolayı öldürüldüğünü” soracaktır.
            Beni haris ve Beni Hars kabilesi, erkek sayılarını sayarak hangi kabilenin daha çok erkek evlada sahibi olduğunu öğrenmek istemişlerdi. Hayatta kalan erkek sayısı, Haris kabilesinin daha çok çıkınca,  Hars kabilesi, kabirlere giderek ölen erkelerini de saymak istemişlerdi. Allah bu cahiliyeden kalma âdeti “tekasür” süresiyle ayıplamıştır. Övünmenin ne kadar da aldatıcı ve faydasız olduğu da ayrıca anlatılmıştır. Tekâsür, sözlükte, çoklukla övünme, kendisinde kuruntuluk ve kibir görüntüsü vermektir. Türkçede, kasılma manalarına gelmektedir. Sürenin İniş nedeni, sürenin iki kabile, ucu açık olduğundan insanları oyalayan her türlü davranış, bu sürenin kınamasına girmektedir. İnsanlar dünyevi ve uhrevi olan görevlerini unutup da malayani oyun ve oyuncak şekli, söz ve davranışlarla vakitlerini harcarsa, bunlar kınanmaya değer hareketlerdir.  Bunlar Allah’ı unutturur.
            İnsanların yaratılış görevleri gereksiz övünme değil, varlıklar üzerinde inceden inceye durup düşünerek, aklı çalıştırarak, bu varlıkların her biri Rabbin bir eseri olduğunu öğrenmedir. Dünya ve ahreti unutturan her söz ve davranış tehlikeli ve cahilcedir. Dünya bir oyun, oyuncak ve süslenmeden ibarettir. Dünya nimetleri, mal ve evlat ahreti kazanmak için bir araç olması gerekirken, amaç haline getirilmemelidir. Aksi halde cehennemde yanma, dünyada elem aracı olurlar. İnsanda yaratılıştan gelen “hırs” duygusu özellikle mal sevgisi tehlikeli seviyeye çıkabilir.  Bu konuda efendimiz” insanın iki vadi dolusu altını olsa, bir üçüncü vadiyi de ister. Ancak onun karnını toprak doldurur. Sahabenin birisi efendimizin yanına vardığında “tekasür” süresini okuyordu. Gelene doğru kafasını kaldırarak “İnsanoğlu malım malım der durur. Hâlbuki malından ona ancak sadaka olarak verdiği, yiyip içtiği ve giyip eskittiğinden başka ne var?”buyurdu. Fakat insanın ve toplumun faydasına olan şeylerin çokluğu kötülenmemiş, bunların fazlalaştırılması teşvik istenmiştir. İlimi, ahlakı, sadakat, iman, ibadet ve yardımlaşmak gibi davranışların artırılması istenmiştir.
            Hacılara hizmet eden iki kişi bundan dolayı övünmek istediklerini hiseden Hz. Ali” Ben kılıcımla küfrün hortumunu kestim. Küfür kulaksız ve burunsuz kaldı. Siz de Müslüman oldunuz” sözlerini söylemesi üzerine tövbe süresinde “Siz hacılara su vermeyi, mescitleri tamir etmeyi, Allah’a ve ahret gününe iman etmeyle ve Allah yolunda savaşmayla bir mi tutarsınız?” buyrulmuştur.
            Rabbimiz hayırda yardımlaşmayı, yarışmayı emretmiş, şerde yardımlaşmamayı yasaklamıştır. İbadetlerde ihlâsı, Allah rızasını ve itaati emretmiş” riya, kibir, övünme, haset ve ikiyüzlü davranışları da men etmiştir. “Çünkü Allah kibirlenen ve övünenleri sevmez.”buyurmaktadır. Ayette “pisle temiz eşit olmaz. Pisin çokluğu, sizin hoşunuza gitse de, Allah’ın hoşuna gitmez” buyruldu. Helal mal az olsa da bereketiyle, pis maldan daha çok işe yaramaktadır. Haramla yapılan sevapların ahrette terazide tartılmaya bile değeri olmayacağı bildirilmiştir.  Bu süre ile ilgili Hz. Ali “ Biz bu süre gelinceye kadar kabir azabının varlığından şüphe etmekteydik. Bu süre bizim bu şüphemizi giderdi” demiştir.

21 Nisan 2014 Pazartesi

YALANCILARIN-MÜNAFIKLARIN ZAFERİ; Nurullah AYDIN

YALANCILARIN-MÜNAFIKLARIN ZAFERİ
Nurullah AYDIN
Bazı insanlar yalan söylemekte, kandırmakta, aldatmada çok beceriklidir. İftira atmakta üzerlerine yoktur. Ne yazık ki başarılı olanlar da, amaçlarına ulaşanlar da bunlar olmaktadır.
Hemen her toplumda; yönetici-yönetilen ilişkileri benzerdir. İnsanlar rollerini oynar. Toplum oyuncuların yeteneğine göre alkışlar ya da protesto eder. Toplumda cinayet, intihar, fuhuş, hırsızlığın artması, yalan talan, ikiyüzlülüğün meziyet haline gelmesi, halkın bir kesimini ilgilendirmez.. Yandaşlık; gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri mühürlü yapar.
Her şeyin çok iyi olduğunu söyleyenlerin veya tersini ileri sürenlerin aynı sakızı çiğneyenlerin Deve mi, Kuş mu olduklarını düşünürüm!
Devekuşuna sormuşlar; Deve misin, Kuş musun? O da, Ben deveyim demiş... O halde Koş demişler. Ben kuşum, koşamam demiş. Madem kuşsun, o halde uç demişler. Ben deveyim, uçamam, demiş.
Yani, ne develiğin gereğini yerine getirebilmiş, ne de kuşluğun.
Aynı soruyu, din edebiyatı yapanlara da sormak gerek. Siz; Müslüman mısınız, münafık mısınız?
Ne diyeceklerini, nasıl cevap vereceklerini gerçekten merak ediyorum. Çünkü bunların Müslümanlıkları da sahte, sözleri ve yaptıkları da.
Aynen devekuşu gibiler. Ne develer, ne de kuşlar.
Ama, şu da var: İşlerine geldiğinde hem develiği, hem de kuşluğu çok iyi kullanıyorlar!..
Münafık, kafirden daha alçaktır.
Toplumların en büyük sorunu; öyle olanlar değil, öyle görünenlerdir. İnsanlar, yanlış da olsa, samimi olarak bir yolda yürüyor ise, ondan bir zarar gelmez.
Ama öyle değil de, öyle görünüyor ise; böylelerinden uzak durmak ve onlardan korkmak gerekir! Öyle görünenler olarak münafıkları gösterebiliriz...
Kur'an’da 3 sınıf insandan söz edilir. Mü'minler, Kâfirler ve bir de münafıklar.  
Buyrulur ki; Münafıklar, kâfirlerden daha tehlikelidir. Ve hatta, daha alçaktırlar.
Niçin? Çünkü, kâfir olanı herkes bilir ve ona göre tavır alır. Ama münafıklar; kâh Müslüman görünürler, kâh kâfirlerle iş tutarlar. Yani, fırıldaktırlar. Dolayısıyla, onlara güven olmaz.
Aynı tehlike, görüntüler ile müslümancılık oynayan münafıklar için de geçerlidir.
Müslüman geçinenlerden kork.
Zira, her zaman yazdığım gibi; Bu ülkede, Samimi Müslümanlar evet vardır.
Ama, Müslüman geçinenler ile Müslümanlıktan geçinenlerin sayısı da yabana atılmayacak kadar çoktur. Aynı düşünce; milliyetçi, demokrat liberaller için de geçerlidir...
Gerçekten de; Türkiye'nin bağımsızlığını ve bağlantısızlığını savunup, bu ülkenin peyk olup sömürülmesine karşı çıkan ve bunun da gereğini yapan samimi Müslümanlar, demokratlar, milliyetçiler vardır.
Ama, bunun yanı sıra; Müslüman geçinenler de vardır... Din, iman der malı götürür, şeytanın dostları olarak sömürüde istismar çarkının sürmesinden yararlanırlar, onların sözcüsü olur, soygunlara sessiz kalırlar.
Bu ne perhiz, bu ne turşu. Müslüman geçinenler böyledir işte.
Bir de Müslümanlıktan geçinenenler var ki, onları hiç sormayın. Gazetelerdeki manşetlerde, yazılarda ve TV'lerdeki konuşmalarda görülüyor.
Bunlar, Müslüman mıdırlar, Müslüman geçinenlerden midir, yoksa Müslümanlıktan geçinenlerden mi? Bir başka şekliyle sorarsak; Devekuşu mudurlar, yoksa deve veya kuş mu?
Ama, şurası bir gerçek: insanlar aladatılıyor, yanıltılıyor. Ama yanıltılan da, aldatılanlar da ne ilginç ki halinden memnun. Ya memnun olmayanlar? 21 Nisan 2014-ANKARA

GünÜN SözÜ: Yaşarken de, öldükten sonra da iyi anılmak istiyorsan dürüst ol.

18 Nisan 2014 Cuma

Amerika, Irak’ın toprak bütünlüğünü neden savunmak zorundadır? Bülent ESİNOĞLU

Amerika, Irak’ın toprak bütünlüğünü neden savunmak zorundadır?
Bülent ESİNOĞLU
Bazı çevrelerde şaşkınlık yaratan, Irak’ın toprak bütünlüğünün Amerika tarafından savunulması, hiç de şaşılacak bir durum değildir.
Evet, Amerika Ortadoğu’yu küçük parçalara ayırmak, İsrail’in güvenliği yükseltmek ve enerji yollarının güvenliğini sağlamak için gelmişti.
Hatta bu amacın asıl kritik noktası da, Bağımsız Kürdistan’ı kurmaktı.
Ortaya öyle bir orta doğu çıktı ki, Amerika’nın tüm planları bozuldu.
Amerika orta doğuda en geri noktaya çekilmek zorunda kaldı. Eskiden tek başına etkin olduğu bölgede, etkinliğini Rusya ile paylaşmak zorunda kaldı.
Eğer Türkiye’yi de kaybederse, bölgede sadece İsrail’den başka elinde bir şey kalmayacak.
Gelelim ABD’nin neden Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmak zorunda kalmış olmasına…
*Irak’ın kuzeyinde kurulacak olan bir bağımsız Kürdistan’ın, ekonomik ve siyasi olarak ayakta kalamayacağı baştan bellidir.
*Kurulacak bağımsız Kürdistan’ın içinde Kerkük’ün ne olacağı belirsizdir.
*Türkiye’de bir iktidar değişikliği halinde, Barzani’ye verilen Türkiye desteğinin durumunun ne olacağı belli değildir.
*Kuzey Irak’ın petrolünün denetiminin Amerika’da kalabilmesi için, Irak merkezi hükümeti ile Barzani’nin anlaşması mecburiyeti vardır.
*Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürdistan kurulabilmesi için tüm Kürtlerin birliği oluşmamıştır.
*Suriye’de ortaya çıkan vahim durumun, erken kurulacak bir Kuzey Irak Kürdistan’ı iç çatışmaları Irak’ın içine yayması, Amerika’nın güneyden çektiği petrolü de çıkmaza sokabilir.
*Kurulacak bu devletin, İran, Irak ve Türkiye’den gelen tehdide karşı, güvenliğini kim üstlenecektir?
*Böyle bir oluşumun, Irak’ı İran’a daha çok yaklaştıracağı açıktır.
*Kuzey Irak’ta kurulacak bir bağımsız Kürt devletinin, Ortadoğu’da kalan tek müttefiki Türkiye’yi de istikrarsızlaştıracağı ve Türkiye’yi de tümden kaybetme tehlikesi vardır.
*Böyle bir oluşumun, Türkiye/İran/Rusya yakınlaşmasını getireceği kesindir.(Avrasya)
*Bu gerekçelerin hepsinin belli ölçülerde etkisiyle, Amerika şimdilik Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmak durumundadır.
Hele kaya gazı balonu da patlayınca, Irak petrolüne Amerikan bağımlılığı daha da önem kazanacaktır.
Asıl sorun, halihazırda, Güney Irak ve Basra’dan çekilen Irak petrolüdür.
Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, Basra’dan çekilen petrolün durması demektir. Amerika yeniden Irak’a Askeri ile gelecek ne gücü ne de morali vardır.
Kaldı ki, köprülerin altından çok sular geçti ve dünya dengeleri değişti.

16 Nisan 2014 Çarşamba

23 NİSAN ULUSAL EĞEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI; CEMAL ÇALIŞKAN

     23 NİSAN ULUSAL EĞEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI 
CEMAL ÇALIŞKAN
“Ak parti iktidar oluncaya kadar Milli Bayram Törenlerinde bürokrasiler ne konuşacaklarını bilirlerdi. Konuşmanın içeriği konusunda bir zorlanmaları olmazdı. Ak partinin iktidarıyla birlikte bugünlerde devleti temsilen konuşacak olanların durumu, tahtaya imtihan için kalkan öğrencinin durumundan farksızdır. Devlet, devlet olsaydı, bu kadar kendisiyle uğraşılmasına izin vermezdi.” Günümüzden 94 yıl önce, Türkiye’nin her yerinden seçilip gelen temsilciler Ankara’da toplanmışlardı. Bu temsilciler, ülkeyi işgal eden dâhili ve harici düşmanları ülkeden çıkarmak için Hacı Bayram camisinde kılınan Cuma’dan sonra, okunmuş olan Hatmi şerif ve Buharı şeriflerin duasını yapılmıştır. Ulus semtindeki Millet Meclis Meclisi binasında toplanan temsilciler 20 Nisan 1920 yılında Milletin Egemenliğini temsil eden Meclisi açmışlardır. İstiklal savaşını Milletimiz bu Meclis eliyle, ülkeyi kurtaracak olan gerekli kanunları çıkartmış ve Ülke işgalden kurtulduktan sonra da 23 Nisan 1923 yılında yapılan oylama sonucu 1920 ‘de kurulan Cumhuriyet ilan edilmemişti. Fakat Meclis kurduğu rejime Cumhuriyet ismini vermeyi bir türlü kolayca kabul etmemiştir. Nedense Anadolu insanı, yapılan işlerde yalanda Dini aramaktadır. Bu duygusunu bilen hep bu halkı aldatmıştır. 53 gün gibi tartışmalarla ilan edilmesi uzayıp gitmiştir. Bunun üzerine Atatürk: Mesele burada bulunan meclis bunu onaylayacak mı, onaylamayacak mı? Bu usulü dairesince olacaktır. Fakat bazı kafalar kesilecektir.” Sözlerini söylemek zorunda kalmıştır. sonra Cumhuriyet 29 Ekim 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisinde bir ret oyuna karşılık, ittifakla kabul edilmiştir. Altı Ay sonra da bayram olarak ilan edilmiştir. Yurt içinde ve dışında o günden sonra kutlanmaya başlanmıştır.
Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı ilk defa 1929 yılında başka bir isimle milli bayram olarak kutlanmış, 1935 tarihinden itibaren de bugünkü şeklini almıştır. 1979 yılını Birleşmiş Milletler tarafından çocuk yılı kabul etmesiyle birlikte, Bu milli Bayramımız Uluslar arası düzeye taşınmıştır. Rahmetli Atatürk Çocukların, bir milletin geleceğinde oynayacağı rolü o günden görmüştür. Çocuklar için milli bir bayram günü kabul etmiş bizden başka hiçbir millet olmamıştır. Fakat uygulamalarımızda en büyük haksızlıkları çocuk ve kadınlara bizim kadar yapan hiçbir medeni millet bu güne kadar olmamıştır. İyi başlıyoruz. Fakat sonradan o iyi başlanılan işi en kötü hale sokuyoruz.
Bugünkü iktidar, cumhuriyet hükümetlerinin el emeği ve göz nuruyla yaptıkları kanunları kes yapıştır şekliyle her gün yazboz yapmaya, görevlerini yapan kurumları azarlamayı adet edinmişlerdir. Bir Batılı düşünür “ Kanunlar doğru olduğu için uyulmaz. Aksine kanun olduğu için uyulur” demişti. Bugün ise, önüne gelen bu kanun benim aklıma aykırı, dolayısıyla uymasam da olur, demeyi alışkan hale dönüştürmüştür. Bu nedenle Atatürk’ün yaptıklarını aklıyla düşünen hiçbir Türk vatandaşı yanlış bulamaz. Atatürk’ün Başında bulunduğu Meclis,  maksadını unutup halifelik ve padişahlık davasıyla uğraşmaya başlamıştı.  Atatürk bunlara “Hz. Ali ve Muavi’ye dönemini mi yaşacağız? Bu mesele geniş, nazik ve mühimdir. Bunun halli bugünün işlerinden değildir, yanıtını vermiştir. Bu meseleyi halletmeye girişecek olursak, bu içinden çıkılmaz bir sorun olur demiştir. Atatürk dönemini eleştirenler günümüzdeki AK parti ve cemaat tartışmalarını karşılaştırmalıdır.
Cumhuriyet kurulmadan önce en ateşli tartışmalar teşkilatı esasiye kanunun birinci maddesinde geçen” Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” cümlesiydi. Nedeni “Egemenliğin Allah’a ait” ayetini yanlış yorumlamaktan ileri geliyordu. Hâlbuki bu maddeye karşı çıkanlar, tezlerini ülkenin ve devletin yararına olacağına dair görüşlerini meclistekilere somut şekilde anlatıp ikna edemiyorlardı. Belki iade edebilselerdi, cumhuriyet devrimleri daha yumuşak olabilirdi. Bu egemenliğin halkta değil, halifenin ve padişahın olduğunu savunarak yanlış yapmışlardır. En sonunda Atatürk, burada bulunan meclis bunu onaylayacak mı, onaylamayacak mı? Bu usulü dairesince olacaktır. Fakat bazı kafalar kesilecektir.” Sözlerini söylemek zorunda kalmıştır. Bu söz üzerine Cumhuriyet 29 Ekim 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisinde bir ret oyuna karşılık, ittifakla kabul edilmiştir. Altı Ay sonra da bayram olarak ilan edilmiştir. Yurt içinde ve dışında o günden sonra kutlanmaya başlanmıştır.

TURGUT ÖZAL YAŞASAYDI BAMBAŞKA BİR TÜRKİYE OLURDU… Selçuk Maruflu, 19. D. İstanbul Milletvekili

TURGUT ÖZAL YAŞASAYDI BAMBAŞKA BİR TÜRKİYE OLURDU…
Selçuk Maruflu, 19. Dönem İstanbul Milletvekili
Ben her yıl 17 Nisan günü, ANAVATAN Partimizin Kurucusu, Başbakan, Cumhurbaşkanı Rahmetli Özal için yazılar yazdım. Gene her 17 Nisan günü,  Özal’ı sevenlerle Semra Hanımefendi ile Anıt mezarda Özal’ı anma törenlerine katıldım. Bazen de herkes gittikten sonra, rahmetli liderimin mezarını tek başıma ziyaret ederek, Fatiha’mı okudum. Ayrıca, yıl içinde de Özal’ın mezarını ziyaret ederim.  Hiç şüphe yoktur ki Özal, her zaman Türk milletinin gönlünde yaşamaktadır. Zamanında ona karşı olanlar, haksızca eleştirenler bile pişmanlık duyarak, kendisini anıyorlar ve yaptıkları hizmetleri takdir ediyorlar. Turgut Bey’le Devlet Planlama Teşkilatı yıllarında beraber çalıştık. Bizim Müsteşarımız, bizi yetiştiren bir amirimizdi. Kendileri bilgili, tecrübeli, cesur, doğru bildiğini hiç bir şeyden çekinmeden tatbikata intikal ettiren, fevkalade değerli bir devlet adamıydı. DPT Müsteşarı iken, Başbakan Sn. Demirel ile fevkalade uyumlu çalışmış ve aralarındaki ilişki yakın, sıcak ve ağabey-kardeş şeklinde olmuştu. Ben DPT Uzmanı olarak görev yaparken, yüksek planlama kurulu toplantılarına katılırdım.  Başbakan Sn. Demirel, Turgut Bey’e Bakanlar üstü muamelesi yapardı. Maalesef siyaset bu iki değerli Devlet adamının ilişkilerini biraz germişse de, birbirlerine duydukları sevgi ve saygı aynen devam etmiştir.  Özal müstesna özelliklerinin dışında, halkın kendisine layık gördüğü tonton, sevecen, Müşfik bir insandı. Kolay kolay sinirlenmez ve kızmazdı. Görüşlerine bakmadan iş yapan ve çalışan insanlarla rahatça çalışırdı. DPT yıllarından sonra da, ANAVATAN Partisinin kuruluş aşamalarında hep beraberdik. Özellikle benim aktif siyasete girip, İstanbul Milletvekili olarak TBMM’de görev yaptığım yıllarda, siyaset platformunda Turgut Bey’le daha da yakınlaştık. Birçok yurtiçi ve yurtdışı seyahate birlikte katıldık. İstanbul’da Özal’ın grubu olarak bilinen, Rahmetli Aydın Bolak’ın düzenlediği toplantılarda, Özal’ın direktifleriyle bende devamlı olarak hazır bulundum. Bu toplantılar Özel Sektörden, Devletten, Sivil Toplum Örgütlerinden, üniversitelerden seçilen Turgut Bey’in yakını olan insanlardan oluşuyordu. Özal bu çok güvendiği grupla sürekli fikir alışverişinde bulunur, onların düşüncelerinden ve fikirlerinden istifade ederdi. Turgut Bey’in özelliklerinden birisi de, emrinde çalıştırdığı insanlara verdiği görevleri ve ödevleri bizzat takip etmesiydi. DPT yıllarında kendi odasından çıkar, bizlerin odasına gelir, çay içer, yaptığımız işler konusunda bilgi alırdı. Türkiye’nin müstesna bir kuruluşu olan ve benimde gururla görev yaptığım Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye’nin ekonomik, sosyal, kültürel, çevresel sorunlarının sahibiydi. DPT’ye sorulmadan ve olumlu görüş alınmadan hiçbir iş yapılamazdı. Bizde genç plancılar olarak geceli-gündüzlü, ailelerimizi ve çocuklarımızı ihmal ederek çalışırdık. Ne yazık ki DPT’yi kapatmışlar ve Kalkınma Bakanlığı diye sıradan bir Bakanlık haline getirmişlerdir. DPT’nin kapatılması fevkalade yanlış olmuştur.  Özal meselelere soğukkanlılıkla yaklaşır ve sinirlenmezdi. Görevini yapmayan birisine kızdığı zaman, kendine göre ilk sözü “bak gözüm” olurdu. Biraz daha fazla dozda kızdıysa, “bak iki gözüm” diye lafa girerdi. Biz yanındakiler bu cümleleri ifade ettiği zaman, bir süre yanına uğramazdık. Çok şükür ki benim çalışmalarımda ben bu cümlelere hiçbir zaman muhatap olmadım. Yukarıda ifade ettiğim gibi, kızgınlıkları ve bak iki gözüm demesi, icraatlarında kendisine engel çıkaran görevlerini laiki veçhile yapmayan insanlaraydı. Örneğin Türkiye’nin gelişmesi için yapacağı icraatlarda kendisine “mevzuata aykırıdır, falanca kanuna aykırıdır” şeklinde engel çıkarıldığında, oldukça kızardı. Turgut Özal İslam dininin vecibelerini eksiksiz yerine getiren, inançlı bir insandı. Cuma namazlarına gider, orucunu tutar, dinin şartlarına uyardı. Ancak, şimdilerde yapıldığı gibi Cumhurbaşkanı, Başbakan şu camide, bu camide Cuma namazı kıldı diye afişe edilmesini istemezdi. Dinin Allah ile kul arasında, hassas bir ilişki olduğunu söyler, dini politikaya alet etmekten itina ile kaçınırdı.  Turgut Bey Atatürk’e ve Atatürk ilke ve inkılaplarına candan bağlı idi. Çağdaş, Atatürkçü Türk kadını Semra Özal Hanımefendi’ye büyük önem verir ve kendisini her şeyden çok severdi. Değerli Semra Özal Hanımefendi’yi Turgut Bey’in kıymetli bir emaneti olarak biliyoruz ve değerli kardeşim, Büyükelçi Dr. Üner Kırdar ile sık sık ziyaret ediyoruz. Bizim ve Üner’in Büyükada’daki evinde yemeklerde birlikte oluyoruz. Turgut Özal Türkiye’nin çehresini  değiştirdi ve Türkiye’ye çağ atlattı. Türkiye’yi dünyanın önemli ve örnek alınacak ülkeleri arasına soktu. Bugün kendisinin yaptığı hizmetlere ve icraatlara erişilememiştir. Büyük Önder Atatürk’ün Türkiye’yi muasır batı medeniyetleri seviyesine çıkarma hedefini, Özal şiar edinmiş, kendisine verilmiş bir görev olarak kabul etmişti. Türkiye’yi dünyanın en gelişmiş ilk on ülkesi arasına sokmayı hedef almıştı. Kendisinin de İzmir İktisat Kongresinde dediği gibi, eğer Türkiye 1990’lı yılları iyi değerlendirebilseydi, şimdilerde 4 trilyon $ milli gelir, 1 trilyon $ ihracat, 200 milyar $ turizm büyüklükleriyle dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasına girebilecekti. Bunun yapılabileceğinden, eğer Özal yaşasaydı hiç şüphe etmedim. Şimdi bazıları Özal’ı taklit ediyor… Özal taklit edilemez, çünkü kendisinin düşünce ve icraatlarına erişmek mümkün değildir. Olsa olsa Turgut Özal örnek alınabilir. Ne yazık ki Turgut Özal’ın en büyük eseri olan ANAVATAN Partisi siyaset dışındadır. Bunda başta ben olmak üzere, Özal’ın ekibinin büyük vebali vardır. Bizler Milletvekili olarak ANAVATAN Partisinin kapanmasına ve Özal’ın emanetinin yok olmasına mani olmalıydık. Özal’ın insan hak ve hürriyetlerine, fikir, inanç ve teşebbüs özgürlüklerine verdiği önemi herkes bilmektedir. Özal şöyle derdi; “Bizim hakikat kıldığımız yere, onların hayali bile ulaşamaz”… Bugün Türkiye kötü yönetiliyor ve bağnazlığa, karanlığa, tek adam idaresine gidiyor. Oysa, böyle tek başına bir İktidar Türkiye’nin gelişip, yücelmesi için çok önemli icraatlar yapabilirdi. Hiç şüphem yok ki, Turgut Özal yaşasaydı bugün bambaşka bir yerde olurduk. 

14 Nisan 2014 Pazartesi

HUKUK DÜZENİ, YARGI VE YÜRÜTME; Nurullah AYDIN - 14 Nisan 2014

HUKUK DÜZENİ, YARGI VE YÜRÜTME
Nurullah AYDIN
Hukuk Düzeninde Adalet Kaosu yaşatılıyor.
Herkes, insan hakları, demokrasi, hukuk, adalet, ekonomi dersi vermekle meşguller. Birileri birilerine laf yetiştirme çabasında. Gazetecisi, akademisyeni, siyasetçisi konuşuyor. Akut çene enfeksiyonu (Ağız ishali) ülkeyi sarmış gibi.
İktidarı ile muhalefeti ile siyaset kurumu, saltanat sürmeye devam ediyor.
Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Yüksek Seçim Kurulu ve Uyuşmazlık Mahkemesi; görev yetki ve sorumluluk alanlarıyla hukuk devletinin yargı ayağını oluştururlar.
Yüksek Mahkemeler verdikleri kararlarla sürekli eleştiri konusu ediliyor. Peki ama neden?
Bir kesim diyor ki; Milli irade vardır, sandık karar verir. Seçilmiş mutlak otoritedir. Yargı da Seçilmiş otorite emrinde olmalıdır. Onun üzerinde yargı olamaz.
Bir kesimde tam tersini söylüyor. Hukuk devletinde siyasi iktidarın denetimi olmazsa çoğunluk diktatörlüğü olur. Yargı bağımsız olmalıdır.
Tartışma bu noktada yapılmaktadır.
Yargı; dün de eleştiriliyordu, bugün de eleştiriliyor. Değişen nedir ki? Adalet, hakkaniyet, dürüstlük, namusluluk, vicdanlar bir tarafa bırakılmış herkes kendi yandaşını korumak ve kollamakla meşgul!
Her konuda konuşan uzman var.
Ülkede yaşanan toplumda algılanan durum şu;
Bir kesimin iddiasına göre; yürütme açıkça yargıya müdahale ediyor. Hukuk devleti bir tarafa bırakılmış, gücün hukukuna dayalı kararlar, esef verici boyuttadır. Kurumlar olmaktan çıkmış, öç alma ve yandaşları koruma kollama kuruluna dönüştürülmüştür.
Şimdi bu yargı; hakka ve adalete göre karar veren dürüst namuslu hukukçulardan mı oluşuyor dersiniz? Lehe karar veren hakim savcı övüldükçe övülüyor, aleyhe karar veren hakim savcı ise suçlanıyor. Bu nasıl mantık böyle?
Yıpratma, sindirme, susturma, etkisizleştirme ve biat ettirme stratejisi tüm boyutlarıyla sürüyor.
Kurumlar arası çatışma, kurum içi çatışma kamuoyu önünde sürüyor.
Yetkililerin, meclisin meşruiyeti sorgulanıyor.
Kamuoyunda yanlış algı yaratılmaya çalışılıyor.
Şimdi bazılarına göre bunlar önemli değil. Ya ne önemli? Onlara göre; hukuk çalışıyormuş, nasıl çalışıyorsa!
Örgüt yöneticisinden birine Türkiye Cumhuriyeti devleti emekli milletvekili maaşı ödüyor.
Cezaevinde iken, terör örgütü üyesi olarak yargılanırken, milletvekili olarak seçilen kişi mecliste, maaş alıyor.
Demokratik ülkelerde görülmeyen dokunulmazlık garabeti güvencesi altında milletin maaşıyla suç işlemeye devam ediyorlar. Ama siyaset kurumu çalışmıyor, çalıştırılmıyor.
Bu durumda; siyaset kurumu görevini yapıyor mu?
Yönetim; herkes için adil bir şekilde işlemeli, işletilmelidir.
Yargı’da; kendi görevine göre işlemeli. Fazla konuşmamalı. Yargı‘yı gereksiz tartışmaların dışında tutmak gerekir. O da tamam. Ama ya siyaset kurumu?
Kamuoyunu yanıltıcı ve bilgi kirliliği olabildiğince siyasetçiler ve medya tarafından yapılıyor.
Unutulmamalıdır ki; ülkede suç işleme özgürlüğüne sahip dokunulmaz yüzlerce dosyalı bir meclis var. Bu meclis meşru mu? Şüpheli bürokratı, işadamı, gazetecisi var. 
Halk; adalet beklerken, kimin suçlu olduğunu bilmiyor veya unutuyor veya önemsemiyor. Sonrada adalet bekliyor. Ne diyelim: kendin ettin, kendin buldun.
14 Nisan 2014-ANKARA
GüNüN SözÜ: Korku olmazsa, cesaret olmaz.

11 Nisan 2014 Cuma

BEŞİKTEN MEZARA KADAR HİZMET: "BELEDİYECİLİK"

BEŞİKTEN MEZARA KADAR HİZMET:
BELEDİYECİLİK
Mustafa Nevruz SINACI
Bu makale 29 Mart 2014 Cumartesi günü kaleme alındı. Şimdiyse artık, adına “seçim” (!) denilen “usulen tefhim ve fiilen icra” işlemi sona erdi. Buna göre: Seçmen vasfını haiz pek çok vatandaş; Milli irade/kamu vicdanı, demokratik usul, adalet ve hukukla hiçbir ilgisi, alâka ve bağlantısı olmaksızın salt “parti sahipleri” tarafından bulunup atanan Büyükşehir, il, ilçe ve belde Belediye Başkanı, Belediye Meclisi ve İl Genel Meclisi Üyesi adayları (köy ve mahalle Muhtarlıkları hariç olmak üzere) cebren, hile ve dayatma yoluyla oylanmak suretiyle; İnsan hakları, adalet ahlâkı, demokrasi, hakkaniyet ve hukuk ilkelerine en aykırı biçimde;, Yani en açık dürüst anlatımıyla: “devletin sahibi millete rağmen” belirlenmiş oldu.
Üstelik böylesine aykırı, kamu vicdanı ve millet iradesine aykırı eylem; Devlet düzeyi ve mahalli idareler (yerel yönetim) bağlamında “en değerli varlığımız, ana unsurumuz ve milli hazinemiz olan” insan formuna doğrudan hizmet alanında ifa ve icra edildi. Daha açık ve net bir izahla: Görevi, beşikten mezara kadar “hiçbir karşılık beklemeden, sadece kamu yararı ve Yüce Yaratıcının rızası hürmetine” insan, hayvan, bitki, tarih, doğa ve kültüre hizmet olan bir alanda.; Hakiki sahip sıfatını haiz vatandaşların, kendilerini idare, şehri ihya, tabiatı ikame ve insan hayatını idame ettirecek kişi ve kadroları bizzat seçmesine izin vermemek çok büyük bir insanlık ayıbı, hak kavramı, adalet, evrensel hukuk ve demokrasi düşmanlığıdır.
Maalesef bunların tamamı, 01 Ocak 2014 ilâ 30 Mart 2014 tarihleri arasında tastamam vuku buldu!.. Hukuk çiğnendi, adalet ayaklar altına alındı, demokrasi ile kıyasıya alay edildi. Dahası, nedeni halâ anlaşılamayan (Ankara) Güven Parkı toplu taşım dolmuş parkı işgali gibi; Bu defa YSK önündeki eylemler bahane edilerek Mithatpaşa caddesi tamamen, bağlantılı yol, cadde ve sokak ise kısmen araç trafiğine kapatılarak, yüz binlerce vatandaş ile binlerce esnaf, hiçbir geçerli neden olmaksızın günlerce mağdur ve perişan edildi…       
Güvenpark işkencesinin sürmesi yetmezmiş gibi, burada da tam bir zulüm başladı…
MADEMKİ VAKİ OLDU!..
Evet, mademki zorlama, dayatma ve millete rağmen., Bu atama, cebren, hile ve desise ile onaylatmalar oldu; Öyle ise, bari atamaları fiilen gerçekleşen eşhas belediyeciliği öğrensin, halka hizmet/hak’a hizmettir söyleminin ifa ve icra makamı olan Köy ve Mahalle Muhtarlığı, İl Genel Meclisi Üyeliği, Belediye Meclisi Üyeliği, Büyükşehir ve il/ilçe Belediye Başkanlığı görevlerini hakkıyla ve lâyıkıyla yapsınlar...
Artık bu dönemden itibaren kimse deli domuzlar gibi rüşvet almasın; İnsan altı yaratık ve şahsiyetsiz, haysiyetsiz mahlûkata özenip ayırıcılık, kayırıcılık, yolsuzluk, hırsızlık, kanun ve kitap dışı suiistimaller, ihmaller, ihanetler yapmasın. Başta ŞEHİR EMİNİ (Şehrin onurlu ve sorumlu kayyımı, yediemini) olmak üzere: Yardımcıları, Meclis Üyeleri, bilumum memur ve hizmetlileri namuslu, şerefli, dürüst, üretken ve çalışkan olsunlar. Şehir / Kent yönetimine kimse, günümüzün nefret, fetret ve sosyal illeti siyaseti sokmasın. Her ne kadar göreve gelme biçimi bu (antidemokratik, adalet, rıza ve ahlâka aykırı) olsa da.; İlerde sistemin düzeltilmesi, ıslah ve adalete iblâğı çabasını elden bırakmadan “adam gibi adam, insan gibi insan, namuslu, dürüst ve demokrat” saydam/şeffaf bir faaliyet, hayrî ve hasbi gayret, fedakâr/vefakâr çalışma içinde olunması insanlık, onur/erdem ve sorumluluk gereğidir…
PEKİ, 
NASIL BİR BELEDİYE VE BELEDİYECİLİK?..      
Her şeyden önce bilinmelidir ki, Belediyecilik İslâmi ve İnsani bir kurumdur.
Demokrasi, insan hakları, adalet, hukuk ile buna mümasil bilumum hak, ödev/görev, sorumluluklar ile bilumum varlığa karşı vecibelerin odak noktası belediyeciliktir. Bu anlam ve bağlamda belediyecilik, “kesinlikle ve asla, adil-eşit ve makul bir vergi dışında başkaca bir bedel / ücret ve karşılık alınmayan” bütün hizmetlerin maliyet, imece ya da ikame yoluyla, en uygun ve ucuz şartlarda karşılandığı kamu yararı esaslı bir kurumdur. Ayrıca, günümüzde rant olarak nitelenen “kentsel değer artışı”nın adaletle paylaşıldığı bir yaşam alanıdır.
Şehirler için aile ne ise, devletler içinde Köy ve Belediyeler aynıdır. İleri ve medeni bir ülkenin köy, mahalle ve belediyeleri mamur, müreffeh, temiz, huzurlu ve güvenli; Geri kalmış veya az gelişmiş devletlerin mukabil yerleşim yerleri ise: Düzensiz, bakımsız, imarsız, pis, perişan, yaşanamaz bir halde ve her haliyle laçkadır. Hırsızın, yolsuzun ve yolsuzluğun olduğu yer, henüz şehir olamamış veya şehir vasfını yitirmiş pis ve necis bir viranedir.     
Dolayısıyla “şehircilik” yaşam kalitesi ile doğru orantılı olmak zorundadır.
Yaşam kalitesinin yüksek, “zenginlik ve fakirlik arasındaki açının dar”, emniyet, adalet, huzur ve güvenliğin tam olmadığı bir belde’de (yerleşim yerinde); Devletin gölgesi, Hükümetin yansıması hikmet ve kesinlikle bir belediye teşkilâtı yok demektir ki, bu durumda, şehir menfaat grupları, çıkarcı ve organize çetelerin eline geçmiş demektir…
BU NEDENLE!..
Köy, Belde, İlçe, Şehir ve Büyük Şehirler dâhil olmak üzere, ülkedeki bütün yerleşim yerlerinde: Öncelikle tarihi, doğal ve kültürel dokunun tam bir kadirbilirlik, tarihe, tabiata ve bütün canlılara karşı vicdan borcu, onur, erdem, sorumluluk, sahiplik şuuru ve kıskançlıkla korunması; Mümkünse, “orijinaline halel” getirmeksizin ihyası, bütün belediyelerin olmazsa olmaz görevi olup; Buna pınarlar, bütün su kaynakları, çay, dere, deniz, nehir ve göl’ler ile her türlü duru / stabil ve akar suların mutlak bir özenle korunması, sürekliliğinin kesinlikle sağlanması, sair atık, lâğım ve pislik karışımına izin verilmemesi dâhildir.
Aksi takdirde ilgili belediyede insan yok demektir.
BEŞİKTEN MEZARA KADAR HİZMET
Bir şehrin suyu tam bir güvenle içilemiyor; Altyapısı mükemmel işlemiyor; Göl, dere, nehir ve denizlere lâğım bağlanıyor, atık ve pis su veriliyorsa; Esnaf denetlenmiyor, üretici ile tüketici korunmuyor ve komisyoncu kontrol altında tutulmuyor; İmar/inşa/ihale ve sair hizmet karşılığı halktan rüşvet alınıyor, ayrımcılık / kayırmacılık yolsuzluk ve suiistimal yapılıyorsa; Her tür gıda maddesinin üretim, içerik (muhteva) ve satışında; Hileli katkılar, zararlı karışım, GDO, hormon ve sair kimyasal mazarrat müdahaleleri önlenerek “İnsan, Hayvan ve bilumum canlı sağlığı” özenle korunmuyorsa: Mezkür belediye başkanı ve bilumum yönetici ve meclis üyelerinin tamamı gâvur parası ile beş kuruş etmez demektir.
KÖTÜLER HAYIRSIZ, UĞURSUZ VE LÂNETLİDİR.
Ki, bu necis mahlûkata itaat ve itibar caiz olmadığı, vazife icraları gayrimeşru olduğu cihetle, her çareye başvurup, bu mazarratın şehir ile ikamet ve görev yönünden bağlantılarının kesilmesi; Sorumlular için mutlak bir vecibe, halk için ise meşru bir hak’tır.  
Ayrıca imar-inşa, sanayi-ticaret, çevre temizlik işleri; Hazır, imal ve yetiştirme ürün sağlığı, gıda-hijyen ve genel sağlık konusunda süreklilik arz eden takip ve disiplin; Hizmet sektörü, sanayi-ticaret, imalât ve inşaat alanında kâr oranlarının minimize edilerek denetimi; Fahiş fiyat, stokçuluk ve spekülâtörlüğün kesinlikle önlenmesi, ölçüde adaletin sağlanması, reel bütçe, kapıların halka açık olması…
Fakir-fukara, garip-guraba, yoksul, kimsesiz, engelli (sakat) vatandaşların sığınağı, kimsesizlerin kimsesi, çaresizlerin çaresi; Katılımcılık, öğrenci, sanayi, esnaf ve üniversite ile işbirliği, şeffaflık / saydamlık, halk eğitimi, yerinde değerleme kaydıyla kentsel dönüşüm;
İlim, kültür, sanat ve edebiyatta kitlesel teşvik, toplumsal ilerleme…
Ücretsiz veya ucuz mezar, doğumhane, hastane ve cenaze işlerinde kolaylık…
Toplu taşım ve kent içi ekonomik ulaşım; Dini/milli bayramların geniş katılımlarla kutlanması; Asgari konforu haiz ucuz konut ve işyeri üretimi vs. belediyelerin görevidir.
Belediyeler, varlık nedenleri ve asli görevleri nedeniyle kâr amacı güdemez; Rantla uğraşamaz ve aracılık yaparak hiçbir kişi, kurum veya kuruluşa; Makamdan, mekândan ve aslen halka ait imkândan menfaat sağlanmasına alet edilemez.
Velhasıl, belediyecilik hayrî ve hasbî bir iştir.
Yerinde hayır ve hasenat, mutlak surette ve ancak “yerli” tarafından bilinir.
Bu nedenle, her derece ve düzey belediye seçilenleri “yerli” olmak zorundadır.  

Nurullah AYDIN, 11 Nisan 2014 - ANKARA "PARALEL İNSANLAR"

Nurullah AYDIN, 11 Nisan 2014-ANKARA
PARALEL İNSANLAR
Paralel devlet, paralel yapı, paralel örgüt gündemde. Oysa paralel insanların olduğu heryerde paralel yapılanmalarda olur. Ötekileştirme algısı, paralel insanları da şekillendirir.
Ortada olan gerçek açık ve net; ya benden yanasın ya karşısın. Ya siyahız ya beyaz!
Bir salıncaktayız sanki. Hiç durmayan ya ötede, ya beride zincirlerinin bağlandığı direk eli aynı hizaya ulaşan, ortalarda yavaşlayamayan bir salıncakta.
Ya kahramanımız var, ya hainimiz.
Ya aşık oluyor, ya nefret ediyoruz. Ya mal mülk, debdebe, tantana, lüks içindeyiz.
Aşk ve nefret, siyah ile beyaz, gece ile gündüz, yaz ile kış arasında salınıp duruyoruz.
Nefretimizin hemen çizgisinde aşkımız duruyor.
Ya aşkımızı abartarak boca ediyoruz olur olmaz orta yere, ya kin kusuyoruz.
Ya düşman var bizim için ya da gözümüzü kapatıp kollarına atılacağımız dost.
Ya karanlıktayız sonsuza kadar, ya da gözlerimiz kamaşıyor aydınlıktan.
Ya donuyoruz ya yanıyoruz. Ara renkler, ara duygular, ara tonlar yok dünyamızda.
Ya kısayız ya uzun.
Kimimiz susmasını bilmiyor, kimimiz ağzını açmaz.
Kimimiz havadan nem kapacak kadar hassaslaştırmış almaçlarını, kimisinin ise kulak zarında katır yükü kadar nasır var.
Renklerden siyah ile beyazımız var. Ara renkleri kovmuşuz memleketten.
Muhteşem kahramanlar yaratıyoruz. Sonra foyası ortaya çıkınca onu nefret odağı yapıyoruz.
Mevsimlerden baharı hiç tanımıyoruz. Ya yazın kavurucu sıcaklığında çöl iklimindeyiz, ya da her şeyimize karlar yağdırıp kışın dondurucu soğuğunda tüketiyoruz kendimizi.
Görüntümüz konusunda da böyleyiz. Ya dev aynasında burnumuzdan kıl aldırmayacak kadar tepelerde pervaz ediyoruz, ya da kompleks, eksiklik, geri kalmışlık şarkısı söylüyor ya da öncekileri suçlamalarla geveliyoruz...
Denge denen kavramdan o kadar uzaktayız ki. Salıncak bizi hep tepelere çıkarıyor, yere yakın, ortaya yakın, mantığa yakın olmaya alışık değiliz. Hatta rahatsız oluyoruz. Reddediyoruz refleks olarak.
Hergün renk değiştirip, Acaba bu şu mudur diye telkinde bulunuyoruz topluma.
Kahramanlık tanımımızla, hainlik kavramı bitişik nizam yükseliyor dimağlarımızda. Hatta bir gecede bile birinden diğerine geçebiliyoruz. Bu şekil bir toplumuz nedense.
Türkiye’nin; dengesi bir tuhaf, dünü anlaşılmaz, bugünü karmaşık, geleceği karanlık mı?
Elbette değil.
Birleştirme yerine ayrışmayı, sevgi yerine nefreti, hoşgörü yerine öfkeyi yansıtanlar;haktan, hukuktan adaletten barışta kardeşlikten birlik ve beraberlikten bahsedemez.
Onlar ki; biz ve onlar diyerek insanları duyguda, düşüncede, inançta, yaşamda ayrıştıranlardır.
Onlar ki; toplumun birliğine, bütünlüğüne kardeşliğine dinamit koyanlardır.
Bölenler böldürenler, hak yiyen hak yedirenler, haksızlık yapan haksızlığa neden olanlar cezasız kalırsa, toplumdaki dengesizlik artar, huzur ve güven kaybolur.
Amaç; karanlık odakları, karanlık kişileri, anladıkları dilden karanlığa gömmek. Peki ama ya karanlık odaklar, karanlık kişiler kendileri ise, içiçe ise kim kimi karanlığa gömebilir ki.

Günün Sözü: İnsanlar arasında ayrıcalıklılar varsa, adalet, huzur ve güven yoktur.