30 Haziran 2016 Perşembe

"SİYONİST SÜNNİLER, SÜNNİ SİYONİSTLER" Yazan: Ahmet Kılıçaslan AYTAR (Katkılar: Serendip ALTINDAL & Ali Aslan DUMANOL)

SİYONİST  SÜNNİLER,  SÜNNİ SİYONİSTLER
Ahmet Kılıçaslan AYTAR
(Katkılar: Serendip ALTINDAL & Ali Aslan DUMANOL)
İsrail ve Filistin arasında 1967 sınırlarına harfiyen uymak yerine aralarında toprak değişimi yapabilmeleri ve "İsrail Devleti'nin Yahudi devleti olarak tanınması" temel konularında süren barış görüşmeleri;
İkide bir İsrail'in azınlık olarak kabul ettiği Filistin Özerk Yönetimi ile HAMAS arasındaki görüş ayrılıkları ve güvensizlikler,
Arap ülkeleri ve İran'ın sürekli müdahaleleri,
Arap Baharı süreci ve Suriye İç Savaşı nedenleriyle akim kaldı.
*
Nihayet ABD'nin İsrail'in güvenliğine yönelik taahhüdü çerçevesinde;
İsrail ile Filistinliler arasında sağlanacak iki devletli barış anlaşmasının desteklenmesi,
İran'ın nükleer silah ele geçirmesini önleyeceğine ilişkin verilen sözden geri dönülmeyeceği noktasında, Yeniden Filistin Devleti ile İsrail arasında eşit iki devlet olarak Barış Görüşmeleri'nin şartları oluşturulmaya çalışılıyor.
*
Ama ilerleyen süreçte İsrail'in etrafında, hepsi güvenliğini ciddi boyutta etkileyen şöyle bir tablo oluşmuştur:

1-Suriye dış politikası bağımsızlık, işgal durumunda Arap direnişlerinin desteklenmesi ve Filistin'in temel mesele olarak kabul edilmesi ilkesine dayanıyor.
Suriye'yi iç savaşa taşıyan olayların iç sorunlarla ilgili bir boyutu olsa da;
Bu yüzden İsrail'in çıkarlarına hizmet eden tutum ve politikalarıyla ABD ve müttefikleri ile Arap ülkeleri ve Türkiye'de AKP iktidarı, Suriye rejimini yıkmakta ortaklaşmış,
Kirli planlar ve komplolar düzenlemiş ve altından kalkılamaz bir iç savaşa yol açmışlardır.
*
2-İsrail'in ezeli düşmanı İran'ın nükleer programına ilişkin elde ettiği anlaşma, dünya politikasına eklemlenmesinin önünü açmıştır.
İran nükleer enerjiyi kullanma hakkını kabul ettirmiş ama nükleer silah elde etmeye çalışmadığını kanıtlamıştır.
Batı'nın ağır yaptırımlarının iptali İran'ın kendi doğal kaynaklarını kullanmasına ve ekonomik olarak ayağa kalkmasına neden olacağı ve Ortadoğu'da etki gücünü artıracağı biçiminde algılanıyor.
İran'a İslam devrimini yaygınlaştırmak üzere Filistin'de, Lübnan'da, Suriye, Irak ve Bahreyn'de etkisini sürdüreceğine kuşku bulunmuyor.
Anlaşmanın tek alternatifi İran'a askeri saldırıda bulunmaktır
*
3- Rusya Suriye rejiminin destekçisi olarak Suriye'de terörle mücadele ederken, tek taraflı tüm günahlardan Esad rejiminin suçlanmasının, işlenen insani hukuk ihlallerinin göz ardı edilmesi ve bu durumun BM Genel Kurulu'nda tek taraflı kararlarla kabul ettirilmek istenmesinden rahatsızdır.
Böylece BM merkezinde adalet ve ulusal çıkarlara saygı ilkelerine dayalı yeni bir küresel statü, bunu belirleyen yeni bir uluslararası hukuk talep ediyor.
ABD ise BM' yi yeniden yapılandırma görüşünün doğru olmadığını, dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunun Amerikan liderliği ve BM yapısı altında bu şekilde bir düzenle hayatlarına devam etmek istediklerini vurguluyor.
Aksi halde uluslararası anlaşmalar ve sözleşmelere uygun hareketle üzerine düşen sorumlulukları yerine getireceğini, bu değerlere saygılı olmayan ülkeleri ekonomik ve siyasal yaptırım mekanizmalarıyla cezalandırılacağını ifade ediyor.
Ama Rusya'nın Suriye'de bulunması Ortadoğu'da ABD'nin yıllardır sürdürdüğü jeopolitik yapının giderek dağılmasına neden oluyor.
ABD'nin bölgesel sisteminin askerî, sınaî ve malî merkezi rolünde stratejik ve daimî müttefiki olan İsrail kendini rahat hissetmiyor.
*
Sonuçta İsrail; Filistin sorununun çözümünde Başbakan B.Netanyahu'nun "Suudi Arabistan, İsrail'in bir düşmandan ziyade müttefik olduğunu görmektedir; çünkü ikisini de İran ve İŞİD gibi tehdit eden iki temel unsur vardır.
Eskiden İsrail-Filistin meselesini çözersek daha geniş olan İsrail-Arap meselesinin de çözüleceğini düşünürdük.
Şimdi bunun tam tersinin geçerli olabileceğini düşünüyoruz.
Yani şu anda Arap Dünyası ile vuku bulmakta olan bu ilişkileri geliştirmek aslında İsrail-Filistin meselesini çözmemize yardım edebilir.
Biz de tam olarak bu amaca yönelik çalışıyoruz " stratejisi yönünde ilerliyor...
*
B.Netenyahu'nun  Suudi Arabistan odaklı Arap Dünyası ile geliştirdiği ve yürüttüğü ilişkilere dayandırdığı bu strateji;

1- Öncelikle İsrail'in yakın gelecekte HAMAS'la, sonra İran'la doğrudan bir savaş yaşayabileceği olasılığını  asla ihmal etmiyor.
2- Ardından İsrail ve Suudi Arabistan işbirliğinin ürünü olarak, Sünni Arap ülkelerinin İsrail'i bir Yahudi devleti  olarak tanıması karşılığında Filistinlilerle kapsamlı bir barış anlaşması yapılabilmesini amaçlıyor...
*
2002'de Suudi Kral Abdullah tarafından Beyrut'ta Arap Birliği zirvesinde sunulan Arap Barış Girişimi  esas alınıyor.
Arap Barış Girişimi;
1-İsrail'in 1967 savaşında işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesini,
2-BM Güvenlik Konseyi'ne 194 sayılı karar çerçevesinde Filistinli mülteciler sorununa adil bir çözüm için çağrıda bulunulmasını,
3-1967 sınırlarında kurulacak ve başkenti Doğu Kudüs olacak bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını öngörüyor.
*
Buna göre, Filistin tarafı Yahudi bölgesinin ve Batı Duvarı'nın Ağlama Duvarı kısmının hâkimiyetini İsrail'e devredecek, eski şehrin kalan kısmındaki hâkimiyetini koruyacaktır. 
Kurulacak Filistin devleti savunma amaçlı olarak silahlanabilecek, kendi hava sahası ve karasuları olacaktır.
Karşılığında, Arap ülkeleri Arap-İsrail çatışmasını bitmiş kabul edecek ve İsrail ile kapsayıcı bir barış sürecine girilirken İsrail ile normal ilişkiler kurulacaktır...
*
Arap Barış Girişimi'nin bu stratejisi paralelinde;
İsrail'in kumandasında, Arap Ligi himayesinde NATO uzantısı ortak bir Arap Savunma Ordusu,
Ardından terörle mücadeleye yönelik Suudi Arabistan merkezli ve nüfusunun çoğunluğu Sünni Müslüman ülkeler arasında savunma paktı benzeri bir koalisyon kurulmuş bulunuyor.
Bu suretle;
1- İsrail'in çıkarlarına hizmet eden Sünni Arap ülkelerinin tutum ve politikalarında ortaklık sağlanıyor.
Yani İsrail Sünnileşiyor, Sünniler Siyonistleşiyor!
2- Suudi Arabistan'ın, İran'ın Şii hilâliyle yayılma stratejisine karşı Şiiliğin bulunduğu her yerde etki alanını arttırmasının ve Şiiliğin yayılmasına karşı kalkan oluşturmasının önü açılıyor.
3-Ortadoğu'daki güç merkezi Suudi Arabistan ve İran arasında dağıtılırken, bölgede Sünni Arap ülkeleri ordusunun gerektiğinde doğrudan doğruya Şii İran ordusuyla karşı karşıya kalması öngörülüyor.
*
1955' te Sovyetler Birliği'nin Ortadoğu'ya nüfuz etmesini önlemeye yönelik olarak NATO'nun  bir uzantısı olarak kurulan "Bağdat Paktı"nın yeni bir açılımı hayata geçirilmiştir.
Bu kez İran; hem SSCB'nin o dönemki rolünü üstlenmiş hem de Ortadoğu'da nüfuz ettiği alanlarda karşısında  Suudi Arabistan liderliğinde Sünni Arapların oluşturduğu NATO'nun uzantısı bir savunma örgütü bulacaktır.
*
Bu noktada Türkiye'de AKP İktidarının pozisyonu ise Medeniyetler İttifakı, Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda İsrail ile ilişkilerini özde; İsrail'e mutlak itaat çerçevesinde,
Sözde ise kimi zaman, İran'ın İsrail'e ağır söylemlerini kompanse etmek,
Kimi zaman, Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı Müslüman Kardeşler Örgütü siyaseti doğrultusunda kalmak,
Kimi zaman, HAMAS örgütüne yakın davranıp İsrail-Filistin sorununda suret-i haktan görünmek,
Kimi zaman, Suriye'de savaşan Sünni İslamcı terör örgütlerine rol kesmeye yönelik ilkesiz- pragmatik bir siyaset yürütmekten geçiyor.
*
Şimdi altı yıllık husumetin ardından İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkilerin tamamen normalleştirilmesi amacıyla açıklanan uzlaşı anlaşması,
İki ülke arasındaki istihbarat ve güvenlik işbirliğini yeniden başlatacak ve ortak askeri tatbikatları, enerji ve savunma alanlarındaki yatırımları beraberinde getirecektir.

1- Türkiye NATO üyesi,şimdilerde de Arap Savunma Ordusu üyesidir.
Bu suretle Türkiye; İran'ın Afrika Boynuzu'nda, Kızıldeniz'de, Akabe Boğazları'nda, İsrail ve Mısır'ın Akdeniz kıyılarında yayılmacı adımlarına karşı bir Sünni hat çizilmesinin görevlisidir.
Buysa Laik Türkiye Cumhuriyet Ordusu'nun antiemperyalist ve bağımsızlıkçı karakterine tam ters Sünni ordu karakterine dönüşmesi anlamına gelir.
2- Hem NATO,hem Arap Savunma Ordusu üyesi Türkiye vasıtasıyla İsrail, NATO'ya tam üye olacaktir.
3- Anlaşma diplomatik bir protokol olmaktan öte İsrail ile Türkiye ilişkilerine askeri ve istihbari bir boyut getiriyor.
Uygulamalar siyasi mevki sahiplerine değil, iki ülkenin askeri ve istihbarat servislerinin başındakilere bırakılıyor.
4- Türkiye ve İsrail arasında kurulacak olan çift taraflı istihbarat mekanizmaları, İran'la ilgili girdileri bir araya getirecektir.
5- Türkiye, HAMAS'ın İsrail'e karşı eylemde bulunmasına izin vermeyecektir.
6- Türkiye Doğu Akdeniz'de Tamar ve Leviathan bölgesinde bulunan İsrail doğalgazının Avrupa'ya satılması konusunda öne çıkmaktadır.
Anlaşma ile birlikte İsrail ve Türkiye, iki ülke arasında kurulacak ve İsrail'in Türkiye'nin desteğiyle doğalgazını Avrupa'ya satmasını sağlayacak olan bir doğalgaz boru hattı inşa etmek için resmi görüşmelere başlayacaktır...
7- Anlaşma, birbiriyle bağlantılı bir dizi anlaşmanın habercisi olarak tasarlanmıştır, sırada Türkiye- Mısır ilişkilerinin normalleştirilmesi bulunuyor.
*
Bu suretle İsrail, bölgenin güçlü ordusu TSK'ya el koymuş,
TSK'nın antiemperyalist ve bağımsızlıkçı karakterini Sünni İslam karaktere büründürerek kimliksiz bırakmış,
Medeniyetler İttifakı doğrultusunda Türkiye düşün hayatını İslam'dan İslamcılığa indirgemede çok uzun bir yol almıştır.
Siyonizm önce Türklük'e, şimdi İslam'a bir yılan gibi sinmiştir.
*
Eh! Atatürk Milliyetçiliği, Türklük, TC Devleti sona ermiş sıra İslam Dini'ne kalkışmaya gelmiştir.
Re-cep Tay-yip Er-do-ğan, Re-cep Tay-yip Er-do-ğan...
30.6.2016
Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com
**
Yorum:
Atatürk Milliyetçiliği, Türklük, Türkiye Cumhuriyeti asla sona eremez. Ve Siyonizm Türklüğü'e sinemez, olsa olsa Türkleşir. Şayet medeniyetler banisi Türklük biterse esasen bu yazıların da hiç bir kıymeti harbiyesi kalmaz çünkü. Bugünden itibaren buna inanan tüm TÜRK milliyetçileri, yazmayı bıraksınlar o halde. Diğerleri yazmaya devam edebilirler şüphesiz.  Bir değil; bir kaç bin Tayyip Erdoğan'ın bile Türklüğü bitirmeye muktedir olmadığını adım gibi bildiğim için, ben kendi adıma yazmaya devam edeceğim anlaşılan...

27 Haziran 2016 Pazartesi

MEHMET ARİF DEMİRER ::: "2 HAZİRAN 2016 GÜNÜ ERMENİ SOYKIRIM İDDİALARINI İÇEREN ÖNERGEYİ KABUL EDEN SAYIN BUNDESTAG ÜYELERİNE AÇIK MEKTUP"

2 HAZİRAN 2016 GÜNÜ ERMENİ SOYKIRIM İDDİALARINI İÇEREN ÖNERGEYİ KABUL EDEN SAYIN BUNDESTAG ÜYELERİNE
AÇIK MEKTUP
Mehmet Arif DEMİRER
Hayatta ilk ücretli işim 1958 yılında, 18 yaşımda, Cambridge Üniversitesi’nde mühendislik öğrenimime başlamadan hemen önce, ‘Praktikant’ olarak Essen şehrinde Krupp şirketi ile idi.
Haziran ayında Essen’e gelen üst düzey bir Türk bürokratın eşine refakatçi mütercim olarak yardımcı olmuş, bu sayede hem Villa Hügel’deki yemeklere katılmış hem de Alfried Krupp von Bohlen und Halbach ile tanışmıştım. (Fotoğrafta beyaz ceketli genç adam, bugün76 !)
Eylül ayında Türkiye Büyükelçisi İksel’in Rolandseck’teki rezidansında bir resepsiyonda Başbakan Adenauer’ı gördüğüm için de kendimi çok mutlu hissettiğimi hatırlıyorum.
Beş yıl sonra, Dipl. Ing. olarak yine ilk görevim Münih’te Siemens A. G. şirketi ile idi.
Yıllar sonra yirmi yıl, 1975 – 1995, Avusturya’nın Steyr Daimler Puch A. G.’nin traktör konusunda Türkiye temsilciliğini yaparken ülkenizi sık sık ziyaret ettim.
Kısaca ülkenizi, Alman insanını, kültürünüzü ve tarihinizi İYİ bilen bir kişiyim.
Gençliğimin hobby’si 2. Dünya Savaşı idi. 2014 yılından beri bu konu üzerinde çalışıyorum, kitaplarım yayımlanıyor ve üniversitelerde konferanslar veriyorum. Bu bağlamda da NAZİ’leri ve faaliyetlerini yakinen incelemek fırsatım oldu.
Son olarak, ülkenizi 5 yıl Türkiye’de onurla ve başarı ile temsil eden von Papen’i ellili yıllarda tanımak bahtiyarlığına da erişmiş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım.
Sayın Üyeler, 2 Haziran 2016 tarihli kararınızı okudum, Almanca, İngilizce ve Türkçe olarak. Bir de şerefli bir subayınız olan Fritz Carl Endres’in 1916 yılında Münih’te yayımlanmış die Türkei başlıklı kitabını okudum, hem de birkaç kez ve çok dikkatli olarak.
Kararınıza göre Osmanlı Devleti yetkilileri “1915 – 1916 döneminde” (Dönemi 24.4.1915 – 31.12. 1916 tarihleri arasında 20 ay olarak kabul ediyorum) “bir milyonu aşkın” Ermeni’ye soykırım uygulayarak öldürtmüş. Bunu da 1 milyon diye kabul ediyorum. Soykırım sonucu hayatını kaybeden Ermenilerin sayısı ayda 50 000 olarak hesaplanıyor. (devamı yarın)
Sizler; soykırım nedir, soykırım uygulamasında çok sayıda insan (Polonya’da 3 milyon kişi; tarihi bir dünya rekorudur) nasıl öldürülür sorusunun cevabını dünyada en iyi bilen kişilersiniz. Unutmuş olamazsınız. Çünkü, Almanlar, bu konuda, bir daha benzerinin yaşanmayacağını umduğum bir deneyim sahibi olmuşlar ve özellikle kitlesel insan öldürme konusunda uzmanlaşmışlardı.
Şimdi, şöyle bir hesap yapıyor ve işin içinden çıkamıyorum:
Polonya’da 5 yılda (1940 -1944) ve 2. Dünya Savaşı’nın insan öldürmek konusunda en son teknolojilerini kullanarak, 1915 yılı Anadolu’nun fiziksel koşulları ile kıyaslanamayacak ölçüde daha geniş teknik donanıma sahip iken, ayda yine (tesadüfe bakınız !) 50 000 Yahudi öldürülebilmiş. Üstelik NAZİlerin ırkçılığa dayalı bir ulusal genosit politikası ilan edilmiş olmasına rağmen Hitlerin güçlü Reich’ı ayda 50 bin kişi öldürebilmiş. .
1915 yılında, Almanya’nın müttefiki olarak, Karadeniz’e geçip Almanya’nın en büyük düşmanı olan Rusya’ya yardım götürmek isteyen İngiliz ve Fransız donanmalarını ölmek pahasına (kendi subaylarınız o olayın canlı tanıklarıdırlar) Çanakkale’den öteye geçirmemek için 150 bin askerini Gelibolu yarımadasına hapsetmiş Osmanlı, hangi teknoloji ile, doğru dürüst yolu bile bulunmayan doğu ve güneydoğu Anadolu coğrafyasında, hangi silah ve askerlerle ayda 50 bin Ermeni’yi katletmiş olabilir?
Bakınız Alman subayı Binbaşı Fritz Carl Endres 1915 yılında İmparatorluktaki toplam 1.3 milyon Ermeni hakkında neler yazmış:
 “Bütün Türkiye’de Ermeniler de benzer (Rumlarla kıyaslıyor) bir rol oynarlar. Ari ırktan eski bir kültür halkı olan Ermeniler, Küçük Asya’nın doğusunda yerleşmişlerdir. Fakat Ari ırkının tüm özelliklerini, hep tipoloji olarak hem de tavır ve davranış olarak kaybetmişlerdir… Komşuları göçer Kürtlerle bitmek bilmez anlaşmazlıkları ve Anadolu’ya yönelik sinsi İngiliz siyasetindeki rolleri yüzünden giderek artan biçimde bugünkü Türk devlet yapısının esas gündemini teşkil ediyorlar… Ermeni sorununun makul bir biçimde çözülmesi, onların milli bir devlet düşüncesinin gerçekleştirilmesinde gönüllü beraberliğinin sağlanmasında yatıyor. Böylesi bir çözüm yolu, söz konusu devlet düşüncesi için büyük bir avantaj da olabilecektir.
“Nüfusları bir milyondan daha fazla olan Kürtler de, genel olarak Ermenilerin güneyinde yaşarlar… geri kültür seviyesinde, vahşi ve gaddardırlar…”
Endres, Osmanlı imparatorluğunda Ermeni ve Kürt toplam nüfusunu 2 357 bin olarak vermiş. Kürtleri 1 milyon 57 bin olarak kabul edersek geriye 1 milyon 300 bin toplam Ermeni nüfusu çıkıyor. Ayrıca İstanbul şehrinde 180 bin Ermeni yaşıyormuş. Kimse kılına dokunmamış.  
Bunu yazan ve 1916 yılında Bavyera Prensine ithaf ederek yayımlayan, bir Alman kurmay subay, 3 yıl (1912 – 1915) Osmanlı ordusunda görev yapmış.
Tehcir kararı nedeni ile Kuzeydoğu ve Doğu Anadolu’dan Suriye’ye doğru ilerlerken, tüm askerleri Çanakkale dışında Irak, Filistin ve Romanya cephelerinde konuşlandığı için Anadolu’yu boş, askersiz, bırakmak zorunda kalan Osmanlı ordusunun bu durumu sonucu, meydanı boş bulan ‘vahşi ve gaddar Kürtler’, Ermenilerle bitmek bilmez anlaşmazlıklarına yenik düşerek, öyle ayda 50 bin değil ama, örneğin, beş bin Ermeni öldürmüş olamaz mı?
Sayın Üyeler, bu sorular benim kafamı karıştırdı: Yüksek Nazi Teknolojisi ile derli toplu Polonya’da, ilan edilmiş ulusal soykırım politikası kapsamında,  ayda ancak 50 bin Polonyalı Yahudi. Buna karşı askersiz-silahsız ve motivasyonsuz Anadolu’da ayda elli bin Ermeni?
 Pek inandırıcı gelmiyor. Adam gibi bilimsel bir araştırma yapmadan, dedikodulara (Morgenthau – Johann Lepsius kaynaklı) dayalı bir Bundestag Kararı’nı 2016 yılı Almanya’sına, saygın devlet adamı Adenauer’in torunları sizlere, yakıştıramadım.
EİN OFFENER BRIEF AN DIE BUNDESTAGSMITGLIEDER, DIE AM 2 JUNI 2016, DIE BEHAUPTUNG ÜBER DEN VÖLKERMOND AN DEN ARMENIERN AKZPETIERTEN.
Mein erster bezahlte Job im Leben hatte ich 1958, als ich 18 Jahre alt war als Praktikant bei der Firma Krupp in Essen.  Das war kurz vor dem Beginn meiner Ingenieurausbilding  an der Universität Cambridge.
Während dessen begleitete ich die Frau eines hochränkigen Beamten aus der Türkei als Dolmetscher in Essen im Juni und so nahm an einigen Abendessen in der Villa Hügel teil und lernte Alfried Krupp von Bohlen und Halbach kennen. (Der junge Mann in weißer Jacke auf dem Foto, ist heute 76!)
Ich habe auch in Erinnerung, wie glücklich ich mich fühlte, im September den Kanzler Adenauer bei einem Empfang des türkischen Botschafter Iksel (mein Onkel) an der Residenz in Rolandseck gesehen zu haben.
Fünf Jahre später, mein erster Job als Dipl. Ing war wieder in Deutschland, bei Siemens A.G. in München.  Viele Jahre später, als ich zwischen 1975-1995 bei der Firma Steyr Daimler Puch A.G. in Österreich arbeitete, besuchte ich Deutschland wieder regelmäßig.
Noch als letztes bin ich ein Staatsbürger der türkischen Republik, der das Glück hatte, in den fünfziger Jahren, Herrn von Papen kennenzulernen, der Deutschland 5 Jahre lang in der Türkei mit Erde und Erfolg vertreten hat.
In Kürze, kenne ich mich mit Ihrem Land, Ihrer Mentalität, Ihrer Kultur und Geschichte gut aus.
Der zweite Weltkrieg war meine Jugendhobby und seit 2014 arbeite ich wieder an diesem Thema.  Ich veröffentliche Bücher und gebe Vorträge an Universitäten. In diesem Zusammenhang hatte ich die Gelegenheit, die NAZIS und ihre Aktivitäten genau zu untersuchen.
Geehrte Bundestagsmitglieder, ich las Ihr Urteil vom 2 Juni 2016 in Deutsch, Englisch und Türkisch. Ich las auch ein paar Mal und sehr vorsichtig das Buch vom ihren ehrenvollen  Offizier Franz Carl Endres, das 1916 in München ein wichtiges Buch mit dem Titel “die Türkei” veröffentlicht wurde. 
Laut Ihrem Entschluss, ermorderten die Beamten des Osmanischen Reiches während "1915 - 1916 Periode" (diese Periode berechne ich als 20 Monate zwischen 24.04.1915 - 31.12.1916) "über eine Million" von Armeniern durch Völkermord. Dies berechne ich als 1 Million. Die Zahl der Armenier, die während des Völkermordes ihr Leben verloren, wird monatlich auf 50.000 geschätzt.
Sie wissen am besten in der Welt, was Völkermord ist, wie zahlreiche Menschen durch Völkermord getötet werden, (3 Millionen Menschen in Polen ist eine historische Weltrekord).  Sie können es nicht vergessen haben.  Da Deutschland in diesem Bereich eine Erfahrung gewonnen hat, die hoffentlich nie mehr in ähnlicher Weise erlebt werden wird und die Deutschen insbesondere auf Massenmord sehr viel gelernt haben.
Ich versuche es zu verstehen, komme aber nicht klar.
In Polen in 5 Jahren (1940 -1944) und sogar durch den Einsatz neuester Technologien des Zweiten Weltkriegs in Bezug auf Tötens, wo die technische Ausstattung viel umfangreicher war als die anatolischen Bedingungen 1915, betrug die Anzahl der ermorderten monatlich 50.000 Juden. Trotz der Verkündung einer Nationalpolitik von NAZIS, die sich auf Rassismus beruhte, konnte das mächtige Reich von Hitler 50.000 Menschen im Monat töten.
1915, als Verbündeter von Deutschland, stationierten die Osmanen 150 000 Soldaten an Gallipoli, um die britischen und französischen Flotten davon zu verhindern, durch das Schwarze Meer nach Russland, dem größten Feind Deutschlands, Unterstützung zu bringen.  (Ihre deutsche  Offiziere sind die  lebenden Zeugen dieser Ereignisse).  Wenn dies der Fall ist, wie konnten die Osmanen die Ausstattung, Waffen und Soldaten zur Verfügung haben, um 50.000 Armenier monatlich in den tiefsten Ost- und Südostanatolien zu töten?
Hier ist ein Ausschnitt von dem, was der deutsche Offizier, Major Franz Carl Endres, 1915, über 1.5 Millionen Armenier im osmanischen Reich schrieb:
"In der ganzen Türkei, spielen die Armeniern, wie die Griechen eine ähnliche Rolle. Armenier, ein altes Volk der arischen Kultur, sind in der östlichen Kleinasien angesiedelt .  Aber sie verloren die Merkmale der arischen Rasse, bezüglich Typologien, sowie Einstellungen und Verhaltensweisen. Wegen ihrer endlosen Streitigkeiten mit ihren wandernden kurdischen Nachbarn und ihrer Mitwirkung bei der heimtückischen Politik von Groß Britanien gegenüber Anatolien, repräsentierien die Armenier zunehmend den wichtigsten Punkt der Tagesordnung des derzeitigen türkischen Staates.  Eine vernüftige Lösung des Armeniern Problem liegt in freiwilliger Zusammenarbeit von Armeniern um Bildung eines nationalen Staates. Eine solche Lösung würde auch ein großer Vorteil für den sogenannten Staat.”
“Die Kurden mit ihrer mehr als eine Million Bevölkerung, leben im Allgemeinen südlich von Armeniern  ... kulturell sind sie weniger entwickelt, sie sind wild und grausam ..."
Endres hat die Gesamtbevölkerung der Armeniern und Kurden im Osmanischen Reich als      2 357 000 angegeben.  Wenn wir die Kurden als 1 057 000 annehmen, wird die Bevölkerung von Armeniern 1 300 000 betragen.  Ausserdem lebten 180 000 Armenier in Istanbul, wo sie nicht belastet wurden.
Dies wurde von einem deutschen Stabsoffiziere geschrieben und 1916 mit der Widmung an den bayrischen Prinzen veröffentlicht. Dieser Offizier diente 3 Jahre (1912-1915) in der osmanischen Armee.
Um die Deportationentscheidung zu folgen, wanderten die Armenier vom Nordosten- und Ostanatolien nach Syrien. Währenddessen waren die osmanischen Soldaten entweder in Çanakkale, oder in Irak, Palästina und Rumänien stationiert.  Anatolien war leer, unbewachnet und ohne Soldaten.  Kann es sein, dass die “wilden und grausamen” Kurden die Situation ausnützen wollten und ihre endlosen Streitigkeiten mit Armeniern zu erliegen vielleicht nicht 50.000 aber 5.000 Armeniern monatlich ermorderten?
Geehrte Mitglieder, diese Fragen haben mich verwirrt: Mit Hilfe von neueren Ausrüstung der NAZI Zeit, in moderneren Polen, unter der Verkündung einer Nationalpolitik für Völkermord betrug die Anzahl der toten polnischen Juden monatlich 50 000.  Wie kann im Gegensatz in Anatolien die Anzahl der toten Armeniern das gleiche sein, ohne Waffen, Soldaten und Motivation?

Ist es nicht plausibel. Im Jahre 2016 sollte eine Entscheidung des Bundestages sich auf wissenschaftlichen Forschungen beruhten, nicht auf Gerüchte (Morgenthau - Johann Lepsius Herkunft).  Als Enkelkinder des angesehenen Staatsmann Adenauers sollten Sie besser recherchieren.
***
1981 YILINDA ADALET GAZETESİNDE YAYIMLANAN BİR YAZI
Mehmet Arif DEMİRER5
1974 – 1982 yılları arasında ADALET Gazetesinde BİZ BİZE BENZERİZ başlıklı köşemde yazılar yazmıştım. Bir yazımın başlığını hatırladım: Türk Tarih Kurumu'na düşen Görev. Yazıda bakınız neler önermişim:
“Türk Tarih Kurumu'nu tarihi araştırmalar yapmak üzere Atatürk kurmuştur. 1981 yılı Atatürk Yılı'dır. Bu yıla aynı zamanda 'Ermeni Teröristlerinin Yılı' da demek mümkündür. Çoğu Beyrut doğumlu, tarihi geçerliğini araştırmak gereğini duymayan, 25 yaşlarında Ermeni teröristler 1981 yılında artan bir şekilde Türk diplomatlarına karşı eylemler tertiplemişler bilmedikleri olayların intikamını almak hevesi ile kan kusmuşlardır. Bu eylemlerin gerisinde kimler vardır? Eylemleri kim finanse etmektedir? Dahası Ermeniler “intikam alıyoruz” derken neyin ve kimin intikamını almaktadırlar?
“1981 yılında Ermeniler, bilinmeyen kaynakların da desteği ile günden güne yeşererek Türk diplomatlarını hedef almaya devam etmektedir.
“1981 Atatürk yılında, tarihi gerçeklerin su yüzüne çıkmasından yana olduğu için Türk Tarihi Kurumu’nu kuran Büyük Atatürk’ün de samimi bir arzusu olacağından hiç şüphe etmediğimiz, bir görev düşmektedir; Türk Tarih Kurumu’na: Ermeni olaylarının tarihi gerçeğini uluslararası bir düzeyde ele alarak ortaya çıkarmak ve yapılacak tüm araştırmaları büyük bir tarafsızlık ve bilimsellik içinde yaparak dünya kamuoyuna arz etmek. Bu amaçla çeşitli uluslararası bilim adamlarını (varsa Ermenileri de) tebliğ vermek üzere davet etmek ve en az iki yabancı dilde yayın yapmak…
“Konu ile o tarihte ne Türk Tarih Kurumu ne de başka bir yetkili ilgilendi. Bizler de takipçisi olmadık.” Bu yazının son cümlesinin tarihi 2000 yılı. ADALET’teki köşe yazısını Demokrat Türkiye Dergisine taşımışım, 2000 yılında. 1981 yılında ben de çoğu yazarlarımız gibi  BEN yerine BİZ diye yazardım !
Türk Tarih Kurumu Ermeni sorunu ile ilgili çok kitap vd. yayımladı ama İngilizce yayın ben görmedim. Daha çok çeviriler ve Türk yazarlarının Türkçe yayınları.
Bu arada saymak ve hatırlamak istemediğim kadar yabancı ülkenin parlamentosundan “Türkler, en az bir milyon Ermeni’yi soykırım uygulayarak öldürmüştür” iddiasının kabulü kararı çıktı. Yani, Ermeni iddiaları doğrulanıyor. Bu gidişle 50 yıl sonra NAZİ Almanya’sı ile 1915 Osmanlı devleti ikiz kardeş ilan edilecek. Nokta.
Digitürk’te son aylarda birkaç kez verilen çok güzel bir film vardı: UNITED. 1958 yılında uçak kazası geçirerek oyuncularının hemen hemen tümünü kaybeden Manchester United’ın öyküsü. Filmde antrenör yeni futbolculara çok basit bir anlatımla nasıl gol atılacağını anlatıyor: “Topu alacaksın. Pasını vereceksin. Golü atacaksın !”
İşte böyle yalın düşünen insanlara 1915 yılında Türklerin Ermenilere soykırım uygulamadıklarını anlatarak anılan parlamento kararlarını ters yüz etmek durumundayız. Bunun en yanlış yöntemi de söze, “Ama onlar da daha çok sayıda Müslüman Türk öldürdü” ile başlamaktır. Dinlemiyorlar bile.
Önerim: “Türkiye’de 1.5 milyon Ermeni vardı” (“Topu alacaksın”), “Tehcire gönderilen Ermeni sayısı 500 binden azdı” (“Pasını vereceksin”) ve “Tehcir sonunda Suriye’ye en az … bin Ermeni sağ salim varmıştı” (“Golü atacaksın”). Bugün “1.5 milyon Ermeni” üzerinde bir mutabakat var gibi. Diğer iki konu üzerinde yoğunlaşmalıyız, ki tükürdüklerini yalasınlar…  

22 Haziran 2016 Çarşamba

BİR KIYAMET TABLOSU - Ahmet Kılıçaslan AYTAR

BİR KIYAMET TABLOSU
 Ahmet Kılıçaslan AYTAR
Uluslararası  dengeler ABD, Rusya ve Çin'in gerek ekonomik, gerekse siyasi alanda hem bölgelerinde hem de küresel bazda artan güçleri beraberinde yeni askeri ve ekonomik birliktelikler ortaya çıkarıyor.
*
Sovyetler Birliğini çevrelemek üzere bir askeri ittifak organizasyonu olarak kurulan Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO),
ABD'nin askeri stratejisini makul savunma sistemi, güne özgün nitelikleri, esnekliği ve etkili partnerliğe uygun olarak kabul etmesi ve Stratejik Konsepti'ni bu düzlemde belirlemesiyle,
ABD'nin küresel askeri organı haline gelmeye çabalıyor...
*
Rusya yaşam standartlarının oluşturulmasında ekonomisi ve geleceğini, lider ve bütün Avrasya'nın çekim merkezi olma yeteneğine bağlamıştır.
NATO'nun Füze Savunma sistemleriyle sınırları dibine yaklaşmasını ulusal güvenliğine tehdit kabul ediyor.
Rusya, ABD'nin tek kutuplu dünya düzenine karşı çıkmada uzak çevreyi kapsar yeni askeri doktrinini işletiyor.
Atlantik-Avrupa gerilim yükseliyor.
*
NATO kapsamında olmayan Çin'in küresel güç olmak hedefine karşı ABD, bu hedefe de odaklanmıştır.
Bu durum iki ülkenin üçüncü ülkelerle işbirlikleri geliştirmesine,askeri ağırlık ve etkinliklerini artırmasına neden oluyor.
Asya-Pasifik' te gerilim yükseliyor.
*
Yükseliyor ama gelişen teknolojik gelişimler nedeniyle askeri stratejiler de değişiyor.
Bugün askeri stratejide Akıllı Savunma Sistemi denilen ve manevra savaşlarına ağırlık verilen bir yöntem uygulanıyor.
Amaç; çatışma ile düşmanın gücünden sakınmak fakat düşmanın hızlı ve saldırgan biçimde zayıflıklarını ortaya çıkararak en fazla zarar verecek yerinden vurmak, fiziki ve moral olarak etkisizleştirmek ve yıkmaktır.
Tıpkı İsrail'in Filistin'de HAMAS'a uyguladığı gibi hedef düşmanın tüm güçlerini yok etmek değil, aksine etkili ve koordineli bir şekilde savaşmalarına engel olunmasıdır.
*
Ne ki, sistemin yüksek teknolojiye dayanması, alt sistemlerinin çokluğu ve karmaşıklığı, bakımı ve işletilmesinde rafine personel ihtiyacı çok pahalıya mâlolmasına neden oluyor.
Bu yüzden NATO'nun mali krizdeki üyelerinin savunma bütçelerinde kaynaklarını birleştirmesi, paylaşması, ulusal değil uluslararası çapta projelerde ortaklaşması gerekiyor...
*
NATO İttifakı üyeleri, toplamda 35 trilyon dolarlık bir GSYİH'ya sahiptir.
Ama üye ülkeler mali kriz, yetersiz rekabet, beraberinde tasarruf önlemleriyle ulusal savunma yatırımlarını azaltıyor.
Bu durum NATO'nun caydırma kapasitesini riske atacak düzeyde etkiliyor.
NATO savunması için yıllık olarak 700 milyar doları ABD'den olmak üzere sadece 1 trilyon  dolar harcanıyor.
*
Halbuki, sadece Rusya'ya karşı oluşturulacak yıllık 2,7 milyar dolarlık ek maliyetlerle varılabilecek  bir caydırıcılık gerekiyor.
Bu yüzden ABD, türlü felâket senaryolarıyla NATO üyesi ülkelerin bu düzeneğe katkısını teşvik ediyor.
Eh! Ek maliyetler dostunda düşmanın da maliyetlerini yükseltiyor, kapitalist ahlâkla birlikte insanlık çürüyor...
*
Her defasında ABD niyetini gizlemek için ilk saldırının Rusya'dan geleceği ilkesinden hareket ediyor.
İşte NATO, 06-17 Haziran 2016'da, Rusya ile bir askeri çatışma tehlikesini arttıracak şekilde,
Doğu Avrupa'da Polonya Silahlı Kuvvetleri'nin ev sahipliğinde stratejik, operatif ve taktik seviyede geniş çaplı bir askeri yığılmayı organize etmiştir.
*
Türkiye ile birlikte 24 ülkenin katıldığı operasyon, Rand Corporation'ın hazırladığı;
"Rusların saldırgan bir eylem olarak yorumladığı bir yanlış anlamanın ardından, Rus askerlerinin Baltık Devletleri'ne ve Polonya'ya girmesi;
NATO'nun bu duruma Doğu Avrupa'ya asker yığarak karşılık vermesi" senaryosuna dayandırılmıştır.
*
Operasyonda NATO'nun "savunmacı", Rusya'nın  "saldırgan ülke" olarak resmedilmesi dikkat çekiyor.
NATO,işbu "Anakonda Operasyonunda"  Rusya'nın karşısına onlarca ülkeyi dikiyor.
Rusya'nın nasıl kıskaca alınacağı, nasıl en fazla zarar verecek yerinden vurulacağını, nasıl fiziki ve moral olarak etkisizleştirilerek yıkılacağının pratiği yapılıyor...
*
Senaryoya göre Rusya, 36 ilâ 60 saat içerisinde üç Baltık ülkesi; Estonya,Letonya ve Litvanya'yı  işgal etmiştir!
Halbuki, Rusya'nın 2004'te kendi onayıyla NATO'ya üye olan üç eski Sovyet Cumhuriyeti üzerinde hiçbir askeri ya da ekonomik çıkarı bulunmuyor.
*
Operasyonda NATO'nun kara kuvvetlerini tümü üç Baltık ülkesi tarafından sağlanan 7 piyade taburu, 2 motorize piyade taburu ve 2 mekanize tabur oluşturuyor.
Uzmanlar söz konusu 11 Baltık taburunun - üç tugaya karşılık geliyor- kötü silahlandırılmış durumda olduğunu, 4 taburdan oluşan bir Rus mekanize tugayına bile karşı koyamayacağını  bildiriyor.
*
Saldırıdan 24 saat sonra, ABD'ye ait 2 hava indirme, 2 taarruz helikopter taburu ve 1 mekanize tugayın Baltık güçlerine eklenmesi öngörülmüştür.
Ayrıca 2 İngiliz hava indirme, Polonya'ya ait 2 tank taburu ve ABD'ye ait bir başka hava indirme tugayı harekete geçirilmiş,
Sonuçta NATO kara kuvvetleri toplamda dört ila beş tugaya dönüşmüştür.
*
Rusya ise 4 tank taburu, 5 mekanize piyade, 4 motorize piyade, 8 hava indirme ve 3 deniz piyadesi taburu, 3 ağır topçu, 2 ağır roket, 5 orta çaplı roket, 2 İskender güdümlü füze, 2 Tochka güdümlü füze, 6 adet  taarruz helikopter taburlarını bölgede yoğunlaştırma yeteneğindedir.
Böylece Rusya 10 ilâ 11 kara taburuna dönüşüyor.
Buysa güç dengesinin Rusya lehine 2,7'ye karşı 1 şeklinde oluşması anlamına geliyor...
Sonuçta Rusya'ya karşı gerçek bir direnişin ortaya konulamayacağı anlaşılıyor.
*
Ama ABD dur-durak bilmiyor...
Senaryo NATO'nun Litvanya'daki ABD'ya ait bir adet F-15 C uçak filosunu,2 adet çok amaçlı İngiliz Eurofighter Typhoon uçak filosunu,
İsveç'te bulunan F-15 C ve F-15 E bombardıman avcı uçaklarından oluşan bir uçak filosunu ve 6 adet A-10 kara taarruz uçağını,  ABD'nin 1 adet F-22 hayalet uçak filosunu ve Norveçin 1 adet F-16 filosunu,
Kuzey Denizindeki ABD uçak gemisinden 2 adet F-18 uçak filosunu,
İngiltere'de bulunan 1 adet F-15 avcı bombardıman filosunu,
ABD'den kalkacak bir adet uzun menzilli B-1B uçak filosunu,
Polonya'nın iki adet F-16 filosu ile bir adet MiG-29 filosunu,ABD ve Danimarka'ya ait uçaklardan oluşan iki F-16 filosu, Fransa'ya ait bir Rafale filosu ve Kanada'ya ait altı CF-18 uçağını da hesaba katıyor!
*
Bu güce karşı Rusya'nın kullanabileceği hava gücü 9 adet Su-27 uçak filosu, 2 adet Su-34 hafif bombardıman avcı uçağı filosu, 5 adet Su-24 hafif bombardıman filosu, 4 adet MiG-31 avcı uçağı filosu, 3 MiG-29 çok amaçlı uçak filosu, 4 adet Tu-22M3 ağır bombardıman uçak filosu olduğu bildiriliyor.
*
Nereden bakılırsa bakılsın, işbu "Kıyamet Tablosu" önünde,
Rusya Devlet Başkanı V.Putin, St. Petersburg Ekonomik Forumu'nda gazetecilerin sorularını yanıtlıyor.
"ABD'nin Avrupa'da askeri varlığını arttırmasının nedenini bilmiyorum, ancak buna karşılık vermek zorunda kalacağımızı kesinlikle biliyorum.
Halbuki dünyayı tamamen farklı bir boyuta taşıyoruz.
Ama dünyadaki güç dengesini korumak bizim için de önemli.
ABD, Doğu Avrupa'ya 500 km. kadar uzaklıktaki bir hedefi etkileyebilen füze savunma sistemlerini yerleştiriyor.
Fakat teknoloji gelişiyor, bir yıla kadar ABD'nin ne zaman 1000 km. hatta daha uzun menzilli yeni bir füze alacağını biliyoruz.
O andan itibaren de bizim nükleer gücümüzü tehdit etmeye başlayacaklar" diyor...
*
Ya da Rus Genelkurmay Başkanı V.Gerasimov; Suriye'deki durumu yokuşa sürmekte olan ve Rusya'yı zor durumda bırakmaya hedefleyen ABD' ye çıkışıyor;
"Rusya'nın sabrı tükeniyor" diyor.
*
Bütün göstergeler bir çok kıtaya yayılabilecek yıkıcı bir savaşa işaret ediyor.
ABD'nin silahlanma yarışını körüklemesi,
Ya da Baltık ülkelerinden Rusya'ya sürpriz  bir saldırı düzenleyerek çatışma fırsatı kollaması yerine,
1-Rusya ile diyalog kurması,
2-Halkları da -yeter artık- bıktırmamaya özen göstermesi gerekiyor.
22.6.2016
Ahmet Kılıçaslan AYTAR

ahmetkilicaslanaytar@gmail.com

14 Haziran 2016 Salı

SAAT, ULUSTAN YANA İŞLİYOR., Prof. Dr. Birgül Ayman GÜLER

SAAT, ULUSTAN YANA İŞLİYOR
Prof. Dr. Birgül Ayman GÜLER
AKP yeni-anayasa istedi.
Yeni-anayasa, küreselcilerin 8. Dalga Anayasacılık dedikleri şey, ulusal devletin ortadan kaldırmayı amaçlayan ve egemenliği ırk-etnisite temelinde bölerek din-inanç-mezheplerin iktidar kavgaları devrini açan bir perişanlık.
AKP bu trenin lokomotifi oldu. Atatürksüz anayasa diye başladı, Türksüz olacak noktasına vardı. Başlangıcı da vardığı nokta da, olmayacak iki duaya peşin peşin amin demekti. Bu düşüncelere karşı toplumdan aldığı derin tepki, AKP’yi fena sarstı.
CHP – MHP bu trene vagon olmak için AKP ve HDP ile anayasa uzlaşma masalarına oturdu. Türk ulusunun “n’oluyor orda?” diye sorması bile yetti. Masalar darmadağın oldu, CHP ile MHP sarsıntılardan payını fazlasıyla aldı.
Türkiye’nin yeni-anayasa saldırısını püskürtmesi, dünyanın mazlum ülkeleri için de yeni bir nefes olacak. Küresel sömürgeciler, Libya’dan Mısır’a, Irak’tan Suriye’ye yarattıkları vahşetin hesabını vermek zorunda kalacaklar. Bunun için, yeni-anayasa saldırganlığını püskürtmek yetmez, tarihin çöplüğüne göndermeyi başarmamız gerek. Daha epeyce işimiz var.
*
AKP şimdi bir adım geri çekildi, “partili cumhurbaşkanlığı”ndan söz ediyor.
Onlara söyleyelim, uğraşmasınlar.
Cumhurbaşkanı bir “siyaset”ten gelebilir; ama cumhurbaşkanı olan kişinin partililiğini sürdürmesi “devletin ve milletin temsilcisi olmak”la bağdaşmaz. Bu sıfat belediye başkanlığında bile “seçilen belediye başkanı seçildikten sonra partili olsa da artık tüm kasabanın/kentin belediye başkanı olmalıdır” kabulüyle fiilen düşen bir sıfattır. Ülke yönetimi söz konusu olunca o sıfatın fiilen düşmesi yetmez, hukuken de söze konu edilmemesi gerekir. Bizim, devlet yaşamında siyasal bölünmüşlüklerin üstünde seyredecek bir makama ihtiyacımız var; o makam cumhurbaşkanlığından başka hangisi olabilir ki?
Bırakın, memleketin yatırım ve hizmet işlerini başbakan ile bakanlar, hükümet yapsın. Bırakın, farklı siyasal programlar, en iyi yolu mecliste görüşüp tartışarak sürdürsün. Bir makam da, ülkenin yüksek çıkarını, her siyasal görüşün içinde illa ki var olan doğru olan parçaları alıp birleştirecek bilgeliği harekete geçirsin. Bırakın, her siyasal görüşün içinde illa ki var olan yanlışlara karşı ses verecek dirençli bir bent olsun. Cumhurbaşkanlığı çıpasını, şu ya da bu partinin programına değil, ülkenin uzun vadeli yararına atsın. En temel ilkeler bakımından bu kadar büyük yarılmalar yaşayan bu ülkede başka türlüsü, ülkemize kötülükten başka bir şey getirmez.
*
CHP genel başkanı, yüzlerce asker, sivil aydın Silivri’de duymaz-görmez mahkemelerde perişan edilirken gömüldüğü suskunluğu bozmuş, şimdi “bizi de hapse atsınlar” gibi tuhaf bir tepkiyle haykırıyor. Böyle yapıyor, ama aynı anda da televizyon ekranında “yeni-anayasada ABD tipi başkanlık getirsinler, görüşelim” diyor. Bu sözlerle 8. Dalga Anayasası’na teşne olduğunu açığa vurduğu yetmiyor, üstüne bir de kuvvetler ayrılığının değil federalizmin örneği olan ABD başkanlık rejimini görüşebileceğini söylüyor. Türk ulusu o niyeti tarihe gömmeye başladı, bundan bile habersiz görünüyor ve AKP’nin yolunu açıyor.
MHP temsilcileri, “biz anayasa uzlaşma masasından kalkmayız” sözleriyle akıllarımızı zorlayan tavırlarının nedenini hala açıklamadılar. Son zamanlarda “Başbuğ Türkeş başkanlık rejimi istiyordu” diye yüklenen AKP sözcüleri karşısında sessizlikleri de dikkat çekiyor. Ama onlar şimdi kendi parti-içi dertleri içine gömülmüş, Türkiye’nin sorunlarına ilişkin sözleri yokmuş gibi görünüyorlar.
*
Evet, yeni-anayasacılığa karşı verdiğimiz mücadele, gericiliğe ve bölücülüğe karşıdır; ama asıl küresel emperyalizme karşı mücadeledir. Memleket içinde bunların partisi şu ya da bu imiş, fark etmez. Parlamentodaki muhalefetin durumu şöyleymiş ya da böyleymiş, fark etmez. Bu lokomotif şişti, vagonlarda da iş yok. Biz çabalarımızı yoğunlaştıracağız. Gayrımilli anayasacılığa karşı ulusal egemenlik hakkımıza el koyulmasına niyet etmişler hangi partide ve kimler ise, onlara karşı direnişimizi sürdüreceğiz.
Farkındayız, zaman Türk ulusundan yana işliyor.

Birgül Ayman Güler