29 Aralık 2017 Cuma

ANKARA KALESİ "ROMA İMPARATORLUĞUNDAN KUDÜS İMPARATORLUĞUNA" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

ANKARA KALESİ
ROMA İMPARATORLUĞUNDAN 
KUDÜS İMPARATORLUĞUNA
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Dünya tarihinde gelmiş geçmiş imparatorluklar içerisinde en uzun süreli hegemon güç olarak Roma İmparatorluğu en başta gelmektedir . Romalılar hem en büyük dünya gücü olmuşlar hem de uzun süreli bir yönetim ile yer kürenin merkezi denizi olan Akdeniz’i bir iç göl olarak ellerinde tutmuşlardır . Tarihin daha çok üç büyük kıtadan oluşan merkezi bölgesinin tam ortasında yer alan Akdeniz her zaman için dünyanın ortasındaki hegemonya alanı olarak yeryüzü tarihninde etkin bir konuma sahip olmuştur . Üç kıtadanoluşan dünya ana karasının hegemonya altına alınmasında her zaman Akdeniz önde gelen bir yere sahip olmuştur . Böylesine bir jeopolitik konumu olduğu için Akdeniz’in tam ortasında bir çizme gibi sarkan İtalyan yarımadası önde gelen bir yere sahip olmuş ve bu yarımadanının merkezi konumundaki Roma kenti de tarihin en büyük ve güçlü devletinin merkezi olmuştur . Dünya tarihinin sayfaları incelenirken Roma İmparatorluğunun Milattan önceki yüzyıllardan gelerek Milattan sonraki yüzyıllara uzanan macerası açıkca görülebilmektedir .
*
Milattan önce ikibinli yıllarda kurulmuş olan Roma kenti , önce bir kent sonra bir şehir devleti daha sonra bir bir ülke devletinin başkenti ve en sonunda da dünyanın merkezi olarak insanlık tarihinde yerini almıştır .Bu nedenle bütün Akdenizi kaplayan , Avrupa kıtası ile beraber , Orta Doğu ve Kuzey Afrika topraklarını sınırları içerisinde biraraya getiren bir büyük dünya imparatorluğu Roma merkezli olarak dünya tarihini sonraki yüzyıllara doğru yönlendirmiştir . Roma kenti giderek küresel bir imparatorlmuğun merkezi haline gelirken , dünyla tarihi için de belirleyşici olmuş ve sonraki dönemlerde gündeme gelen oluşumların kaynak noktası olmuştur . Batı Akdeniz’den gelerek doğu Akdenizi işgal eden ,bu iç denizi kendi gölü konumuna getiren Romalılar Akdeniz üzerinden üç büyük kıtaya egemen olmuşlar ve bu nedenle de ikibin yılı aşkın bir süre boyunca egemenliklerini sürdürebilmişlerdir . Şehir devletinden ülke devletine , ülke devletinden imparatorluk devletine geçiş aşamaları yaşandıktan sonra , krallık ve cumhuriyet yönetimleri arasında bir bocalama dönemi geçirilmiş ve bundan sonra da tam anlamıyla bir imparatorluk düzeni kurularak dünyanın orta denizi olan Akdeniz çevresinde bir küresel güç odağı oluşturulmuştur . Böylece geleceğin jeopolitik biliminin ilk verilerinin Roma döneminde ortaya çıktığı görülmüş ve sonraki dönemlerdeki devletleşme olgularında bu birikimin yansımaları ortaya çıkmıştır . 
Romalılar imparatorluk çağında o dönemin koşullarına göre çok ileri gitmişler ve gelişmiş bir hukuk sistemi kurarak güçlü devlet yapılarının uzun süreli bir biçimde ayakta kalmasını sağlayacak kurumlaşma sürecine giden yolu açmışlardır.Roma denilince akla önce Roma hukukunun gelmesi de, böylesine gelişmiş bir kamu düzeni örgütlenmesinin Romalılar tarafından başarılmış olmasındandır . Roma kenti imparatorluk merkezi olarak böylesine bir büyük kurumlaşmanın öncülüğünü yapmış ve böylece üç kıta üzerindeki geniş hegemonya düzeninin temelleri atılabilmiştir . Roma şehir devleti güçlenerek İtalya yarımadasını ele geçirdikten sonra yayılmaya devam etmiş ve daha sonra Balkanlar ile Anadolu üzerinden Orta Doğu’ya gelerek Milattan yüzyıllar önce kurulmuş bulunan İsrail devletini yıkmıştır . İmparatorlhuk çağında Romalılar yayılırken , dünyanın merkezi alanı olan Orta Doğu’yu da ele geçirmişler ve bu doğrultuda kendilerinden önce merkezi alan devleti olarak kurulmuş olan İsrail devletini yıkmışlardır .Tam da Milat dönüşümünün ortaya çıktığı anda gerçekleşen bu tarihsel olgu daha sonraki dönemlerde gerçekleşen ve dünya gündemini belirleyen siyasal oluşumların tetikçisi olmuş ve bugünlere gelinirken , Roma İmparatorluğunun Orta Doğu’daki İsrail devletini yıkışınının sonuçları dünya tarihinin akışını belirlemiştir .
*
Kudüs merkezli İsrail devleti tarihte üçüncü kez kurulmuştur . İlk yahudi devleti ,Yahudilerin Mısır’dan kovulmasından sonra Filistin topraklarında kurulmuş amabir süre sonra Mezopotamya gücü olarak ortaya çıkan Babil krallığının saldırılarıyla yıkılmış ve Yahudiler için Babil sürgünü dönemi başlamıştır . Babil krallığının yıkılmasından sonra ise ikinci kez İsrail devleti bir yahudi yapılanması olarak yeniden kurulmuş ama Romalıların Orta Doğu’ya gelmeleriyle beraber ikinci kez yıkılmıştır . İkibinyıl önce Roma impartorluğu tarafından yıkılmış olan İsrail devleti yirminci yüzyılın ortalarında Amerikan imparatorluğu tarafından yeniden kurulmuştur . İkibin yıllık rüya ikinci dünya savaşı sonrasında gerçekleşirken , bu coüğrafyanın tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan siyasal yapılanması altüst edilmiş müslyüman Arap dünyası içerisinde İngiltere ve ABD’nin zorlamalarıyla bir yahudi devleti olarak İsrail için yer açılmıştır . Yahudiler ikibin yıl sonra eski topraklarına geri dönerken , bu ülkede yüzyıllardır yaşamakta olan Filistinlilerin topraklarına el koymuşlar ve böylece geleceğe dönhük olarak bir sonsuz çatışma ortamı yeniden yaratılmıştır . İsrail’in kurulmasıyla ve Filistinlilerin topraklarına el konulmasıyla başlayan süreç içerisinde tam altmış yıldır Orta Doğu’da savaş devam etmekte , İsrail’e geri dönen yahudiler için sürekli olarak yeni yerleşim merkezleri açılarak Filistin halkının ülkesi elinden alınmakta ve onlara kendi toprakları üzerinde devletlerini kurma hakkı tanınmamaktadır . Dünyanın hiç bir ülkesinde görülmeyen baskı ve terör , kutsal topraklar ilan edilen alanda sürekli olarak yaşanmaktadır . Bu çerçevede yüzyıllar sonra kurulmuş olan İsrail, yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünya barışının önündeki en büyük engel olarak ortaya çıkmıştır .
*
Yahudileri ikinci İsrail’i yıkan Romalılar bu topraklardan çıkarmalarına rağmen,ikibin yıl sonraki geri dönüşte üçüncü kez gündeme gelen İsrail devleti , Filistinliler ile savaşmaktadırlar .Bir anlamda Romalıların suçunun bedelini Filistinlilere ödetmektedirler . Tarihsel sürgünden hiç bir sorumluluğu olmayan Filistinliler İsrail yapılanmasıyla karşı karşıya kalırken , ikinci İsrail’in Romalılar tarafından yıkılmasının bedelini ödemek zorunda kalmaktadırlar . Yarımyüzyılı aşkın birsüredir devam eden çatışmalarda yüzbinlerce Filistin’li Siyonizmin pençeleri altında kalarak yaşamını yitirmiş ve bir türlü barış sağlanamamıştır .Milat dönüşümü sırasında Roma lıların yokettiği Yahudi devleti yeniden kurulurken , kendisine Kudüs’ü başkent olarak seçmekte ve bu kenti tıpkı Romalıların Roma kentini Akdenizin merkezi yaptığı gibi , Kudüs kentini dünyanın orta denizinin merkezi konumuna getirmeğe çaba göstermektedirler . Bir anlamda Roma İmparatorluğunun yerini ikibinyıl sonra Kudüs imparatorluğu almağa hazırlanmaktadır . Tarihin garip bir cilvesi olarak dönem değişikliği sırasında roller ve konumlar da değişiklik göstermekte ve eskisinin tamamen zıddı bir durum ortaya çıkmaktadır . Akdeniz ve civarı ikibin beşyüz yıl Roma merkezli olarak yönetildikten sonra , ikibinli yıllarda şimdi de Kudüs üzerinden Akdenizi ve bu orta su gölünü çevreleyen üç kıtayı hegemonya altına alacak yepyeni bir siyasal yapılanmanın bölgeye dayatıldığı görülmektedir .
*
İkinci İsrail’i yıkan Roma imparatorluğunun merkezi olan Roma kenti bugün İtalya Cumhuriyetinin başkentidir . Akdenizin mavi sularının oluşturduğu turistik cennet yörelerinin tam ortasında yer alan İtalyan yarımadasında yer alan ulus devletin merkezi olarak Roma kenti bugün de önemli bir konuma sahip bulunmaktadır . Ne var ki , Fransız-Alman ekseninde oluşturulmuş olan Avrupa Birliği kıtasal yapılanması içerisinde yer aldıktan sonra İtalya artık kendi kendini yönetemez bir duruma sürüklenmiş ve daha sonraki aşamada ortak para birimi olarak Euro bölgsinmde yer alınca iyice bağımlı bir yapılanmaya sürüklenerek , çöküşe doğru sürüklenmiştir . Geçen yıl ABD üzerinden başlatılmış olan küresel ekonomik kriz , dünya bankalar sistemi üzerinden Avrupa kıtasına yönlendirilince önce Akdeniz ülkeleri bu durumdan etkilenmiş ve Avrupa kıtasının bu yoksul ülkeleri ciddi ekonomik sarsıntılar geçirerek çökme noktasına gelmişlerdir . Yunanistan ile patlak veren bu çözülme sürecinde Portekiz,İspanya ve Fransa’dan sonra İtalya da sıraya girmiştir . ABD ve yahudi lobilerinin desteği ile üç dönemdir İtalya’da başbakanlık yapan zengin işadamı ve medya patronu Berlosconi sonunda teslim bayrağını çekerek İtalya’nın da iflas ettiğini açıklamıştır . Euro yüzünden son beş senedir ciddi bir ekonomik durgunluğa mahkum edilmiş olan İtalya ,kendini kurtarmak üzere yeniden ulusal para birimi olan lirete geri dönüş için hazırlık yaptığı bir sırada küresel ekonomik krize teslim olarak iflas etmiştir .
*
İtalyan Cumhuriyetinin iflasını resmen açıklayan başbakan Berlosconi devletini kurtarmak üzere harekete geçmiş ve ilk olarak İsrail’e giderek Kudüs’ü ziyaret etmiştir . Avrupa Birliği üyesi bir ülke olarak İtalya’nın ekonomik çöküşü için çözüm yeri ararken öncelikle birliğin merkezi olan Brüksel’e ya da birliğin güçlü devletlerinin başkentleri olan Paris ile Berlin’e gitmesi gerekirken ,Avrupa Birliği ile hiç de resmi bağlantısı olmayan İsrail’e gitmesi ve iflas eden İtalyan devletini kurtarmak için yardımı bu küçük ülkeden talep etmesi düşündürücü bir gelişme olarak değerlendirilebilir . Avrupa Birliğinin merkezi olanBrüksel dururken ya da en güçlü avrupa devlyetlerinin başkentleri olan Paris ve Berlin alternatifleriresmen bulunurken , çökmüş olan İtalyan devletini kurtarmak üzere harekete geçen Berlosconi’nin İsrail’e giderek Kudüs’e el açması son derece düşündürücü bir gelişmedir . Bugünkü dünya düzeninin görünen yüzünün yanısıra bir de görünmeyen arka yüzünün de olduğunu hatırlatması açısından , İtalyan başbakanının İsrail’e öncelik vermesi önemli ipuçlarını da beraberinde taşımaktadır . Ayrıca dünyanın en büyük patronu olan Amerika Birleşik Devletleri dururken , Orta Doğunun en küçük devletine öncelik verilmesinin anlamı üzerinde de durmak gerekmektedir . Dünyanın süpergücü olan ABD’nin başkenti olan Washington’a ya da kapitalist sistemin merkezi olan New York’a giderek ekonomik bataktan çıkışın koşulları ve yöntemleri üzerinde görüşmeler yapacağına , İtalyan başbakanının bu büyük devletleri ve süper güçleri bir yana bırakarak Akdeniz’in en küçük devletini öncelikle ziyaret etmesinin anlamı üzerinde durulması gerekmektedir . Böylesine çelişkili bir görünümün çıktığı aşamada üç dönem dönem başbakanlık yapan zengin işadamı Berlosconinin bir bildiğinin olması gerekir .
*
İkibin yıl önce Roma kenti dünyanın en büyük gücü olarak Filistin topraklarındaki yahudi devleti olan ikinci İsrail’i yıkarken , dünya tarihinin ikibinli yıllara girdiği yeni aşamada bu kez çöken Roma’nın yardım istemek üzere İsrail’e ve uluslararası hukuka aykırı bir biçimde bu devletin başkenti olarak ilan edilen Kudüs’e yöneldiği görülmektedir . Dün İsrail’i yıkarak haritadan silecek kadar güçlü olan Roma , bugün çökme noktasında yardım ve destek almak üzere Kudüs’e yönelmektedir . Bir anlamda tarihsel roller tersine dönmekte , Akdeniz kıyısında eskiden var olan Roma imparatorluğunun yerini ikibin yıl sonra Kudüs imparatorluğu almaktadır . Eskiden Roma’dan Kudüs’ün yıkılmasının emri çıkarken bugün Roma’dan çıkan irade Kudüs’ten yardım istemek doğrultusunda gündeme gelmekte ve eskisiyle bütünüyle çelişen bir çizgiyi ortaya koymaktadır .Bütün Akdeniz’i çevreleyen büyük Roma imparatorluğunun güçlü kenti Roma geride kalırken , bu imparatorluğun yıktığı Kudüs üçüncü kez kurulan İsrail devleti ile beraber öne çıkmakta ve Akdeniz sahillerinin yeni merkezi olarak etkisini tüm bölge ülkeleri üzerinde hissettirmektedir . Bu kez roller tersine dönmekte eskiden Kudüs yıkılırken bugün Roma yıkılmakta , Roma gücünün yerini yşeni dönemde Kudüs otoritesi almaktadır . Böylece tarihin ortaya çıkarmış olduğu tersine dönüş teorisinin yni örneklerinden birisi daha ortaya çıktmaktadır . İtalya gibi bir büyük Akdeniz ülkesinin daha dün kurulmuş olan küçücük İsrail devletine el açması , Roma yönetiminin Kudüs yönetimi önünde diz çökmesi günümüzdeki gelişmelerin bir göstergesi olarak çok şeyler göstermekte ve anlayanlara da anlatmaktadır .
*
Üç büyük dinin kutsal kenti olan Kudüs ,günümüzde doğu ve batı olarak ikiye bölünmesine rağmen her geçen gün adım adım İsrail işgali altına girmektedir .Uluslararası hukuka göre serbest şehir olarak korunması gereken kutsal Kudüs kenti ,zaman ilerledikçe İsrail’in çeşitli atraksiyonları ile yahudilerin kontrolu altına girmekte ve bu kentte geçmişten bu yana devam eden müslüman ve hırıstıyan varlığını giderek ortadan kaldırmaktadır .İslam dünyası ve hırıstıyan batı bloku tarafındankabüledilemiyecek böylesine bir işgal tırmanması karşısından bir çok ülke tepki gösterirken, İsrail’in dostları ve değişik ülkelerde çok etkin çalışmalar yürütmekte olan Siyonist lobiler İsrail’in bu haksız saldırılarına ve işgal tırmandırmalarına bir şemsiye oluşturarak koruyucu bir tutum izlemektedirler . Küresel sermayenin ve medya kanalları ile siyasal merkezlerin sürekli olarak Siyonist lobiler tarafından ele geçirilmesi ve kontrol altında tutulması nedeniyle , İsrail hiç bir ülkeyi ya da siyasal gücü takmamakta ve bildiğini okuyarak geleceğe dönük yahudi egemenliğindeki bir dünya devletinin temellerini Akdeniz kıyılarında atmağa çaba göstermektedir . İsrail’in Siyonist yönetimi haksız girişimlerini ve hukuka ters düşen uygulamalarını perdelemek üzere Kudüs kentini öne çıkarmakta ve bu kentin kutsallığının üç büyük din tarafından kabül edilmesini Siyonist hegemonyacı politikalar doğrultusunda çıkarcı bir biçimde kullanmaktadır . İşgalci bir ülke olmasına rağmen , Kudüs’ü başkent ilan etmekte ve Tel Aviv’deki devlet yapılanmasını geçici olarak göstermekte ,geleceğin dünya devletinin başkenti olarak Kudüs’ü hazırlamaktadır . Siyonizme göre Kudüs önce İsrail’in , sonra Orta Doğu ve Avkdeniz’in en sonunda da dünyanın merkezi olacaktır .Kudüs kentinin kuzeyinde bulunan Siyon tepesinde oluşturulacak yahudi krallığı yeniden bir dünya imparatorluğunu Kudüsmerkezli olarak kuracaktır .
*
En başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere dünyanın önde gelen bütün devletleri Kudüs’ün İsrail’in başkenti olmasını kabül etmeyerek bu duruma itiraz etmektedirler . Onlara göre İsrail’in merkezi Tel Aviv olarak kalmalı ve üç büyük din açısından kutsal bir kent olan Kudüs serbest bir şehir olarak dünyanın bütün insanlarına açık olmalıdır . Kutsal kitaplarda da kutsallığı dile getirilen bir kent olarak Kudüs’ün serbest bir şehir olarak statüsünün korunması , gerekirse BirleşmişMilletler yönetimine devredilmesi gerekmektedir . Ne var ki , Siyonist İsrail yönetimi bütün bu gerçekleri görmezden gelerek Kudüs üzerindeki işgalci girişimlerini tırmandırmakta ve kentin batısını eline geçirdikten sonra doğu Kudüs’ü de yavaş yavaş kontrolu altına almaktadır . Filistin devletinin başkenti olarak ilan edilmiş olan Doğu Kudüs’ü Araplara bırakmamakta kararlı görünen İsrail ,kentin merkezi alanını da hem yer üstünden hem de yer altından ele geçirmekte , ağlama duvarının yanında Büyük Süleyman Mabedini yeniden inşa etmek üzere Mescidi Aksa camisini yeraltından toprak kazıyarak kendiliğinden bir çöküşe doğru sürüklemektedir . İsrail’in artık açığa çıkan bu kötü niyetli girişimlerine islam ve hırıstıyan din merkezleri karşı çıkmakta ve bu nedenle gelecekte bir din savaşına gidecek olaylar kendiliğinden tırmanmaktadır . Bir üçüncü dünya savaşı ile Armegedon senaryolarını gerçekleştirmek isteyen Siyonist çevreler İsrail’in bu bilinçli ve kararlı girişimlerini açıktan desteklemektedirler . Bu yüzden de dünya ülkeleri adım adım bir üçüncü dünya savaşına doğru sürüklenmektedirler . Armegedon senaryosunun kısa zamanda bir kıyamet oülgusuna dönüşeceği konusunda bir çok kesim fikir birliği içinde görünmektedir.
*
İsrail tarihinin gelmiş geçmiş en fanatik yönetiminin hükümet olduğu bir aşyamada , başbakan Kudüs’ü resmen yahudi devletinin başkenti olarak ilan etmekte ve bunu da üç bin yıl önce kenti yahudilerin inşa ettiği gerekçesine dayandırmaktadır . İsrail’in fanatik siyonist başbakanı Kudüs’ü bir yerleşim yeri olarak değil ama bir yahudi başkenti olarak gördüklerini açıklarken ,uluslararası alanda İsrail’e yöneltilen bütün suçlamalara karşı çıkarak bir anlamda küresel alanda herkese ve her kesime meydan okuyordu . Siyonist hegemonya planı doğrultusunda önlerine çıkan bütün engelleri her türlü komplo ve senaryo ile aşmasını bilen İsrail yönetimi , bütün dünyada kendilerine karşı gelişen karşıt eğilimleri ve politikaları ciddiye almadan bildikleri yolda ilerleyeceklerini çekinmeden ilan edebiliyordu . Bu açıdan gelinen nokta , küresel barış ortamının korunabilmesi açısından son derece önem taşımaktadır . Bir tarafta hiç bir engel ,hukuk ya da hak tanımayarak Siyonist işgale devam eden İsrail devleti ve onun dünyaya yayılmış olan Siyonist destekçi lobileri ile , diğer yanda da tüm insanlak ve dünya uluslarıyla devletleri karşı karşıya gelmiş durumdadır .Şimdiye kadar her türlü komplo ve senaryonun denenerek uygulanmasıyla gelinmiş olunan aşamada artık her şey açığa çıktığı için göz göre göre bir çılgınlık tırmanışı bütün insanlığın gözleri önünde sürdürülmek istenmektedir . Dünya savaşlarını siyonist hedefler için çıkartabilen çılgınlık ,Makyavelist bir çizgide yola devam ederken , kutsal kent olarak Kudüs’ü öne çıkararak kamuoyunun gözünü boyamağa kalkmaktadır . Bu nedenle de İsrail kavgası ve siyonizm davası bir Kudüs sorunuymuş gibi gösterilmektedir . Kudüs’ün kutsallığının öne çıkarılmasıyla yükselen tepkiler ve eleştirilerin önü kesilmeğe çalışılmaktadır .
*
Siyonizmin dünya hegemonyası doğrultusunda her yolu denemekten çekinmeyen İsrail’in güçlü lobileri aracılığı ile Birleşmiş Milletler örgütünü Kudüs’e taşımak üzere harekete geçtiği ve böylece dünyanın merkezini New York’tan Kudüs’e getirmek için çaba sarfettiği anlaşılmaktadır . Tarihin ortaya koyduğu gibi bütün büyük siyasal güçlerin yükseliş dönemlerini çöküş süreci izlemektedir . Yükselen ABD hegemonyası üzerinden kurulmuş olan İsrail devletinin Amerikan hegemonyasının inişe geçtiği bir aşamada ,bu ülkedeki siyonist lobiler üzerinden küresel güç merkezini kutsal kent olan Kudüs’e taşımak üzere girişimlerde bulunduğu anlaşılmaktadır .Böylece üç büyük din açısından kutsal kabül edilen Kudüs’ün yahudi egemenliğinde yeni dünya merkezine dönüştürülmeğe çalışıldığı ve bu doğrultuda siyonist lobilerin seferber edildiği anlaşılmaktadır . Bu aşamada bir büyük Avrupa devleti olan İtalya’nın iflas etme aşamasında Kudüs’ü başvuru yeri olarak seçmesi tesadüf değildir . ABD’deki siyonist lobilerin desteği ile Amerikancı politikaları İtalya üzerinden Avrupa kıtasına taşımakla görevlendirilen medya patronu Berlosconi , ülkesinden daha çok ABD ve bu ülkeyle bağlantılı Siyonist lobilere daha fazlyahizmet verirken, zor duruma düştüğü anda yıllardır hizmet ettiği Siyonizmin merkezi ülkesi olan İsrail’e gitmeyi ve bu ülkeden yardım almayı düşünebilmektedir . İtalyan başbakanının bu tutumu da halen yeryüzündeki asıl güç merkezinin Amerika Birleşik Devletleri ya da Avrupa Birliği değil ,ama İsrail olduğunu açıkca göstermektedir . Rusya,Çin,Hindistan ve Brezilya gibi dev ülkeler yeni yeni küresel alanda etkin olmağa başlarken , İsrail ABD ve Avrupa ülkeleri ve Türkiye’deki güçlülobileri ile yeryüzünün gerçek güç merkezi olma konumunu halen sürdürebilmektedir .Yıllardır İtalya’nın başında gençleştirilerek tutulan Berlosconi’nin ,bu reel politik durumu iyi bilerek hareket ettiği anlaşılmaktadır .
*
ABD’nin başkenti Washington’daki bütün devlet daireleri ve resmi kamu kurumlarının binaları eski Roma İmparatorluğu dönemindeki binalara benzer bir mimari stilde yapılmıştır .ABD’yi kuranlar , tarihin en büyük imparatorluğu olan Roma İmparatorluğu gibi bir büyük siyasal gücü ortaya çıkarmak isterlerken , bu büyük devleti kendilerine örnek almışlardır . Yüz yıllık ABD hegemonyasını kalıcı bir siyasal yapılanmaya dönüştürmek isteyen Amerikalıların , küresel emperyalizmlerini yeni bir Roma İmparatorluğu doğrultusunda geliştirmeğe çalıştıkları anlaışılmaktadır .Ne var ki ,ABD’nin sırtından ortaya çıkan ve her geçen gün ABD gücü ile daha da büyüyen siyonizm ve İsrail olgularının yakın gelecekte dünyanın alacağı biçimlenmede daha fazla etkili olacağı anlaşılmaktadır .Süper güç olan ABD’nin ordusunu kendi çıkarları ve bölgesel hegemonyası için Orta Doğu’ya getirten İsrail ,kendisini en fazla tehdit eden Arap gücü olarak Irak devletinin ortadan kaldırılmasını sağlamış ve şimdi de bu orduyu gene kendisini bölgesel hegemonyada en büyük rakip olarak tehdit eden İran’a karşı kullanmağa çalışmaktadır .ABD önderliğinde oluşturulan Nato askeri gücünü ve bu örgüt içinde yer alan Türk silahlı kuvvetlerini gene kendi emperyal amaçları doğrultusunda kullanmak isteyen yahudi devleti ,Akdeniz kıyılarında oluşturulacak yeni Roma İmparatorluğunu ABD ya da AB merkezli değil ama ,İsrail merkezli olarak oluşturmağa çaba göstermekte ve bu doğrultuda Kudüs İsrail’in başkenti olarak bölgenin merkezi yapılmağa çalışılmaktadır . Amerikalıların on bin kilometre öteden gelerek,Washington’daki Roma mimarisi yapıları Akdeniz kıyısına taşıyarak , yeni Roma imparatorluğunu Akdeniz kıyalarında kurabilmesi son derece güç görünmektedir . Avrupa Birliğinin ise daha kendi kıtasında birliği sağlayamadan ,ya da küresel ekonomik kriz karşısında çökmekte olan üye ülkelerini kurtaramadan Orta Doğu’ya gelerek yeni Roma İmparatorluğunu Avrupa merkezli kurabilmesi son derece güç görünmektedir .
*
Küreselleşmenin bittiği , ABD hegemonyasının giderek etkisini yitirdiği , Avrupa ülkelerinin bir türlü birleşerek merkezi bir birlik oluşturamadığı için Avrupa Birliğinin dağılma aşamasına geldiği yeni dönemde , ABD ordusunun Irak çöllerinde batağa saplanması sonrasında Büyük Orta Doğu Projesinin de sona erdiği anlaşılmaktadır . Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden ABD ordusunun gücü ile Orta Doğu bölgesinde kurulmak istenen Büyük İsrail İmparatorluğu projesinin de iflas ettiği artık açıkca ortaya çıkmıştır .Bu nedenle , İsrail devleti artık kendisine tüm Orta doğu ülkelerini içine alan merkezi coğrafyada bir kara hakimiyeti politikası değil aksine ,şimdiye kadar sırtını döndüğü Akdeniz bölgesine yüzünü çevirerek bir deniz hakimiyeti üzerinden Büyük İsrail’i Kudüs İmparatorluğu konumunda yeni Roma İmparatorluğu olarak geliştirmeğe çalıştığı anlaşılmaktadır .Bu doğrultuda İsrail’in son yıllarda Akdeniz ülkelerine karşı ilgisi fazlasıyla artmış ve giderek bu ülkelerin içişlerine dolaylı yöntemlerle kendi çıkarları doğrultusunda karışmağa başlamıştır . Dünyanın gelecekteki süper gücü olarak batı merkezli bir proje görünümünde yeni Roma İmparatorluğu yavaş yavaş Akdeniz Birliği üzerinden devreye sokulmakta İsrail ABD ve Avrupa Birliği içindeki lobileri üzerinden yeni Roma İmparatorluğu olarak Akdeniz Birliği sürecini hızlandırmaktadır . Bu doğrultuda Kudüs merkez olarak belirlenirken , Yeni Roma İmparatorluğu aslında Kudüs imparatorluğu olarak öne çıkmaktadır . Siyonist lobilerin denetimi altındaki küresel medyada bu doğrultuda çaktırmadan dolaylı yollardan elverişli bir kamuoyu yaratmağa çaba göstermektedir .
*
Bir Macar Yahudisi olan Sarkozy’nin İsrail güdümündeki Siyonist lobilerin desteği ile Fransa Cumhurbaşkanı yapılmasıyla Avrupa Birliği süreci sona ermiştir . Başkan olmadan Türkiye’nin Avrupa üyeliğine karşı çıkan Sarkozy göreve gelir gelmez , Almanya’ya sırtını dönerek Akdeniz Birliğini gündeme getirmiş ve böylece Akdeniz üzerinden İsrail’e el uzatmıştır . Bu aşamada , Fransa’ya İngiltere’ye karşı denge bağlayabilmek için Kıbrıs’ta ABD desteği ile üs verilmiştir . Fransa öncülüğünde bir latin dayanışması İtalya,İspanya ve Portekiz’i Akdeniz Birliğine çekmiş,AB süreci duraklarken Akdeniz ağırlıklı projeler öne geçmiştir . İkibinli yıllara girerken , ABD desteği ile İsrail Fas’ın başkenti Rabat kentinde bir Akdeniz zirve toplantısı düzenleyerek ,geleceğe dönük İsrail merkezli bir Akdeniz Birliğinin temellerini atarken , Avrupa Birliği’de İspanya’nın Barcelona kentinde Euromed toplantısını yaparak , İsrail’in Kudüs merkezli Akdeniz projesine karşı çıkmış ve tıpkı Roma İmparatorluğu döneminde olduğu gibi İtalya ve Roma üzerinden bir Akdeniz açılımını hedeflemiştir .Ne var ki , ABD’yi yönlendiren Siyonist lobiler ve gene onların denetimi altındaki uluslarası kapitalist sistem böylesine bir gelişmeye izin vermemişlerdir . Sarkozy Fransa’sı ile beraber Berlosconi İtalya’si de Siyonizmin yönlendirmesi altına girmiş ve bu durum giderek bütün Akdeniz ülkelerini yakından etkilemiştir . Doğu Akdeniz’de yahudilerin tarihsel rakibi olan Yunanlılar ve onların devleti de bu durumdan fazlasıyla etkilenerek bocalamağa başlamışlar ve siyoınistler tarafından yapay olarak çıkartılan küresel ekonomik krizin ilk kurbanları arasına girmişlerdir .
*
Kurulduğu günden bu yana Kıbrıs adası ile jeopolitik karşı kıyı politikaları nedeniyle yakından ilgilenen İsrail, Kuzey kıbrıs Türk Cumhuriyetini Kürt İsrail’den sonra Türkİsrail görünümünde üçüncü İsrail devletine dönüştürürken , Kıbrıs’ın ötesindeki Girit adası ile de yakından iglinerek ,bu büyük adanın yunanistan’dan kopartılarak ayrı bir devlet olması için destek vermiş , daha da ileri giderek İsrail uçakları ve ordusu için Girit adasını bir askeri üs konumuna getirmiştir . Yunanistan’ın çöküş sürecinde Ege adaları ile yakından ilgilenen İsrail , küresel sermaye üzerinden bu adaları teker teker satın almağa başlamış ve daha da ileri giderek , Selanik’in Yunanistan devletinden kopartılarak Makedonya’nın başkenti olması için siyonist lobileri seferber etmiştir .Üsküp ve Selanik biraraya gelirken , Ege’de kıyısı olan bir Büyük Makedonya devleti gelecekte İsrail’e gelmekten çekinen Amerikan ve avrupa yahudilerin gelerek rahpatlıkla yerleşebileceği ikinci bir Yahudi devleti olarak hazırlanmaktadır . Böylece Doğu Akdeniz bölgesi İsrail merkezli olarak yeniden düzenlenirken ,Kudüs başkent olarak öne çıkarılmış ve bu duruma bölge ülkelerinin karşı çıkmasına izin verilmemiştir .Yunanistan’dan kopmakta olanbatı Trakya’nın Doğu Trakya ile birleşerek yeni bir Trakya devleti oluşumuna da yeni Akdeniz yapılanması içinde dolaylı olarak destek verilmiş ve böylece Türkiye’nin de Akdeniz Birliği sürecinde parçalanmasına göz yumulmuştur . Akdeniz Birliği görünümünde bir Kudüs İmparatorluğu kurulurken bütün doğu Akdeniz İsrail merkezli olarak yeniden düzenlenmeğe çalışılmıştır . Böylesine bir süreçte Türkiye’nin Ege ve Akdeniz bölgelerinin de ayrı siyasal yapılanmalar içerisinde eyaletleşmesine giden yollar açık tutulmağa çalışmış ,Avrupa Birliği kriterleri doğrultusunda bu bölgelerin Ankara’dan uzaklaşarak gayrimüslim ve gayriTürk kimlikler ile birer yeni Akdeniz devletleri olarak öne çıkmaları istenmiştir . Bu tür girişimlerin sonucunda Türkiye’de Trakya ve İyonya devletleri konusu tartışılmağa başlanmıştır . İsrail merkezli Kudüs İmparatorluğu oluşumu Türkiye Cumhuriyetini de diğer Akdeniz ülkeleri gibi parçalayarak yeni bir yapılanmaya doğru sürüklemektedir .
*
Katalanya ve Bask devletleri ile İspanya parçalanırken , beşyüz yıl sonra İspanya içerisinden yeni bir Endülüs devleti çıkartılmağa çalışılmakta , Korsika ile beraber Sardunya,Sicilya ,Girit ve Kıbrıs adaları tıpkı Malta adası gibi ayrı devletçikler haline dönüştürülerek Akdeniz Birliğinin yenieyaletleri yapılmak istenmektedir . Ayrıca Po ovasındaki Padanya siyasal oluşumu desteklenerek İtalya’nın da tıkı İspanya ve Fransa gibi bölünmesinin önü açılmakta ve ortaya çıkacak küçük devletçiklerin birer Akdeniz Birliği eyaleti olarak İsrail merkezli Kudüs imparatorluğunun hegemonya alanı içerisine girmeleri sağlanmak istenmektedir . Avrupa ülkelerindeki Siyonist lobiler İsrail merkezli Akdeniz Birliği için uğraşırlarken , Avrupa Birliği gelişmeleri tümüyle geride kalmakta ve diplomatlar birbirlerine rol yaparak zaman kazanmağa çalışmaktadırlar . AB oluşumu içerisinde Bologna sürecinin öne çıkartılması , İtalya üzerinden yeni bir Akdeniz açılımını gündeme getirmiş ve böylece Brüksel ya da Frankfurt merkezli bir Avrupa Birliği oluşumunun geride kalması dolaylı olarak sağlanmıştır .Şimdi Bologna sürecinde yavaş yavaş eski Roma İmparatorluğu döneminde olduğu gibi bir Akdeniz Birliği oluşumu öne çıkartılmaktadır . Akdeniz kıyısındaki ülkelerin ilgisi Avrupa üzerinden Akdeniz bölgesine kayarken ,İsrail daha aktif bir biçimde devreye girerek , bu ülkelere Almanya ve İngiltere’ye karşı Fransa ve İtalya gibi latin ülkeleriyle işbirliği yaparak sahip çıkmaktadır . Sarkozy ve Berlosconi artık açıkca Akdeniz üzerindeki yeni İsrail hegemonyasının Avrupa’daki temsilcileri konumuna gelmişlerdir .Bu aşamada Katalanya ve Bask bölgelerinin bağımsızlığını destekleyen İsrail lobileri, aynı zamanda Endülüs’te yeni bir devletin yeniden kurulmasına giden yolu açarak ,beşyüzyıl önceki Kastilya kralı Ferdinand’ın yahudileri İberik yarımadasından kovuşunun intikamını bugünkü İspanyol devletinden almağa çalışmaktadır . Günümüzde Yahudiler Roma’nın intikamını Filistinlilerden alırken , Endülüsün intikamını da İspanyollardan çıkarabilmenin arayışı içerisine girmişlerdir .
*
Avrupa Birliği biterken Akdeniz Birliği devreye girmekte ve bütün Akdeniz ülkelerini İsrail merkezli bir Kudüs imparatorluğu doğrultusunda zorlamaktadır . Akdeniz’de kıyısı olan bütün Avrupa ve Afrika ülkeleriyle beraber Türkiye’de bu yeni oluşumun kapsamı içerisine girmektedir .Böylesine bir projeden haberi olan İstanbul ve Ege Yahudilerinin bir kısmının Akdeniz kıyılarına yerleşerek bu yeni oluşum içerisinde yer almağa hazırlandıkları görülmektedir .İflasa sürüklenen Yunanistan’ın adaları üzerinde yeni bir Ege Cumhuriyeti oluşturulmak istenmektedir .Kıbrıslı Rumlar bu Ege adalarına göçe zorlanmağa çalışılmaktadır . İspanya,Fransa, ve İtalya üzerinden Yunanistan’a gelen parçalanma sürecinin, Türkiye’nin Ege ve Akdeniz kıyılarını nasıl etkileyeceğinin şimdiden iyi hesaplanması gerekmektedir . Türkiye’nin iç çekişmeleriyle gayrimüslimlerin ve Türk kimliğini benimsemeyenlerin Ege ve Akdeniz kıyılarında toplanmağa çalışmaları , Türkiye Cumhuriyetinin önce batı bölgelerinden bölünebileceği gerçeğini öne çıkarmaktadır . Önümüzdeki dönemde , Türk devleti doğu ve güneydoğu bölgeleri kadar batı kıyılarından da bir bölünme riski ile , İsrail’in yeni Kudüs İmparatorluğu projesi yüzünden Akdeniz Birliği üzerinden karşı karşıya kalacaktır .Yeni dönemde İsrail Orta Doğu’dan daha çok ,Akdeniz bölgesi üzerindeki etkinliğini artırarak yol haritasına devam etmek isteyecektir . Ulusal ve üniter Türkiye cumhuriyetini korumakla görevli, Türk devletinin ve Türk ulusunun ilgili ve yetkili makamlarının bilgilerine saygı ile sunulur .

22 Aralık 2017 Cuma

"KIBRIS’TA ÇÖZÜMÜN MODELİ DEĞİŞİYOR"-Prof. Dr. Ata ATUN, KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı

KIBRIS’TA ÇÖZÜMÜN MODELİ DEĞİŞİYOR
Müzakerelerin ucu açık ve Rumların keyfine kalacak şekilde devam etmeyeceği artık kesinleşmeye başladı.
Müzakereler konusunda yaptırımcı etkileri olan siyasilerin söylediklerini dikkatle okuyorum, özellikle KKTC ve Türkiye’deki siyasiler ile Rum lider Anastasiadis ve görüşmecisi Mavroyannis’inkileri.
KKTC Ekonomi ve 
Enerji Bakanı Sunat Atun
KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun’un,“Bizim her zaman kalıcı bir çözüme yönelik olarak dost elimiz Güney Kıbrıs’a doğru uzatılmış durumda. Ancak biz ilelebet Güney Kıbrıs ile bir çözüm olsun diye bekleyecek değiliz. 60 yıldır gayretlerin tamamı sonuçsuz kalmıştır. Üstelik de masa başında müzakere edilmesine ve bizden talep edilen fedakarlıklara olumlu yanıt verilmesine rağmen sonuçsuz kalmıştır. Haliyle KKTC olarak da sonsuza kadar tanınmamış ve müzakerelere mahkum edilmiş pozisyonda beklemeye artık niyetimiz yok. Bu noktada ana vatanımızla istişare içinde yeni modelleri elbette konuşmak durumundayız” sözleri 2018 Şubatından sonra Kıbrıs konusunda nelerin yaşanacağını ortaya koyuyor.
T.C. Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu
T.C. Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun TBMM Bütçe görüşmelerinde söylediği,“…. KKTC pasaportunun daha fazla ülkede geçerli olması için daha fazla ülkede, şehir de temsilcilik açılması için hep birlikte, iktidar, muhalefet çalışalım çünkü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin üzerindeki izolasyonların kalkması gerekiyor. Avrupa Birliği bu konuda da sözünde durmadı"  sözleri de Türk tarafının Kıbrıs konusundaki yeni stratejisinin ipuçlarını veriyor.
Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı da bu konuda aynı kapıya çıkan ifadeler kullanmakta. Rumlarla anlaşma yapmak için her tür fedakarlığa razı olan ve ödünler veren KKTC Cumhurbaşkanı tarafından18 Kasım tarihinde dile getirilen “Müzakereler 50 yıl daha mevcut prosedürlerde devam edemeyecek… Sonuçsuz bir müzakere girdabının içine girmemek gerek. Bu konuda kararlıyız … Kıbrıs sorununun esası, Kıbrıs’ta yönetimi paylaşmama, Kıbrıslı Türkleri eşit görmeme, bizleri ele geçirdikleri Kıbrıs Cumhuriyeti’nin içine yamalama arayışından kaynaklanan ve bu adayı Yunanistan’a bağlama girişimidir…” sözleri, müzakerelerin aynı formül ve düzende devam edemeyeceğinin göstergesi. Özetle “Kıbrıs konusu ve görüşmeler eskisi gibi olmayacak, yeni bir uygulamaya geçeceğiz” demeye getiriyor Akıncı.
Artık minareleri gözüken köyün neresi olduğu belli oldu. Kıbrıs sorununa çözüm konusu belli ki iki devletliliğe doğru dönüş yapmış durumda. Artık konuşulacak konu Rumların adeta empoze etmek istedikleri “Rum Üniter Devletinin kurulması” değil, adada iki devletin varlığının kabulü ve barış içinde yan yana yaşamalarının görüşmeleri olacak.  
Anastasiadis’in burnunun büyüklüğünün ve Türklerle ortak bir devlet kurmak istememesinin, adanın resmi yollardan bölünmesine yol açtığının bilincindeler. Bu nedenle de Rumlarda küçük çapta bir paranoya başlamış durumda. Yarım asrı aşan bir süredir devam eden müzakerelerin, 1977 yılından bu yana süregeldiği şekilde devam etmeyeceğinin artık farkındalar ve uzatmaları oynamaya çalışıyorlar.
Zaten, Dünya üzerinde dengeler, Aralık ayından yaşanan gelişmelerle alt üst olmuş durumda. ABD Başkanı Trump’ın, Kudüs'ü İsrail'in resmi başkenti olarak tanıdığını ve Tel Aviv'deki ABD Büyükelçiliği'nin Kudüs'e taşınacağını açıklamasısonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin ele geçirdiği bölgesel liderlik ve İslam Ülkelerini İİT çatısı altında toplamasının ucunun bir müddet sonra KKTC’ye de değeceği kesin. Ki, artık Başkan Trump’ın çıkışları ve BM Genel Kurulu'nda ABD'nin Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımasını reddeden karar tasarısına destek verecek ülkeleri, yardımı kesmekle tehdit etmesi bence bardağı taşıran bir damla olacak. İlk darbeyi ABD dolarının, ikinci darbeyi de ABD’nin kendisinin siyasi olarak yiyeceği bence kaçınılmaz bir süreç. Neticede dünyayı, Kıbrıs’ı da etkileyecek bir kaos dönemi bekliyor… Hep birlikte göreceğiz.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.comveya  ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1

30 Kasım 2017 Perşembe

ANKARA KALESİ, NO: 236 "ATATÜRK-ULUS DEVLET VE KAPİTOKRASİ (AVAZ–TÜRK DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ)" - Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

ATATÜRK-ULUS DEVLET VE KAPİTOKRASİ
(AVAZ–TÜRK DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ)
                                                                                                         Prof. Dr.  ANIL ÇEÇEN
Soru- 1 -  Son zamanlarda herkes Atatürk’e sarıldı . Bu aslında olması gereken ama sürpriz olan çok yüksek  tonda bir sarılma olmasının yanında, geçmişte Atatürk’ü eleştirenlerin de aynı noktada bunu seslendirmesidir . Bu konuda neler düşünüyorsunuz  ?
Cevap-1 – Yıllardır  Türkiye Cumhuriyetini yönetenler kendilerini iktidara getiren batı merkezli  uluslararası konjonktürün  etkisiyle hareket ederken , Türk halkına gerçekleri söylemiyorlar , halktan yana imiş gibi görünürken , uluslararası güç merkezlerinin tercihlerine  öncelik vererek  Türkiye’yi yönetiyorlardı .Türkiye Cumhuriyeti dünyanın merkezi bölgesinin tam ortasında yer alırken , geçen yüzyılın başlarından bu yana batı merkezli emperyalist  baskılar  Türkiye’nin siyaset sahnesini  çok yakından etkiliyordu . Avrupa-Amerika ve İsrail ‘den oluşan  batı üçgeninde  Türkiye batı  dünyasına  saplanıp kalıyor ve bir türlü dünyanın diğer bölgelerine ve de özellikle kendi bölgesine yönelik ulusal  açılımlar yapamıyordu . Batının emperyalist yaklaşımı ve İsrail’in Siyonist baskıları  Türkiye’nin kendine gelmesini ve kendi gerçek ulusal çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirmesine izin vermiyordu . Bu nedenle batı desteği ile iktidara gelen bütün  iktidarlar batı blokunun çıkarlarına öncelik veriyorlar ve böylece Türk halkının çıkarlarını ihmal ediyorlardı . Bu durumu halk kitlelerinin görmesini önlemek üzere de  Atatürkçü görünmeyi tercih ediyorlardı . İkinci dünya savaşı sonrasında Türkiye  batı emperyalizminin kontrolü altına girerken , batılı merkezler Türk halkının uyanarak kendi çıkarlarını savunmasını önlemek amacıyla,Atatürk dönemi sonrasında  göstermelik bir  Atatürkçülüğü kendi kontrolları altındaki basın organları ile  kamuoyuna empoze ediyorlardı .
            Soğuk savaş döneminin demokrasiye açılım döneminde  , Atatürk’ün partisi  küresel emperyalizmin  Türkiye’deki yansımaları sonucunda ,gerçek çizgisi olan Kemalizm’den uzaklaşarak  batı tipi bir sosyal demokrasiye kaydırılıyordu. Kuvayı Milliye günlerinde  Kemalist bir model ile ortaya çıkan Atatürk’ün partisi,  batının emperyal-siyonist  baskıları sonucunda  sosyal demokrasi  ve  demokratik sol aşamalarından geçerek küresel emperyalizmin bir dayatması olarak gündeme gelen neoliberalizme  doğru yönlendiriliyordu .Avrupa için sosyal demokrasi ,   İsrail için demokratik sol politikalara yöneldikten sonra , Amerika için de neoliberalizme yönlendirilen  Atatürk’ün partisi  bir türlü tüzüğünde yer alan Atatürk ilkelerini savunamıyordu . Daha çok batı tipi liberalizmden yana  olan  parti yöneticileri  batı ve batı işbirlikçisi sermaye çevrelerinin desteği ile  yönetime geldikten sonra ,Türkiye Cumhuriyetinin  Türk halkı adına kurucusu olan  Atatürk’ün partisini  değişen uluslararası konjonktüre göre  bir yerlere doğru çekiştiriyorlar ama bir türlü  altı  okun birlikte uygulamaya geçirildiği bir Kemalist  çizgi izleyemiyordu . Parti yöneticileri resmi törenler de Atatürk nutku çektikten sonra kendilerini parti yönetimine getiren  siyasal merkezlerin çıkarları doğrultusunda hareket ederek  Türk halkını oyalamayı tercih ediyorlardı . Parti liderleri  atletizme önem verirken , Kemalizm’i ihmal ediyorlardı . Türk siyasetinin merkez sol kanadını temsil eden  bu parti ciddi bir sermaye işgali altına sürüklenince, partinin adında var olan halk kavramının geldiği kitleleri görmezden gelerek hareket ediyorlar ve Türk siyasetini  bu yüzden sol ayağı  olmayan bir biçimde  topallaştırıyorlardı .Böylesine bir çıkmaz içinde bocalayan  Atatürk’ün partisi kurucusunu unuttuğu gibi kendisini de unutarak emperyal siyasetlere alet olmaktan kurtulamıyordu .
            Türk siyasetinin merkez sağ kanadında yer alan  iş ve sermaye çevreleri ise devlet desteği ile palazlandıktan sonra, batı ülkeleri üzerinden dünyaya açılarak ekonomik büyümeye öncelik veriyorlar ama  bir türlü destek aldıkları Türk devleti ile vergilerinden beslendikleri Türk halkının gerçek ulusal çıkarları çizgisinde hareket edemiyorlardı . Batı emperyalizminin oyuncağı durumuna düşürülen  Türk şirketleri ve sermayesi  sonuna kadar liberal çizgilere teslim olduğu için ne devletin kurucusu Atatürk’e ,ne de devletin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm’e yakın durmuyorlardı . Türkiye’deki sermaye kesimlerinin milli burjuvaziyi oluşturması gerekirken ,batı emperyalizminin çıkarlarına teslim olarak ,her on yılda bir Atatürkçülük adına gelen ara rejimlere ve darbelere çanak tuttukları görülüyordu .Bu doğrultuda merkez sağ kanadın batı işbirlikçisi bir çizgide hareket etmesi yüzünden  cumhuriyet rejiminin  yarattığı iş ve sermaye çevrelerinin  hiçbir zaman ciddi bir anlamda Atatürkçü olmaması Türkiye için büyük bir kayıp olmuştur . Yirminci yüzyılın ortalarından sonra sürekli olarak batı destekli merkez sağ iktidarlar işbaşına geldiği için , bu kesimlerin ciddi anlamda Atatürk’e ve Atatürkçülüğe sahip çıkmaları gerekiyordu . Ne var ki , ekonomik kazançlar uğruna dışa açılma ve batı ile ortaklık yüzünden , Türkiye’de iş ve sermaye çevrelerinin liberal bir çizgiye kayarak ülkenin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm ile ters düştükleri görülmüştür .
            Merkez sol ile merkez sağın ikisinin birden batı taklitçiliğine yönelmesi yüzünden  Atatürk sahipsiz kalınca , Türkiye’nin  halk tabanını oluşturan Müslüman  kitlenin içinden çıkan Milli Görüş hareketi  Atatürk’e sahip çıkmak zorunda kalmıştır . Milli Görüşün öncüsü ve kurucusu olan siyasal önder “Atatürk yaşasa idi  Milli görüş partisinden yana olurdu” demiştir .Çünkü  batı emperyalizmi ile savaşarak Türkiye Cumhuriyetini kurmuş olan  kurucu cumhurbaşkanı Atatürk’ün en büyük ilkesi bağımsız bir devlet yaratabilmek için antiemperyalizm olmuştur . İslamcı tabandan milli çizgide bir antiemperyalist hareket doğması , biraz da merkez sağ ve sol partilerin batı emperyalizmine karşı teslimiyetçi bir tutum içine girmeleri  yüzünden ortaya çıkmıştır . Bugün ılımlı İslamcı bir hareket  adına ülkede öne çıkan hareketin  gelmiş olduğu yeni aşamada Atatürk’e sahip çıkması ve bu açıdan Atatürkçülüğü yeniden gündeme getirmesinin nedeni , bu hareketin Milli Görüş tabanından doğması yüzündendir .Milli  Görüş’ün öncüsü ve kurucusu olan  siyasal önder de, tıpkı Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu  gibi hem tam bağımsızlığı savunmuş, hem de her yönü ile    batının emperyal devletlerinin saldırılarına karşı  ödünsüz bir antiemperyalist yol izlemiştir . Milli Görüş geleneği bir anlamda  ulusal kurtuluş savaşı günlerinde örgütlenen Kuvayı Milliye hareketinin devamı olmuştur . Milli Görüş  bir anlamda  Atatürk’ün partisinin ve merkez sağ partilerin ihmal ettiği Kuvayı Milliye çizgisinin  bugünkü temsilcisi olmuştur . Milli görüş uzantıları bu nedenle  Atatürkçü çizgiye gelebilmişlerdir  .
            Soğuk savaş  yıllarında  Türkiye’nin Müslüman potansiyeli Milli Görüş çatısı altında  toplanmış ama  küreselleşme dönemine geçildiği zaman bu hareketin içinden çıkan yenilikçiler , ulus devlet sınırları dışına çıkan  ve Türk milleti yerine İslam ümmetine öncelik veren bir ılımlı İslam hareketini  uluslar arası konjonktüre uygun bir biçimde  örgütleyerek Türk siyasetinde öne çıkmışlardır . Küresel rüzgarların etkisiyle Türkiye’de bir geçiş dönemi yaşanmış ve çeyrek yüzyıllık bir zorlamaya rağmen  Türkiye Cumhuriyetinin Kuvayı Milliye döneminden gelen  kuruluş modeli değiştirilememiştir . Küresel emperyalizmin Siyonizm ile işbirliğine girerek , eski Osmanlı toprakları üzerinde  ABD benzeri bir  kırk eyaletten oluşacak Orta Doğu Birleşik Devletleri projesi merkezi alandaki bütün devletleri parçalamaya kalkıştığı aşamada ,bölgedeki devletlerin çatısı altında  yaşayan  Orta Doğu halkları  böl ve yönet oyununa şiddetle karşı çıkarak ve devletlerinin yanında yer alarak ,  bu oyunu bozmuşlardır . Küresel şirketler ile ulus devletler arasında  terör ve tarikat örgütleri üzerinden yaşanan bu oyunu  emperyalizme karşı sıkı direnen  bölge halkları ve devletleri kazanma aşamasına gelince , ılımlı islam ile öne geçen siyasal hareket yeniden geldiği çizgiye dönerek  ve yeniden  Milli Görüş  gömleği giyerek Kuvayı Milliye Atatürkçülüğüne  dönmüştür . Uluslararası konjonktürde  küreselleşme biterken  bölgeselleşme başlamış ve bölge devletleri  ile halkları   tekelci küresel şirketler ile  işbirlikçi tarikatların gündeme getirdiği  bölünme ,parçalanma ve dağılma sürecine  karşı çıkarak  eskisi gibi emperyalizme karşı direnişe geçmişlerdir . Bu mücadeleyi Türk milli devleti de kazanırken , milli burjuvazi ve  de  merkez sol partiler de kaybetmiştir . Yeniden başlayan millileşme sürecinde Milli Görüş hareketi ve onun uzantıları  Türkiye’de  Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü  desteklediklerini ortaya koymak zorunda kalınca , bu birikimin içinden çıkan ılımlı İslamcı akımda bu yeni duruma uyum sağlamak üzere yeni Atatürk’çü  açılımı gündeme getirmiştir . Konuya siyaset bilimi açısından bakıldığında böyle bir tablo ortaya çıkmaktadır . Mesele sadece İslamcıların Atatürkçü olması olarak değerlendirilemez .Ama Milli Görüş birikiminin , yaşanmakta olan emperyalist ve Siyonist saldırılara karşı  bugünün İslamcı kadrolarını  antiemperyalist  çizgiye getirmesi olarak açıklanabilir .
            Konu aslında  devlet sorunu ile yakından ilgilidir . Küreselleşme görünümünde bir  süper emperyalizm ulus devletlere  çeyrek asırdır zorla dayatılırken , dünyanın her bölgesinden bu duruma karşı çıkışlar  gündeme gelmiş ve emperyalist devletlerin kurduğu terör  örgütleri ile  ulus devletlerin parçalanmasına giden yol açılmak istenmiştir . Çeyrek yüzyıl geride kalırken artık küreselleşme ile bir yere gidilemeyeceği görülmüştür . Bu durumu  yaşayarak  gören ulus devletler komşuları ile bir araya gelerek  emperyal saldırılara karşı bölgesel birlikler kurarken , Türkiye’de bu gelişmeyi değerlendirmeli ve kurucu önder Atatürk’ün izinden giderek  Sadabat Paktı benzeri bir bölgesel birliği  güvenlik ve işbirliği yapısallaşması olarak gündeme getirmelidir . Bunun için de Atatürk’ün yolundan giderek komşularla bir araya gelinmelidir . Emperyalizm ve Siyonizm  bu coğrafya devletlerini   çarpıştırarak  bölgesel hegemonya oluşturmayı hedeflerken bölge devletleri de  bir araya gelebilmenin  yollarını arayacaktır .Eski Sadabat Paktı, bugün  Osmanlı İmparatorluğu alanında  oluşturulacak Merkezi Devletler Birliği’nin  tıpkı Avrupa Birliği gibi kurulabilmesi açısından bir çıkış noktasıdır .Böylesine bir bölgesel yapılanma için de  Türkiye’nin gene Atatürk’e dönmesi gerekmektedir . Atatürk’ü diğer cumhurbaşkanları ile karıştırmamak gerekmektedir . Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına doğru yol alırken , bu devletin kuruluş modelinin ve  dayandığı paradigmanın Atatürk tarafından başarı ile uygulama alanına getirildiğini görmek gerekmektedir .
            Atatürk karşıtlarının bugün Atatürk çizgisine gelmiş olmaları aslında sevinilecek bir gelişmedir . Türk devletini yönetenler , bu çatı altında seksen milyon insanın yaşadığını ve böylesine büyük bir halk kitlesinin yaşamını sürdürebilmesi için  merkezi ve üniter bir ulus devlet modelini Türkiye’nin koruması gerektiğini görmelidirler . Türkiye Cumhuriyeti  laik bir devlet modeli ile Müslüman  toplum yapısını hem birlikte var edebilmeli  hem de  yaşatabilmelidir . Türkiye’nin varlık nedeninin kurucu önderden geldiği görülürse, o zaman bugünün koşullarında herkesin vatandaşı olduğu devletten yana olarak  Atatürk’e dönmesini normal karşılamak gerekmektedir . Atatürkçülerin küresel neoliberal çizgilere kayarak Atatürk’ten uzaklaştığı bir aşamada ,Atatürk karşıtı olarak görünen bazı kesimlerin  Atatürkçülüğe dönmesi  olumlu bir gelişmedir . Çünkü  söz konusu olan vatandır ve çatısı altında yaşanılan devlettir . Devletin yıkılma  aşamasına geldiği  ve parçalanma senaryolarının zorla dayatıldığı bir yeni durumda  gerçek anlamda vatanseverlerin  Atatürk çizgisinde bir araya gelmeleri ülkenin geleceği açısından  ciddi bir varlık ve yaşam göstergesidir . Tek devlet,tek vatan, tek millet  ve tek bayrak diyenlerin   genel seçimlerde üç Türkiye’nin ortaya çıktığını görerek ,  tek Türkiye için  Atatürk ve Kemalizm’i öne çıkarmaları gerekmektedir . Yaşanan deneyler tek Türkiye’nin ancak Kemalizm ile mümkün olduğunu  göstermektedir . Bölünmeye karşı çıkan ve ülkenin birliğinden yana olan bütün vatanseverlerin , Atatürk çizgisine gelmesi ve  Türkiye Cumhuriyetinin yaşayabilmesi için  Atatürkçü olmaları  en doğal  yaklaşım olmalıdır . Bu açıdan Kemalizm Türkiye için  zorunluluktur .
            Soru 2-Türkiye bir yol ayırımında mı  ?Özellikle NATO ile ilişkiler  konusu çok tartışılıyor  Perde arkasında neler var ? Sizce  Türkiye’nin yeni yolu nedir  ?
Cevap 2- Başkent Ankara’nın ortasında yer alan NATO YOLU isimli caddenin adı  Belediye kararı ile ATA YOLU olarak değiştirilmesi için  harekete geçildiği bir aşamada , Atatürk Türkiyesi ile NATO’nun karşı karşıya geldiği görülmektedir . Yıllardır NATO baskısı altında batı emperyalizminin dümen suyunda götürülen Türkiye’nin, değişen dünya koşullarında  NATO yolundan ayrılarak ATA YOLU’na  doğru  dümen kırdığı görülmektedir .  Sosyalist sistemin VARŞOVA  paktına karşı kurulmuş olan NATO aslında Varşova Paktının dağıldığı gün bitmiştir . Sovyetler Birliğine karşı bir savunma örgütü olarak kurulmuş olan  NATO , bu büyük devlet yapılanması ortadan kalktıktan sonra  anlamını yitirmiştir . Küreselleşme döneminde batı emperyalizmi yeniden saldırganlaşırken , NATO , Kosova gibi geri kalmış ülkelerin ele geçirilmesi sırasında bir saldırı ve işgal örgütü olarak kullanılmıştır .Alan dışı doktrini icat ederek  batının çıkarları doğrultusunda bütün dünya ülkelerine saldırmaya ve de  işgale çalışan bu örgüt  , artık bir  güvenlik örgütü olmaktan çok terör örgütleri gibi tehdit  yaratan bir   yapı  olarak görülmektedir .Orta Doğu ülkelerindeki gelişmeler  Kosova’daki gelişmelere paralel olunca  bölge devletleri ve halkları NATO’yu  batı emperyalizminin tehdit unsuru olarak  görmeye başlamıştır . Bu aşamada Avrupa Birliği’nin giderek ABD’nin denetimi altına giren NATO’dan ayrılarak   kendi ordusunu kurması da yeni bir dönemin başlangıcıdır . Her devlet kendi güvenliği peşinde koşarken sadece ABD’ye hizmet eden bir kuruluştan Türkiye’nin destek beklemesinin bir hayal olduğunu  son gelişmeler ortaya koymuştur . Şangay işbirliği örgütü de bu süreçte güvenlik yapılanmasına  girmiştir.
            Gelinen aşamada yapılması gereken , NATO’nun bir uluslararası güvenlik örgütü olarak Birleşmiş Milletlere bağlanması ve böylece bütün dünya devletlerinin eşit olarak temsil edildiği bu örgütün çatısı altında  yeni bir yapılanma olarak Birleşmiş Milletler  ordusunun kurulmasıdır . ABD ve İsrail ikilisinin buna karşı çıkacağı görülerek,  bütün dünya devletlerinin  ortak hareket etmesiyle dünya barışına hizmet edecek böylesine önemli bir adım atılabilir . Bu durumda Rusya ve Çin güvenlik konseyi üyeleri olarak Birleşmiş Milletler ordusunda ABD ve İngiltere gibi söz sahibi olacağı için  NATO bir tehdit olmaktan çıkarak  dünya barışına Birleşmiş Milletler çatısı altında katkı sağlayacaktır .Aksi  takdirde  Avrupa Birliği nasıl kendi ordusunu kuruyorsa o zaman dünyanın diğer kıtalarındaki bölgelerdeki ülkeler bir araya gelerek bölgesel güvenlik örgütleri kurmaya yöneleceklerdir .  Bu  durumda Türkiye’de  tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gibi İran ile bir araya gelerek Irak, Suriye, Azerbaycan  ve Gürcistan’ın içinde yer alacağı bir   bölgesel güvenlik örgütü olarak yeni CENTO  kuruluşunu gerçekleştirmesinde bölge ve dünya barışı açısından zorunluluk bulunmaktadır . Merkezi alandaki terör ve savaş saldırılarının sona erdirilmesi için böylesine bir bölgesel güvenlik örgütünün bir an önce kurularak devreye girmesi gerekmektedir .
            Küresel hegemonya peşinde koşan büyük devletler  bütün kıtalarda savaşları gündeme getirerek bölge ülkelerini baskı altına almaya çalıştıkları için dünya barışı bu  olumsuz koşullarda  bir türlü gerçekleştirilememektedir .Birleşmiş Milletler en üst uluslararası örgüt olduğu için , bütün uluslararası kuruluşlar ile birlikte Nato’nun da Birleşmiş Milletler ordusu konumunda bu üst kuruluşa bağlı bir statüye kavuşturulması  , dünya barışı açısından zorunlu görünmektedir . Başta Almanya ve Avrupa ülkeleri ABD’nin özel ordusuna dönüştürülmüş olan bir NATO ile güvenliklerini sağlayamayacakları  açıkça ortadadır . NATO bu hali ile daha fazla gidemez ,bu yüzden ya Birleşmiş Milletlere bağlanarak dünya ordusu olacaktır ya ortakların çekilmesiyle birlikte dağıtılacaktır .O zaman da kıtalar üzerinde bölge orduları oluşturularak evrensel barış düzeni oluşturulmaya çalışılacaktır . NATO’yu yönetenler bu yüzden  Birleşmiş Milletler ordusuna yönelmelidirler .
Soru- 3- KAPİTOKRASİ isimli kitabınız ilginç tespitler ile dolu görünüyor. Neden böyle bir kitap yazma gereğini duydunuz ? Şirketler ile devletler arasındaki ilişkileri nasıl açıklıyorsunuz ?
Cevap-3-Kapitokrasi kitabı büyük bir ihtiyaçtan doğmuştur . Sermaye sahibi para babaları  her şeyi satın almaya bayıldıkları için  siyasal partileri ve basın organlarını da satın alabilmekte ve kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdikleri  akıl ve fikirleri  kamuoyu üzerinden halk kitlelerine ve devletlere kabül ettirmeye çalışmaktadırlar . Lenin emperyalizmi , kapitalizmin en üst aşaması  biçiminde tanımlamıştı . Ben de  Kapitokrasi kavramını  küresel emperyalizme dönüşen sermaye düzeninin en üst aşaması olarak  gündeme getiriyorum . Günümüzde  bütün dünya ülkeleri  demokrasi ile  yönetiliyormuş gibi bir görüntü yaratılmaktadır . Demokrasi halk egemenliği  anlamına gelmektedir . Ne var ki , bugün halk kitleleri giderek fakirleşirken  güç kaybederek demokrasinin gereği olan halk egemenliğini kullanamaz hale düşürülmüşlerdir .  Açlık  ve işsizliğe mahkum edilen halk kitlelerinin gerektiği gibi oy kullanarak ülke çıkarlarını koruması artık eskisi gibi mümkün olamamaktadır çünkü patronlar  aşırı  zenginleşerek  ve  her şeyi satın alarak  gerçek egemenliğin sahibi görünümünde  etkin olmaktadırlar . Bugün bütün dünya demokrasileri  aşırı zengin patronların müdahaleleri yüzünden tam anlamıyla bir sermaye egemenliğinin yani Kapitokrasi’nin uydusu haline gelmişlerdir .
            İnsanlık tarihi incelendiği zaman geçmişin   her döneminde çeşitli topluluklar ve devletler arasındaki savaşlar ile  yaşam sürecinin devam ettiği görülmektedir . Eskiden savaşlar ve mücadeleler devletler arasında olurken , şimdi şirketler üzerinden bir egemenlik çekişmesi öne çıkmakta ve bu doğrultuda  küresel emperyalizm bütün dünyaya hakim olmaya çalışmaktadır .Kapitokrasi adını verdiğimiz sermaye egemenliği düzeninde  piyasa üzerinden şirketler büyürken , özelleştirme  görünümü altında devletlerin kendi ekonomilerini yönetme hakları ellerinden alındığı için  devletler küçülmektedir . Tekelleşme süreci içinde büyük şirketler birer deve dönüşerek ekonomi üzerinden devletlere müdahale etmeye başladıkları için  devletler devlet olmaktan çıkmakta , şirketler ise en üst düzeyde kazanç sağlama doğrultusunda devletlerin yaratmış olduğu boşlukları doldurarak  devletlerin yerini almaktadırlar . Şirketler dışa açılarak küreselleştikçe  ulusal olmaktan çıkmakta ve bu nedenle ulus devletler ekonomik tabanlarını ellerinden kaçırınca  yıkılmaya doğru sürüklenmektedirler .
            Küresel sermayenin dünya devleti projesi doğrultusunda  önce ulus devletlerin sayısı 200 den  2000’e çıkacak ve devlet modeli ulus devletten eyalet devletine doğru gelişme gösterecektir . Gelecek yüzyıla kadar bu dönüşüm tamamlandıktan sonra , yirmi beşinci yüzyıla doğru  devletler eyalet modelinden şehir devletine doğru dönüşüm gösterecek ve devlet sayısı 5000 kent  devleti olarak  artacaktır . Devlet sayısı 200 den   önce 2000 e daha sonra da 5000 e çıkarken ,  küresel şirketler arasındaki çekişmeler sonucunda tekelleşme en üst aşamaya gelecek ve  küresel şirketlerin sayısı  5000 den 500 inecektir . Böylece  , 5000 kent devletinde yaşayan 5 milyar insanın gereksinmelerini  500 şirket karşılayacak ve bu yoldan  devletler küçülürken şirketler büyüyerek bütün dünyayı istila edeceklerdir . Dünya ekonomisinin temeli olan kapitalizm böylesine bir süreç içerisinde şirketlerin devletleri  ele geçirerek, bütün egemenliği ellerine  aldığı yeni bir yapılanma dönemine doğru sürüklenecektir . Başta İLLUMİNATİ olmak üzere bütün  küresel güç merkezleri böylesine bir plan doğrultusunda dünya düzenini dönüştürürlerken  , tekelci şirketler aracılığı ile dünya ekonomisini ele geçirerek hem devletlerin hem de  ulusların  egemenlik alanlarını ellerine geçirmektedirler . Ulus devletler ile imparatorlukları yok eden  kapitalistler, şimdi de eyaletler yaratarak ulus devletleri yok etmenin peşine düşmektedirler . Tarikatlar aracılığı ile de milletleri ortadan kaldırmaktadırlar . Yarın da şehir devletleri yaratarak insanlığı iyice bölmeye ve bu yoldan bir avuç zenginin küresel şirketler  aracılığı ile dünyaya egemen olabilmesinin önünü açmaktadırlar.
Soru-4-Türkiye’de ulus devleti tehdit eden  konular nelerdir ? Bugün gelinen aşamada  sıkıntılar nelerdir ve Türkiye  bu konuda neler yapmalıdır ?
Cevap-4-Türkiye Cumhuriyeti batı emperyalizminin çok uluslu Osmanlı İmparatorluğunu yıkması nedeniyle merkezi coğrafya da kurulmuş olan  Avrupa tipi bir ulus devlet  modeline dayanmaktadır . Avrupa kıtası küreselleşme döneminde hem bir bölgesel devlete dönüştürülmeye çalışılmakta  ama aynı zamanda Katalanya örneğinde olduğu gibi  on beş yeni devletin  bağımsız olarak ortaya çıkması gündemdedir . Avrupa ulus devletlerin beşiği olarak kendi içinde ulus devletler barındırırken  hem  ulus üstü bölgesel devlete hem de ulus altı eyalet devletlerine doğru bir gelişim seyri izlemekte ve bu yüzden de ciddi bir gelecek belirsizliği içine düşmektedir . Avrupa tipi bir ulus devlet olarak Avrupa kıtasının yanı başında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti , Avrupa kıtasında yaşanmakta olan eyalet devletleri oluşumu ile birlikte bölgesel yapılanma zorunluluğu arasında  sıkışıp kalmıştır .
            Küreselleşme döneminde kapitalist emperyalizm  yeni eyalet devletler oluşumuna destek  çıkarak ulus devletlerin varlığını açıkça tehdit ettiği için  Türkiye de diğer ulus devletler gibi  ciddi bir parçalanma tehdidi altında bulunmaktadır . Küresel emperyalizm ve  Siyonizm ortaklığı  merkezi coğrafyaya bölünmeyi bir kader olarak dayattığı için , eski Osmanlı hinterlandında yer alan bütün  ulus devletler parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadırlar . Irak üçe bölünürken , Suriye beş parçaya ayrılmakta , Arabistan  beş ayrı devlete bölünürken İran  da beş parçaya ayrılmak istenmektedir . Fiilen üçe bölünen Libya’dan çekilen bir çizgi  Pakistan’a da ulaşmakta ve bu ülkenin de üç ayrı  eyalet devletine dönüştürülmesini gündeme getirmektedir . Türkiye’nin bölgedeki bütün komşuları bölünmeye mahkum edilirken , bir bölge ülkesi olarak Türkiye’yi de benzeri bir kader beklemekte ve  coğrafi bölgeler esas alınarak  ,Türklerin anavatanı da yedi sekiz parçaya bölünmek istenmektedir . Bu doğrultuda emperyalizm destekli güney doğu oluşumuna benzer yeni oluşumlar Türkiye devletinin bütün coğrafi bölgelerinde gündeme getirilmeye çalışılmaktadır . Alt kimlikçilik bu doğrultuda hortlatılırken , yerel  yönetimcilik ülkenin her yerinde öne çıkartılarak, ulusal ve üniter devlet modeli  ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır .
            Türkiye’nin batılı dostları kendi birlik ve bütünlüklerini korurken Türkiye’nin parçalanması doğrultudaki  bölücü gelişmeleri açıktan desteklemişler ve böylece  her zamanki çifte standartlı tutumlarına devam etmişlerdir . İngiltere İskoçya’yı , Almanya Bavyera’yı , Fransa  Korsika’yı ,İspanya Katalanya’yı  , İtalya  Lombardiya’yı  , ABD   Kalifoniya’yı ve Teksas’ı  bırakmazken , hepsi birlikte Türkiye’ye çullanarak güneydoğu bölgesinde yeni bir etnik devlet kurulabilmesi doğrultusunda  hem siyasal gelişmeleri, hem de  anarşi ve terör hareketlerini desteklemişlerdir . Batı sermayesine teslim olmuş iş adamı derneklerinin   Türk devletinden olan istekleri ile bölücü etnik terör örgütünün Türk devletinden taleplerinin aynı olduğu görüldüğünde , Türkiye Cumhuriyetinin çok büyük bir komplo ile karşı karşıya   bırakıldığı görülmüştür . Bugün gelinen noktada Türkiye kendisi gibi ulus devlet olan ülkeler gibi bölünme ve dağılma tehdidi ile karşı karşıyadır . Küresel tekelci şirketlerin dümen suyundaki batılı devletler  batının dışında kalan bütün ulus devletlerin parçalanmasına giden gelişmeleri desteklemekte  ama  kendileri için benzer bir gelişme modeline şiddetle karşı çıkmaktadırlar . Türkiye Cumhuriyeti bu aşamada kendisi gibi ulus devlet olan komşuları ile bir araya gelerek  bölgesel güvenlik örgütü oluşturmak ve evrensel düzeyde ulus devletlerin bir araya gelerek  yeni bir Birleşmiş Milletler yapılanmasının çatısı altında, ulus devletlere sağlanan  hukuksal koruma sistemlerini geliştirmek durumundadır .   Küresel şirketlerin oluşturduğu Dünya Ticaret Örgütüne karşı ulus devletler de bir araya gelerek acilen  bir ulusal enternasyonel  oluşturmalıdırlar.
Soru-5-Dünyanın merkezi konumundaki Orta Doğu bugün yangın yerine dönüşmüş durumdadır . Bu doğrultuda Türkiye’yi ne gibi tehlikeler beklemektedir . ?
Cevap-5- Orta Doğu’da tarihten gelen bütün sorunlar bugün de vardır ve giderek büyüyerek geleceğe doğru uzanmaktadırlar . Ne var ki ,bu bölgenin en büyük sorunu İsrail sorunudur .İki bin yıl önce Roma imparatorluğunun yıkmış olduğu din devleti yeniden merkezi coğrafyanın tam ortasında kurulurken , tarihin intikamının alınacağı hasım olarak Roma devleti ortada olmadığı için , işgal edilen bölgenin eski ahalisi olan Filistinliler’den  iki bin yıl öncesinin yıkılımının intikamı alınmaya çalışılmaktadır . Suçlu Romalıların bugünkü mirasçısı olarak İtalyanlar dururken , bin yıldır orada yaşamakta olan suçsuz Filistinlilerin baskı ve işgal altında tutulmaları çok büyük bir haksızlığa yol açmakta ve uluslararası kamuoyu tarafından böylesine haksız bir işgal  her yerde tartışma konusu olmaktadır .   Tarihte iki kez kurulmuş olan İsrail yirminci yüzyılda üçüncü kez kurulmuştur . Siyonist devletin kurucuları iki kez yıkılan devletlerinin başına gelenlerden     ders aldıkları için üçüncü kez yıkılmamak üzere hem emperyal hem de Siyonist komplolar hazırlayarak , bir an önce Büyük İsrail  İmparatorluğu ya da federasyonu oluşturabilmenin çabası içindedir . ABD’yi bu doğrultuda Siyonist lobiler üzerinden kullanan  İsrail devleti , bölgeye Bekaa vadisi üzerinden terörü ve de  Kurtlar vadisi üzerinden de  savaş senaryolarını Holywood destekli bir biçimde getirmiştir .
             Tarih ve jeopolitik kitapları İslam dünyasının tam ortasında küçük bir İsrail devletinin sonsuza kadar yaşayamayacağını ve bu nedenle bir an önce Büyük İsrail devletinin kurulması gerektiğini   açıkça yazmaktadırlar . Birinci İsrail’i bir Mezopotamya gücü olarak Babil Krallığı , ikinci İsrail’i ise bir Avrupa gücü olarak Roma İmparatorluğunun yıkmış olduğu hatırlanırsa , bugünkü üçüncü İsrail’in  Mezopotamya’dan gelebilecek tehlikeye karşı ikinci İsrail olarak Kürdistan ile kendini güvence altına almaya çalıştığını ,Avrupa Birliğinden Roma İmparatorluğu benzeri bir saldırının gelmesi ihtimaline karşı bölgedeki üçüncü İsrail devletini de Kıbrıs adası üzerinde  inşa etmeye çalıştığı görülmektedir .Böylesine bir strateji Kuzey Irak ve Suriye ile Kuzey Kıbrıs üzerinden Türkiye Cumhuriyetini dolaylı olarak tehdit etmektedir . Bu nedenle Orta Doğu bölgesindeki bütün gelişmelerin Osmanlı İmparatorluğunun merkezi toprakları üzerinde kurulmuş  olan Türkiye Cumhuriyetini tehdit ettiği söylenebilir . Irak ve  Suriye gibi komşu ülkelerde yıllardır yaşanmakta olan emperyalist haksız savaş gelişmeleri  bu bölgenin sınır komşusu olan Türk devletini de geleceğe dönük bir çok tehdit ile karşı karşıya getirmektedir .

            Batı emperyalizmi ve Siyonizm ortaklığı merkezi alana egemen olabilmek üzere , bütün bölge devletlerini eyaletlere bölerek , eyaletler üzerinden bir bölgeselleşmeyi var olan devlet yapılarının üzerine dayatmaktadır . Siyonizm Büyük İsrail peşinde koşarken , Atlantik emperyyalizmi  de Büyük Orta Doğu planı doğrultusunda    bir arayış içerisine girişmiştir . Bölgeye  birinci dünya savaşı öncesi gelmiş bulunan  İngiltere’nin  Yakın Doğu Konfederasyonu planı ise  en az ABD ve  İsrail’in planları kadar gerçekleşme süreci içine girmiştir . Her üç program da merkezi alana  yeni bir düzen vermek üzere hazırlanmış ve  bu doğrultuda gerçeklik kazanma durumu  dışarıdan zorlanmıştır . Bu tür planlar bölge ülkelerini doğrudan tehdit ettiği gibi  aralarındaki çekişmeler  yüzünden de terör ve savaş zorlamalarını  orta dünya denilen merkezi alandan eksik etmemiştir .  Bu yüzden Orta Doğu bölgesi yangın yerine dönmüştür .  Merkezi bölgeyi ele geçirmek isteyen batılı emperyalistler ile birlikte Siyonistler de   yarışa kalkışınca  her türlü savaş senaryosunun bu alanda gerçekleşme şansı kazandığı görülmüştür . Türkiye’nin bir bölge devleti olarak  komşu ülkeler ile bir büyük birlikteliği bölgesel yapılanma planı doğrultusunda  terör ve savaşa karşı geliştirmesi gerekmektedir . Barış için Merkezi Devletler Birliği adı altında komşu devletler tehditlere karşı bölgesel bir birlik kurmalıdır.     

29 Kasım 2017 Çarşamba

YÖNETENLERİN YÖNETEMEZ (YÖNETİLEMEZ) HALE GETİRDİĞİ ÜLKE: TÜRKİYE, YAZAN: "HAKAN PAKSOY" (MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ)

YÖNETENLERİN YÖNETEMEZ OLDUĞU VE YÖNETİLEMEZ HALE GETİRDİĞİ ÜLKE: TÜRKİYE

(MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ)
Türkiye’nin bekası, birliği ve bütünlüğü tehdit altındadır. Hem de bu tehdit hemen hemen her gün, her vesileyle ve bizzat Cumhurbaşkanı tarafından dile getirilerek sıradanlaştırılmıştır. Bu sıradanlaşma toplumu son derece olumsuz bir şekilde etkilemiş, ekonomik sıkıntılar sebebiyle de moral bozukluğu had safhaya gelmiştir. Bu durumun sorumluları çıkış yolunu bulabilirler mi? Bunun cevabı kesinlikle hayırdır. Peki, niçin? Bu sorunun cevabına, “Nasıl bu hale geldik?” sorusuyla başlayabiliriz. Kısa kısa dokunuşlarla geçmişe bakmak yararlı olacaktır.
AZ GİTTİK UZ GİTTİK/DERE TEPE DÜZ GİTTİK…
Ülkemizi 15 yıldır, “Dağa taşa ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ yazdınız ama bu ülkede sadece Türkler yaşamıyor ki… Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut…” diye devamlı tekrarlayan, Türk milli kimliği ile kavgalı, ideolojik bir zihniyet yönetmektedir. Yönettiği milletin tarihi, sosyolojisi ve anayasal kimliği ile sorunu olanlarla bir yere varılamayacağı aşikârken, onlar her gün surda başka bir gedik açmakla uğraşmaktadırlar!
Yöneticiler günlük uygulamalarında hukukun dışına çıkınca, hukuku yöneticilere uydurmak için anayasa referandumuna gidilmiştir. Yaptıklarına da “Yeni Türkiye” diyeceklerdir. Aslında hayallerinin yeni değil başka bir Türkiye olduğu da apaçık ortadadır. Haddizatında hiçbir şey yeni de değildi. Yeni diye sunulan her şey,  19. yüzyılda başlayan ve cumhuriyetin ilanıyla çözüme kavuşan tartışmalara yeniden dönülmesiydi. Yani 100 yıl önceki çözüme itiraz söz konusuydu. 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin; sadece Türk etnisitesi (!) üzerine kurulduğunu; tekçi, inkârcı ve asimilasyoncu bir yapı” olduğunu iddia ediyorlardı. Bunun için bir çıkış yolu da bulunmuştu: “1920 ruhu canlanmalıdır”. Vatan hainlerinin heykelleri dikildi, düşmanla işbirliği yapanlar kutsandı. Heykelini diktikleri veya kutsadıkları kişiler aynı zamanda 1920 ruhuna karşı çıkan ya da o ruhun katline fetva verenlerdi.
Yaşananların ilk işareti Temmuz 2001’de; “Irka dayalı milliyetçilik yapmayacağız, dine dayalı milliyetçilik yapmayacağız, Türkiyelilik bilincini geliştireceğiz.” denilerek verilmiş, Türk Milleti’nin kimliğiyle ilgili düşünceler ortaya konulmuştu.
3 Kasım 2002 seçimlerinin ertesi günü Yunanistan Başbakanı’nın kutlama için aramasından iki gün sonra “Kıbrıs konusunda Türkiye’nin Belçika Modeli teklifine sıcak bakıyoruz” açıklaması da devlet ve yönetim anlayışı için çok önemli bir işaretti.
Seçimlerden zaferle çıkmış bir parti vardı ancak genel başkanı milletvekili değildi. Seçim sonuçları bile tam olarak belli olmamış, TBMM oluşmamış, hükümet kurulmamışken,  devletin İstiklal Harbi’nden bu yana uğruna savaşa girdiği tek milli meselede; devletin yetkili ve ilgili kurumlarından bilgi almadan, genel başkan tarafından, konunun muhatabına böyle bir çözüm teklif ediliyordu. Bu Türk Devlet felsefesindeki devamlılık esasının dışında ve normal şartlarda beş yıllığına emanet alınan yönetme yetkisini sınırsız bir şekilde kullanma felsefesini ortaya koyan ilk önemli işaretti. Zımnen,  “Benden başka kimse yok, benden öncesi yok, benden sonrası da olmayacak.” deniliyordu. Zamanın şartları içinde bunların görebilmesi pek de mümkün olmamıştı.
Bu anlayışın devamı uygulamalar zaman içinde peşpeşe geldi. Bağımsız devletimizin tapu senedi olan Lozan Antlaşması ile kavga ettiler, kurucularla kavga ettiler, daha da ileri gidip İstiklal Harbi ile ilgili ileri-geri sözler ettiler. Başarısız girişimlerdi ama güçleri yetmeyecekti çünkü cumhuriyeti kuranlar doğruyu yapmışlardı, haklıydılar. Türk Milletinin gönlünde müstesna bir yerleri vardı ve millet, onlara sahip çıkıyordu.  Haklının ve doğrunun karşısında bugün geldikleri yer, ilk iktidar olduklarından bu yana, fırsat buldukça yanlışlarını konuştukları o kurucuların fikirleri ve izledikleri siyaset(ler)e dönmek oldu. Hani masallar; az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Bir de bakmışım ki bir arpa boyu yol gitmişim.” diye başlar ya, işte öyle oldu. Hatta Türkiye bir arpa boyu bile yol alamadı ama yol alanlar başkaydı.
16 Nisan (2017) Referandum akşamı Cumhurbaşkanı’nın açıklaması, “200 yıllık kadim tartışma sona erdi” şeklindeydi. Bazı gazeteler de; 3 Kasım 1839’da okutturulan Tanzimat Fermanı ile ‘Sultan’ ve ‘Halife’nin otoritesinin azaltılarak (…) zerkedilen narkoz resmen ve fiilen sona ermiş oldu” diyeceklerdi.
Bütün bunlar için evvela, önlerinde en büyük engel olarak duran Türk Silahlı Kuvvetleri, başlamasına ABD Başkanı Bush’la yapılan görüşmede karar verildiği ifade edilen Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi davalarla çökertildi. Bununla silah arkadaşlığı fikri ve hukuku yok edilmişti. Özellikle Ergenekon adıyla yürütülen dava ile Türk Milli Kimliğinin en önemli yapıtaşlarından birisi olan destanımıza kastediliyordu. Yani Türk mitolojisi de hedefteydi. Ardından, Silahlı Kuvvetlerin kozmik odasına girilmesine müsaade ettiler, onlara göre “devlet bağırsaklarını temizliyordu.” Sonradan öğrenildi ki oradan alınan bilgilerin nerede olduğu, kimlere verildiği bilinmiyormuş. Neredeyse yüz yıllık bir çalışma yok edilmişti. Doğrudan devletin omurgası hedefti ve on ikiden vurulmuştu.
Türkiye bir arpa boyu bile gidemezken Türk Milleti üzerine proje yapanlar ve ortakları dağları aşıyorlardı.
Yoldaki taşlar temizlendikten sonra esas operasyona geçildi. Önce, “Kürt Açılımı” adı verilen ama tepkiler önemli ölçüde artınca “Barış ve Kardeşlik”, daha sonra “Çözüm Süreci” denilerek bölücü örgütle kurulan ilişkiler ve yapılan pazarlıklar hep birer proje olarak açıklandı. Habur’daki çadır mahkemesi rezaletiOslo’da terör örgütü ile yapılan, en az beşi bilinen ve Başbakanlık Müsteşar Yardımcısının bizzat görevlendirildiği görüşmeler ve ardından İmralı’da mahpus olan bölücü başı ile yapılan müzakereler izledi. Bu süreçte, açılımı yürütmekle sorumlu Devlet Bakanının bölücü başı ile bizzat görüştüğüne dair bilgiler medyada yer aldı. Bu görüşmelerin tutanakları onun adıyla kitap olarak Avrupa’da yayınlandı, orada da bu bilgi yer alıyordu ama üstü bir şekilde kimse tarafından açılmadı.
Bütün bunların sonucunda 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda 10 maddelik bir mutabakat açıklaması yapıldı. Tam da bir devlet kuruluşu açıklaması gibiydi. Önce, “bu hasretle beklediğimiz çağrıdır.  (…) Ne istendi de bu ülkede hükümet, 12 yıllık başbakanlığım döneminde verilmedi?” denildi. (Erdoğan, 28 Şubat 2015, Suudi Arabistan’a giderken havaalanında)Fakat sonra, içten içe artan kamuoyu tepkisinden olsa gerek, “Kürt sorunu yok Kürt kardeşimin sorunu var”a dönüldü. Bu arada, bir yandan da bölücübaşının nevruz günü okunmak üzere kaleme aldığı mektup üzerinde rötuşlar da yapılıyordu. Olayın bölücülerin adına katılan aktörleri tarafından, “Kimlerin katılacağı ile oturma düzeninin bile hükümet tarafından tespit edildiği” söylenecekti. Hatta İmralı heyeti diye kurumsal bir isim verilen heyetin başkanı olan ve İmralı cezaevi ile Ankara ve Kandil arasında mekik dokuyan Sırrı Süreyya Önder TBMM Kürsüsünden; Sayın Cumhurbaşkanı o zaman Başbakan’dı, beni aradı, ‘Kandil’e gittiniz, ne oldu’ dedi. Devamını mahkemelerde söyleyeceğiz. Onun için, Kandil’den talimat alan kimmiş, Kandil’e haber gönderen, ricacı gönderen kimmiş, kaldırın dokunulmazlığımızı, bütün bunları mahkemelerde konuşacağız” diyecekti. Bu sözler ilgilileri tarafından yalanlanmadı. Yani bir nevi tavşana kaç tazıya tut denilmekteydi…
İmralı Pazarlıkları ve Dolmabahçe Mutabakatı sürecinde, Çatışmasızlık diye bir kavram icat edildi ve teröristler, güvenlik güçlerinin önünden geçse dahi müdahale edilmesine izin verilmedi. Bir de bakıldı ki birçok şehir ve ilçemizde hendekler açılmış, yeraltına tüneller kazılmış, buralara silah ve mühimmat yığınağı yapılmış, el yapımı patlayıcılar yerleştirilmişti. Oslo Görüşmelerinde(2011) devletin istihbarat bürokratı: “Biliyoruz metropolleri de bu arada patlayıcılarla doldurdunuz.” demişti. Yani, aslında devletin her şeyden haberi vardı ama görmezden gelinmişti.
Her birisi dünyaya bedel olan nice yiğidimizi bu mücadelede kaybettik. Bu mücadelede şehir ve ilçelerimizin birçok mahallesi yer ile yeksan oldu. Bu ağır bedele rağmen şükür ki başarıldı, Türk Askeri ve Türk Polisi kararlılığını ortaya koydu. Başarıda, Türk Milletinin çok uğraşılan ancak bir taşı bile sökülemeyen sağlam milli yapısı büyük rol oynadı. Mücadele edilen yerlerde oturan insanlar sesini bile çıkarmadan Devletini destekledi ve Milletinin yanında durdu.
Ancak, terörle değil sadece teröristle mücadele edilmişti. Bu gözden kaçmıştı. Yani bataklık kurutulmuyordu çünkü bataklığa devamlı su taşıyan siyasi iktidarın kendisiydi. Türk Kimliği ile kavgalı olmak bataklığa su vermek demekti. Bu da niçin bir arpa boyu yol alamadığımızın sebeplerinin en başta geleniydi…
YA SINIRLARIMIZDA NELER OLUYORDU?
Ege Denizindeki bizim olan 18 Adaya Yunan Bayrağı çekilmesine göz yumulmuştu. Sorana da ya Lozan’da kaybettiğimiz adalar polemiği ile cevap veriliyor ya da soru duymazlıktan geliniyordu.
Cumhuriyet Tarihi’nde uğruna girdiğimiz tek savaş sebebi olan Kıbrıs neredeyse Rumlara teslim edilmek üzereydi.
1915 Olaylarında(!) ölen Ermenilerin torunlarına taziye bildirildi, onların acılarının anlaşıldığı açıklaması yapıldı.(Başbakanlık, 2014)
Güney komşularımızda olanlara seyirci kalınmıyor(!) habire sobaya odun atmakla meşgul olunuyordu. Yöneticilerin gözü açık gördükleri ideolojik rüyalar bunu fırsat olarak değerlendiriyorlardı. Her türlü uyarıya yine aldırılmıyor, uyaranlar sert ve nezaketten uzak bir şekilde; “Siz haklı olsaydınız yüzde ellibir’i siz alırdınız…” diye cevap veriliyordu…
Bu şekilde Irak yönetimine rağmen Barzani ile diplomatik ilişki kuruldu. Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan ve Dış İşleri Bakanı ile Barzani arasında yapılan görüşme sonrasında, Bakan; “Son dönemde Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürt kardeşleriyle ilişkileri büyük bir ivme kazanmıştır. 2009’da ben, bu sene de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Erbil’i ziyaret etti. Bütün dünyaya Sayın Başbakanımız güçlü bir mesaj verdiler. Kürtler ve Türkler, hangi ülkede olurlarsa olsunlar ezeli ve ebedi kardeştirler. Ve bu ezeli ve ebedi kardeşlik bu zeminde güçlenerek geleceğe taşınmalıdır. Bölgemizde yaşanan son gelişmelerle bu kardeşliğin daha da geliştirilmesi büyük önem kazanmaktadır. Çünkü bölgemizde bütün yapılar yeniden inşa edilirken, Türkler ile Kürtler arasındaki bu kardeşliğin inşa edici bir rolü var. Bölgemizde kalıcı bir etki yapacaktır.” diyecekti (Ahmet Davutoğlu, 3 Kasım 2011).Barzani ile proje ortaklığı bir kez daha ilan edilmişti.
Yine hiçbir uyarıya aldırmadan yollarına devam ettiler ama 2017’ye gelindiğinde, Barzani’nin bağımsızlık referandumunun ertesi günü, o dönemin Başbakanı olan Cumhurbaşkanı: Böyle bir yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk, demek yanılmışız” diyecekti (2017-2018 Akademik Yılı Açılış Töreni 26 Eylül 2017).
Şam yönetimini devirmek için Suriye muhalefetine neredeyse sınırsız destek verildi. Her coğrafyadan ipini koparan soluğu güneyimizde aldı, sınırlarımız kevgire dönmüştü. Yaralananların ülkemizde tedavi edildiğine dair haberler basında yer alıyordu.
IŞİD belası göz göre göre geldi. Artık Müslümanlar koyun gibi boğazlanıyor, diri diri ateşe atılıp yakılıyordu. Ölen de Allah-u Ekber diyordu, öldüren de…
Canını kurtarmak için kaçanlara “onlar muhacir biz ensarız” denilerek kucak açıldı. İlk başlarda özellikle Irak’tan, Türkmen meselesi yüzünden Barzani’nin örtülü destek verdiği IŞİD’ın katliamından kaçan Türkmenler alınmıyordu. Ezidiler, Süryaniler, Araplar hepsi sorgusuz sualsiz alınıyor ama Türk’üm diyenlere kimlik soruluyor ve sınırda bekletildikten sonra geri gönderiliyordu. Bu şekilde binlerce Türk(men) ya çölün şartlarına ya da IŞİD’in zulmüne terk edildi.
Bu şekilde dört milyonu aşkın sığınmacı ülkemize giriş yaptı. Ama doğru dürüst bir kayıt tutulmadı ve nerede ne kadar sığınmacı olduğu bilinmez hale geldi. Gelecekte milli güvenlik tehdidi haline gelebilecek sığınmacı problemi ile birlikte yaşar hale geldik. O gün katil rejimden(!) kurtardığımız insanların, bugün rejimleriyle anlaşmak üzereyiz. Yine bir arpa boyu yol alamamıştık.
Güneyimizde, Suruç’un karşısındaki Ayn el-Arap’ta IŞİD ile PKK’nın Suriye kolu PYD hâkimiyet mücadelesi veriyordu. ABD’nin başkanı Obama ile bir görüşme sonucunda, peşmerge kılıklı PKK teröristlerinin Ayn el-Arap’a geçmesine izin verildi. Sözde IŞİD ile mücadele ediliyordu. Fakat asıl maksat bölücü başının hapisteyken kurdurmasına göz yumulan PYD’yi kurtarmaktı. Teröristler, hem de bir 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı’nda, “biji serok Obama” sloganları eşliğinde, Türk polisi eskortu ile ve Türk askeri korumasında geçtiler. Yoldaki yemeklerini de devletimiz karşılamıştı.
Ayn el Arap kurtarıldı(!), adı da Kobani oldu. Nüfusun çoğunluğunu Türk ya da Arapların oluşturduğu bölgelerde etnik temizlik yapıldı. Türk ve Arap nüfus bölgeden sürülüp çıkarılmıştı. Türkiye’nin yöneticileri sayesinde artık orada bir kanton yönetimi kurulmuş ve PYD-PKK’nın bir devletçiği olmuştu. Dönemin Başbakanı da partisinin Diyarbakır İl Kongresinde yaptığı konuşmada: “Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir.” demişti. Sonradan buradaki yapılanmaya itiraz ettiler ancak başlatılan Rakka operasyonu esnasında “Fırat’ın batısına geçilmesini kabul edemeyiz…” söylemiyle bu yapılanmaya rıza gösterildi. Bu operasyon da aslında güneyimizde, İskenderun’dan çıkacak Kürt koridorunu kurma operasyonunun başlangıcıydı.
Önceleri Hatay’ın sınırındaki Afrin görmezden geliniyor hala Suriye’de “Katil(!) Esed gitmeli” söylemleri ile savrulmalar yaşanıyordu. Bu süreçte; Rusya’nınHazar Denizinden26 füze fırlattı(26 Ekim 2015). Hemen sonrasında da bu füzelerin tamamını hedeflerine ulaştığını açıklamıştı. Anlaşılan oydu ki operasyon, İran ve Irak ile mutabakat içinde yapılmıştı. O günlerde kimsenin üzerinde durmadığı ya da durdurulmadığı(!) bu olaydan çok sonra, füzelerden birisinin topraklarımıza düştüğü ama patlamadığı Bizzat Cumhurbaşkanı tarafından açıklanacaktı, ama ne hikmetse medyamız bu açıklamayı da görmezden geliyordu (2 Şubat 2016, Santiago).
Bu füzelerden az bir zaman sonra, angajman kurallarını çiğnediği için bir Rus uçağı düşürüldü(24 Kasım 2015). İlk açıklama Cumhurbaşkanlığı yetkililerince Anadolu Ajansı’na, “Rus uçağı düşürüldü” şeklindeydi ama 10 dakika sonra Genelkurmay Başkanlığı “Milliyeti tespit edilemeyen uçak” diyecekti. Genelkurmay olaya balans ayarı yapıyordu. Gelişmeler devlet yönetimindeki zaafı açıkça gösteriyordu. Anlaşılan o ki, birileri kahramanlık (!) rolü kapma yarışındaydı ama devlet çok zor duruma düşmüştü. Devletin en son sözü söyleyecek en üst makamı, hiç söylenmemesi gerekeni daha ilk cümle olarak sarf edecekti. Bunun bedeli ağır ödendi. Araya Nazarbayev’in girmesi ve “yanlışlık oldu” şeklinde bağlanan arabuluculuğuyla kriz çözüldü. Rusya, Türkiye’nin özür dilediğini açıklıyordu. Biz yine bir arpa boyu yol almıştık, muarızlarımız ise dağları aşmışlardı…
KAPKARA BİR CUMA AKŞAMI…
15 Temmuz 2016’ya gelindiğinde, Türk Tarihi’nin en acı günlerinden birisi yaşandı. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yapılanmış olan, siyasi iktidarın her türlü uyarılara rağmen göz yumduğu ve Yüksek Askeri Şura Kararları ile önlerini açtığı bir yapılanma darbe girişiminde bulundu. Kardeşkanı aktı, Meclis bombalandı. Çok şükür ki başaramamışlardı. Cumhurbaşkanı şaşkınlığını, alelacele düzenlenen Olağanüstü Din Şurası’nda; “Menzilimiz birdi, alınları secdeye geliyordu… Aldandık… Yanılmışız… Rabbim ve Milletim affetsin…”gibi ifadelerle açıklayacaktı. Artık aldanma ve aldatılma itirafları sık gelmeye başlayacaktı. Şura da, sanki darbecileri ve başındaki haini Din dışı ilan etmek için toplanmıştı. Sonuç Bildirisi böyle bir dille yazılmıştı. Hain darbenin şifreleri bu şekilde çözülmüş oluyordu sanki. Ayrıca ilginç bir husus daha vardı ama ülkenin karışık durumunda pek de dikkat edilmemişti. Bu bildiri ile Yüce Dinimizde olmayan bir aforoz (!) yöntemi de oluşturulmuştu.
Darbeci hain yapı ile mücadele başladı, bu yapılırken de, “Yeni bir devlet” yapılanması açığa çıkmaya başladı. Özellikle en önemli devlet organı olan ordu yeniden yapılandırıldı. Harp okullarının yönetimi sivil yöneticilere devredildi. Genelkurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanlığına, Kuvvet Komutanlıkları Savunma Bakanlığına bağlandı. Genelkurmay Başkanlığı herhangi bir kuvveti olmayan bir sembolik makam haline getirildi. Hatta medyada, TSK’nın bu yeni yapılanmasına dair uygulanan projenin, darbe girişiminin hapisteki kilit isimlerinden birisi tarafından hazırlandığı yazılıyordu. Bu da yalanlanmadı.
Fırsat bu fırsattı, karşı çıkanlar da darbeci suçlamasına maruz kalıyorduYeni Devlet kuruluşuna dair açıklamalar medyada yer almaya başladı. Ağzını tutamayıp erken konuşanlar oldu. Malumu ilam edenler de derhal susturuldu. Fakat “Yeni Türkiye” söyleminden de Türk kimliği ile mücadeleden de hiç vazgeçilmedi. Son dönemde, arada bir toplumun gönlünü okşamak için Türk demek ihmal edilmedi. Ancak, özellikle Cumhurbaşkanı’nın 10 Kasım (2017) konuşmasında çok vurgulu bir şekilde, kimliksiz bir milletten bahsedilerek; yine geçmiş suçlamaları ve güya yanlışlıkları, eksikleri ya da farklılıkları öne çıkarılmaya devam edildi. Değişen bir şey yoktu.
Bütün bunlar yaşanırken ve TSK’nın içinde bulunduğu çok zorlu şartlara rağmen,  Fırat Kalkanı Harekâtı yapıldı. Bu sürecin en isabetli kararıydı.  İskenderun’u tehdit eden Kürt Koridoru emeline biraz da olsa ket vuruldu. Ama bu sefer de Afrin bir tehditti.
Türkiye, Afrin’i dillendirince Rusya orada bayrak gösterdi. Bütün komşularıyla bir şekilde arası açık olan, uluslararası anlaşmalarla müttefik olduğu devletlerle ilişkileri neredeyse kopacak kadar gergin hale gelen Türkiye yalnız kalmıştı. Tarihin hiçbir safhasında böyle bir yalnızlık yaşanmamış, büyüklüğü defalarca dile getirilen, 100 yıl önce tahttan uzaklaştıranlara beddualar düzdükleri 2. Abdülhamit’ten bile ders alınmamıştı! Anlaşılan Abdülhamit’e sahip çıkarken de onu öğrenmemiş, bilmemiş ve tanımamışlardı.
VE GALİBA FİNALDEN ÖNCEKİ SON SAHNE…
Tarihin akışı, 22 Kasım’da (2017) Soçi’de yapılan Rusya, İran ve Türkiye zirvesi ile başka bir mecraya yöneldi. 2017 yılı içindeki çok sık aralıklarla yapılan Türkiye – Rusya görüşmelerinin en önemli maddesi Suriye’ydi. Türkiye2011’den beri mütemadiyen tekrar ettiği yüz binlerin katili rejim… Katil Esed…”söylemini yavaş yavaş terk etmeye başlamıştı.
Zirveden bir gün önce Putin’le Esad bir araya geldi. Ertesi gün, Suriye’de bir Ulusal Diyalog Kongresinin toplanacağı açıklanacaktı. Bu kongreye; Putin, “(Suriye’deki) etnik, dini ve siyasi grupların tamamının…”, İran Cumhurbaşkanı Ruhani, “Bütün grupların…” katılacağını açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “kapsayıcı, özgür, adil ve şeffaf bir sürecin hayata geçirilmesi hususunda görüş birliğine vardık. Bu çabanın başarısı başta rejim ve muhalefet olmak üzere tarafların tutumuna bağlıdır. (…) terörist unsurların dışlanması önceliklerimiz arasında yer almaya devam edecektir.” Dedi.
Zirve Sonuç Bildirisi’nde ise; “DEAŞ, Nusra Cephesi ve BM Güvenlik Konseyi tarafından tanımlanan diğer tüm terör örgütlerinin ortadan kaldırılması” ile “Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti temsilcilerini ve Suriye’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine, toprak bütünlüğüne ve parçalanamaz karakterine bağlı olan muhalefeti yakın gelecekte Soçi’de düzenlenecek Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne yapıcı şekilde katılım sağlamaya çağıran devlet başkanları…” denilmektedir. Bu iki cümle bizim için terör örgütü olan PYD’nin BM tarafından terörist kabul edilmediği de göz önüne alınarak birlikte değerlendirilmelidir.
Ayrıca Sonuç bildirisindeki; “Devlet başkanları … bahsi geçen gerginliği azaltma bölgelerinin tesis edilmesinin ve Suriye ihtilafının çözümüne yönelik hiçbir siyasi girişimin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne hiçbir suretle halel getiremeyeceğini vurguladı.” ifadesindeki “gerginliği azaltma bölgelerinin tesisi”inden de özerk bölgeler anlaşılmalıdır.
Bu açıklamalara göre, rejimi Esad, dini unsurları İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)ve etnik unsurları da Kürtler olarak düşünmek gerekir. Türk(men)ler Irak’ta da olduğu gibi hiç gündeme bile gelmemekte/getirilmemektedir.
Mayıs 2017’de yürürlüğe giren Suriye’de Gerilimi Azaltma Bölgeleri Anlaşması çerçevesinde, muhtemelen Fırat’ın doğusundaki bir Kürt yönetimine karşılık, Fırat Kalkanı ile elde tutulan bölgede kurulacak bir Müslüman Kardeşler yönetiminin pazarlığı hissedilmektedir. Böyle bir oluşuma sığınmacıların gönderilebileceğinin düşünülmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Hatta bu şekilde Türk kamuoyunun daha kolay ikna edileceği de düşünülmüş olabilir. Siyasi iktidarın, -özellikle Müslüman coğrafyadaki-  İhvancı siyaseti de böyle bir mutabakatı kabul etmesini mümkün kılmaktadır.
PEKİ, NE YAPILMALI?
Bu badire atlatılabilir mi? Elbette atlatılır. Ancak ciddi tutarlı ve milli bir siyaset izlemek bunun ilk şartıdır. Peki, bu siyaset nasıl olmalıdır? Bu sorudan evvel “bu siyaseti kim oluşturmalı ve yönetmelidir?” sorusu sorulmalıdır.
3 Kasım 2002 seçimleri ile başlayan macera aslında 22 Kasım 2017’de Soçi’de bitmiş gibi görünmektedir. Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ni; ideolojik yaklaşımlarla, genel tarih, siyasi tarih coğrafya, sosyoloji gibi bilimlerden hiç faydalanmadan, sadece günlük siyasi tercihler ve ideolojik hedefler doğrultusunda yönetmek mümkün değildir. Şimdiye kadar izlenen ve değişmediği görülen; yanlışlıklarla ve aldanmışlıklarla dolu, ideolojik hedeflerine kilitlenmiş, Türk kimliği ile kavgalı bir yönetim sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Böyle bir yönetim olaylar karşısında, rüzgârda uçuşan yaprak misali, mütemadiyen büyük savrulmalarla sonuçlanmıştır. Böyle bir tercihle bırakın çok önemli bir coğrafyadaki Türkiye gibi binlerce yıllık bir devleti, herhangi bir devlet dahi böylesine sık ve sert savrulmalarla yönetilemez.
Mevcut yönetim 2002 seçimlerinden bu yana; AB, ABD, İsrail, Rusya, İngiltere, Almanya, Mısır, Arap devletleri, komşularımız, kim aklımıza gelirse gelsin, ilişkilerimizi sıkıntılı bir hale getirmiştir. İktidarının başında, AB sürecinde ve sonrasında ve bugüne kadar uluslararası ilişkilerde izlenen kayıt dışı diplomasi bugünkü tavizlere zemin oluşturabilecektir ama bu kayıt dışı diplomasi, aynı zamanda, başka bir kadro elinde fırsat da olabilecektir. Dolayısıyla yeni bir kadro, bu badireden çıkabilmek için gerekirse, şimdiye kadar olanlar geçmiş yönetimin yaptıkları ya da söyledikleriydi şeklinde bir yaklaşım ile Türkiye’nin elini çok daha güçlü hale getirebilecektir. Bu şekilde de devletimiz daha kolay manevra yapabilecek bir rahatlığa kavuşacaktır.