YÖNETENLERİN
YÖNETEMEZ OLDUĞU VE YÖNETİLEMEZ HALE GETİRDİĞİ ÜLKE: TÜRKİYE
(MİLLİ
DÜŞÜNCE MERKEZİ)
Türkiye’nin bekası, birliği ve bütünlüğü tehdit altındadır.
Hem de bu tehdit hemen hemen her gün, her vesileyle ve bizzat Cumhurbaşkanı
tarafından dile getirilerek sıradanlaştırılmıştır. Bu sıradanlaşma toplumu son
derece olumsuz bir şekilde etkilemiş, ekonomik sıkıntılar sebebiyle de moral
bozukluğu had safhaya gelmiştir. Bu durumun sorumluları çıkış yolunu
bulabilirler mi? Bunun cevabı kesinlikle
hayırdır. Peki, niçin? Bu sorunun cevabına, “Nasıl bu hale geldik?” sorusuyla
başlayabiliriz. Kısa kısa dokunuşlarla geçmişe bakmak yararlı olacaktır.
AZ GİTTİK UZ
GİTTİK/DERE TEPE DÜZ GİTTİK…
Ülkemizi 15 yıldır, “Dağa taşa ‘Ne Mutlu
Türk’üm Diyene’ yazdınız ama bu ülkede sadece Türkler yaşamıyor ki… Türk, Kürt,
Çerkez, Laz, Arnavut…” diye devamlı tekrarlayan, Türk milli
kimliği ile kavgalı, ideolojik bir zihniyet yönetmektedir. Yönettiği milletin
tarihi, sosyolojisi ve anayasal kimliği ile sorunu olanlarla bir yere
varılamayacağı aşikârken, onlar her gün surda başka bir gedik
açmakla uğraşmaktadırlar!
Yöneticiler günlük uygulamalarında hukukun dışına çıkınca,
hukuku yöneticilere uydurmak için anayasa referandumuna gidilmiştir.
Yaptıklarına da “Yeni Türkiye” diyeceklerdir.
Aslında hayallerinin yeni değil başka bir Türkiye olduğu da apaçık ortadadır.
Haddizatında hiçbir şey yeni de değildi. Yeni diye sunulan her şey, 19.
yüzyılda başlayan ve cumhuriyetin ilanıyla çözüme kavuşan tartışmalara yeniden
dönülmesiydi. Yani 100 yıl önceki çözüme itiraz söz konusuydu. 1923’te ilan
edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin; sadece “Türk
etnisitesi (!) üzerine kurulduğunu; tekçi, inkârcı ve asimilasyoncu bir yapı” olduğunu
iddia ediyorlardı. Bunun için bir çıkış yolu da bulunmuştu: “1920
ruhu canlanmalıdır”. Vatan hainlerinin heykelleri dikildi, düşmanla
işbirliği yapanlar kutsandı. Heykelini diktikleri veya kutsadıkları kişiler
aynı zamanda 1920 ruhuna karşı çıkan ya da o ruhun katline fetva verenlerdi.
Yaşananların ilk işareti Temmuz 2001’de; “Irka
dayalı milliyetçilik yapmayacağız, dine dayalı milliyetçilik yapmayacağız,
Türkiyelilik bilincini geliştireceğiz.” denilerek verilmiş,
Türk Milleti’nin kimliğiyle ilgili düşünceler ortaya konulmuştu.
3 Kasım 2002 seçimlerinin ertesi günü Yunanistan
Başbakanı’nın kutlama için aramasından iki gün sonra “Kıbrıs
konusunda Türkiye’nin Belçika Modeli teklifine sıcak bakıyoruz” açıklaması
da devlet ve yönetim anlayışı için çok önemli bir işaretti.
Seçimlerden zaferle çıkmış bir parti vardı ancak genel
başkanı milletvekili değildi. Seçim sonuçları bile tam olarak belli olmamış,
TBMM oluşmamış, hükümet kurulmamışken, devletin İstiklal Harbi’nden bu
yana uğruna savaşa girdiği tek milli meselede; devletin yetkili ve ilgili
kurumlarından bilgi almadan, genel başkan tarafından, konunun muhatabına böyle
bir çözüm teklif ediliyordu. Bu Türk Devlet felsefesindeki devamlılık esasının
dışında ve normal şartlarda beş yıllığına emanet alınan yönetme yetkisini
sınırsız bir şekilde kullanma felsefesini ortaya koyan ilk önemli işaretti.
Zımnen, “Benden başka kimse yok,
benden öncesi yok, benden sonrası da olmayacak.” deniliyordu.
Zamanın şartları içinde bunların görebilmesi pek de mümkün olmamıştı.
Bu anlayışın devamı uygulamalar zaman içinde peşpeşe geldi.
Bağımsız devletimizin tapu senedi olan Lozan Antlaşması ile kavga ettiler,
kurucularla kavga ettiler, daha da ileri gidip İstiklal Harbi ile ilgili
ileri-geri sözler ettiler. Başarısız girişimlerdi ama güçleri yetmeyecekti
çünkü cumhuriyeti kuranlar doğruyu yapmışlardı, haklıydılar. Türk Milletinin
gönlünde müstesna bir yerleri vardı ve millet, onlara sahip çıkıyordu.
Haklının ve doğrunun karşısında bugün geldikleri yer, ilk iktidar olduklarından
bu yana, fırsat buldukça yanlışlarını konuştukları o kurucuların fikirleri ve
izledikleri siyaset(ler)e dönmek oldu. Hani masallar; “az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Bir de
bakmışım ki bir arpa boyu yol gitmişim.” diye başlar ya, işte
öyle oldu. Hatta Türkiye bir arpa boyu bile yol alamadı ama yol alanlar
başkaydı.
16 Nisan (2017) Referandum akşamı Cumhurbaşkanı’nın
açıklaması, “200 yıllık kadim tartışma
sona erdi” şeklindeydi. Bazı gazeteler de; “3 Kasım
1839’da okutturulan Tanzimat Fermanı ile ‘Sultan’ ve ‘Halife’nin otoritesinin
azaltılarak (…) zerkedilen narkoz resmen ve fiilen sona ermiş oldu” diyeceklerdi.
Bütün bunlar için evvela, önlerinde en büyük engel olarak
duran Türk Silahlı Kuvvetleri, başlamasına ABD Başkanı Bush’la yapılan
görüşmede karar verildiği ifade edilen Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi
davalarla çökertildi. Bununla silah arkadaşlığı fikri ve hukuku yok edilmişti.
Özellikle Ergenekon adıyla yürütülen dava ile Türk Milli Kimliğinin en önemli
yapıtaşlarından birisi olan destanımıza kastediliyordu. Yani Türk mitolojisi de
hedefteydi. Ardından, Silahlı Kuvvetlerin kozmik odasına girilmesine müsaade
ettiler, onlara göre “devlet bağırsaklarını temizliyordu.” Sonradan
öğrenildi ki oradan alınan bilgilerin nerede olduğu, kimlere verildiği
bilinmiyormuş. Neredeyse yüz yıllık bir çalışma yok edilmişti. Doğrudan
devletin omurgası hedefti ve on ikiden vurulmuştu.
Türkiye bir
arpa boyu bile gidemezken Türk Milleti üzerine proje yapanlar ve ortakları
dağları aşıyorlardı.
Yoldaki taşlar temizlendikten sonra esas operasyona
geçildi. Önce, “Kürt Açılımı” adı
verilen ama tepkiler önemli ölçüde artınca “Barış
ve Kardeşlik”, daha sonra “Çözüm
Süreci” denilerek bölücü örgütle kurulan ilişkiler ve yapılan
pazarlıklar hep birer proje olarak açıklandı. Habur’daki
çadır mahkemesi rezaleti, Oslo’da terör örgütü ile yapılan, en az
beşi bilinen ve Başbakanlık Müsteşar Yardımcısının bizzat görevlendirildiği görüşmeler ve ardından İmralı’da mahpus olan bölücü başı
ile yapılan müzakereler izledi.
Bu süreçte, açılımı yürütmekle sorumlu Devlet Bakanının bölücü başı ile bizzat
görüştüğüne dair bilgiler medyada yer aldı. Bu görüşmelerin tutanakları onun
adıyla kitap olarak Avrupa’da yayınlandı, orada da bu bilgi yer alıyordu ama
üstü bir şekilde kimse tarafından açılmadı.
Bütün bunların sonucunda 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda 10 maddelik
bir mutabakat açıklaması
yapıldı. Tam da bir devlet kuruluşu açıklaması gibiydi. Önce, “bu hasretle beklediğimiz çağrıdır. (…) Ne
istendi de bu ülkede hükümet, 12 yıllık başbakanlığım döneminde verilmedi?” denildi.
(Erdoğan, 28 Şubat 2015, Suudi Arabistan’a giderken havaalanında)Fakat
sonra, içten içe artan kamuoyu tepkisinden olsa gerek, “Kürt
sorunu yok Kürt kardeşimin sorunu var”a dönüldü. Bu arada, bir
yandan da bölücübaşının nevruz günü okunmak üzere kaleme aldığı mektup üzerinde
rötuşlar da yapılıyordu. Olayın bölücülerin adına katılan aktörleri tarafından, “Kimlerin
katılacağı ile oturma düzeninin bile hükümet tarafından tespit edildiği” söylenecekti.
Hatta İmralı heyeti diye kurumsal bir isim verilen heyetin başkanı olan ve
İmralı cezaevi ile Ankara ve Kandil arasında mekik dokuyan Sırrı Süreyya Önder
TBMM Kürsüsünden; “Sayın Cumhurbaşkanı o
zaman Başbakan’dı, beni aradı, ‘Kandil’e gittiniz, ne oldu’ dedi. Devamını mahkemelerde
söyleyeceğiz. Onun için, Kandil’den talimat alan kimmiş, Kandil’e haber gönderen, ricacı gönderen kimmiş, kaldırın
dokunulmazlığımızı, bütün bunları mahkemelerde konuşacağız” diyecekti.
Bu sözler ilgilileri tarafından yalanlanmadı. Yani bir nevi tavşana kaç tazıya
tut denilmekteydi…
İmralı Pazarlıkları ve Dolmabahçe Mutabakatı sürecinde, Çatışmasızlık diye
bir kavram icat edildi ve teröristler, güvenlik güçlerinin önünden geçse dahi
müdahale edilmesine izin verilmedi. Bir de bakıldı ki birçok şehir ve ilçemizde
hendekler açılmış, yeraltına tüneller kazılmış, buralara silah ve mühimmat
yığınağı yapılmış, el yapımı patlayıcılar yerleştirilmişti. Oslo Görüşmelerinde(2011) devletin
istihbarat bürokratı: “Biliyoruz metropolleri de bu arada
patlayıcılarla doldurdunuz.” demişti. Yani, aslında devletin
her şeyden haberi vardı ama görmezden gelinmişti.
Her birisi dünyaya bedel olan nice yiğidimizi bu mücadelede
kaybettik. Bu mücadelede şehir ve ilçelerimizin birçok mahallesi yer ile yeksan
oldu. Bu ağır bedele rağmen şükür ki başarıldı, Türk Askeri ve Türk Polisi
kararlılığını ortaya koydu. Başarıda, Türk Milletinin çok uğraşılan ancak bir
taşı bile sökülemeyen sağlam milli yapısı büyük rol oynadı. Mücadele edilen yerlerde
oturan insanlar sesini bile çıkarmadan Devletini destekledi ve Milletinin
yanında durdu.
Ancak, terörle değil sadece teröristle mücadele edilmişti.
Bu gözden kaçmıştı. Yani bataklık kurutulmuyordu çünkü bataklığa devamlı su
taşıyan siyasi iktidarın kendisiydi. Türk Kimliği ile kavgalı olmak bataklığa
su vermek demekti. Bu da niçin bir arpa boyu yol alamadığımızın sebeplerinin en
başta geleniydi…
YA
SINIRLARIMIZDA NELER OLUYORDU?
Ege Denizindeki bizim olan 18 Adaya Yunan Bayrağı
çekilmesine göz yumulmuştu. Sorana da ya Lozan’da kaybettiğimiz adalar polemiği
ile cevap veriliyor ya da soru duymazlıktan geliniyordu.
Cumhuriyet Tarihi’nde uğruna girdiğimiz tek savaş sebebi
olan Kıbrıs neredeyse Rumlara teslim edilmek üzereydi.
1915
Olaylarında(!) ölen Ermenilerin torunlarına taziye bildirildi, onların
acılarının anlaşıldığı açıklaması yapıldı.(Başbakanlık,
2014)
Güney komşularımızda olanlara seyirci kalınmıyor(!) habire
sobaya odun atmakla meşgul olunuyordu. Yöneticilerin gözü açık gördükleri
ideolojik rüyalar bunu fırsat olarak değerlendiriyorlardı. Her türlü uyarıya
yine aldırılmıyor, uyaranlar sert ve nezaketten uzak bir şekilde; “Siz
haklı olsaydınız yüzde ellibir’i siz alırdınız…” diye cevap
veriliyordu…
Bu şekilde Irak yönetimine rağmen Barzani ile diplomatik
ilişki kuruldu. Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan ve Dış İşleri Bakanı ile Barzani
arasında yapılan görüşme sonrasında, Bakan; “Son dönemde Türkiye’nin
Kuzey Irak’taki Kürt kardeşleriyle ilişkileri büyük bir ivme kazanmıştır.
2009’da ben, bu sene de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Erbil’i ziyaret etti.
Bütün dünyaya Sayın Başbakanımız güçlü bir mesaj verdiler. Kürtler ve Türkler,
hangi ülkede olurlarsa olsunlar ezeli ve ebedi kardeştirler. Ve bu ezeli ve
ebedi kardeşlik bu zeminde güçlenerek geleceğe taşınmalıdır. Bölgemizde yaşanan
son gelişmelerle bu kardeşliğin daha da geliştirilmesi büyük önem kazanmaktadır.
Çünkü bölgemizde bütün yapılar yeniden inşa edilirken, Türkler ile Kürtler
arasındaki bu kardeşliğin inşa edici bir rolü var. Bölgemizde kalıcı
bir etki yapacaktır.” diyecekti (Ahmet Davutoğlu, 3 Kasım
2011).Barzani ile proje ortaklığı bir kez daha ilan edilmişti.
Yine hiçbir uyarıya aldırmadan yollarına devam ettiler ama
2017’ye gelindiğinde, Barzani’nin bağımsızlık referandumunun ertesi günü, o
dönemin Başbakanı olan Cumhurbaşkanı: “Böyle
bir yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk, demek yanılmışız” diyecekti (2017-2018
Akademik Yılı Açılış Töreni 26 Eylül 2017).
Şam yönetimini devirmek için Suriye muhalefetine neredeyse
sınırsız destek verildi. Her coğrafyadan ipini koparan soluğu güneyimizde aldı,
sınırlarımız kevgire dönmüştü. Yaralananların ülkemizde tedavi edildiğine dair
haberler basında yer alıyordu.
IŞİD belası göz göre göre geldi. Artık Müslümanlar koyun
gibi boğazlanıyor, diri diri ateşe atılıp yakılıyordu. Ölen de Allah-u Ekber
diyordu, öldüren de…
Canını kurtarmak için kaçanlara “onlar muhacir biz
ensarız” denilerek kucak açıldı. İlk başlarda özellikle
Irak’tan, Türkmen meselesi yüzünden Barzani’nin örtülü destek verdiği IŞİD’ın
katliamından kaçan Türkmenler alınmıyordu. Ezidiler, Süryaniler, Araplar hepsi
sorgusuz sualsiz alınıyor ama Türk’üm diyenlere kimlik soruluyor ve sınırda
bekletildikten sonra geri gönderiliyordu. Bu şekilde binlerce Türk(men) ya
çölün şartlarına ya da IŞİD’in zulmüne terk edildi.
Bu şekilde dört milyonu aşkın sığınmacı ülkemize giriş
yaptı. Ama doğru dürüst bir kayıt tutulmadı ve nerede ne kadar sığınmacı olduğu
bilinmez hale geldi. Gelecekte milli güvenlik tehdidi haline gelebilecek sığınmacı problemi
ile birlikte yaşar hale geldik. O gün katil rejimden(!)
kurtardığımız insanların, bugün rejimleriyle anlaşmak üzereyiz. Yine
bir arpa boyu yol alamamıştık.
Güneyimizde, Suruç’un karşısındaki Ayn el-Arap’ta IŞİD ile
PKK’nın Suriye kolu PYD hâkimiyet mücadelesi veriyordu. ABD’nin başkanı Obama
ile bir görüşme sonucunda, peşmerge kılıklı PKK teröristlerinin Ayn el-Arap’a
geçmesine izin verildi. Sözde IŞİD ile mücadele ediliyordu. Fakat asıl maksat bölücü
başının hapisteyken kurdurmasına göz yumulan PYD’yi kurtarmaktı. Teröristler,
hem de bir 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı’nda, “biji serok Obama” sloganları
eşliğinde, Türk polisi eskortu ile ve Türk askeri korumasında geçtiler. Yoldaki
yemeklerini de devletimiz karşılamıştı.
Ayn el Arap kurtarıldı(!), adı da Kobani oldu. Nüfusun
çoğunluğunu Türk ya da Arapların oluşturduğu bölgelerde etnik temizlik yapıldı.
Türk ve Arap nüfus bölgeden sürülüp çıkarılmıştı. Türkiye’nin yöneticileri
sayesinde artık orada bir kanton yönetimi kurulmuş ve PYD-PKK’nın bir
devletçiği olmuştu. Dönemin Başbakanı da partisinin Diyarbakır İl Kongresinde
yaptığı konuşmada: “Kobani’ye buradan selam
ediyorum. Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin
emanetidir.” demişti. Sonradan buradaki yapılanmaya itiraz
ettiler ancak başlatılan Rakka operasyonu esnasında “Fırat’ın batısına
geçilmesini kabul edemeyiz…” söylemiyle bu yapılanmaya rıza
gösterildi. Bu operasyon da aslında güneyimizde, İskenderun’dan çıkacak Kürt
koridorunu kurma operasyonunun başlangıcıydı.
Önceleri Hatay’ın sınırındaki Afrin görmezden geliniyor
hala Suriye’de “Katil(!) Esed gitmeli” söylemleri
ile savrulmalar yaşanıyordu. Bu süreçte; Rusya’nınHazar Denizinden26 füze fırlattı(26
Ekim 2015). Hemen sonrasında da bu füzelerin tamamını hedeflerine
ulaştığını açıklamıştı. Anlaşılan oydu ki operasyon, İran ve Irak ile mutabakat
içinde yapılmıştı. O günlerde kimsenin üzerinde durmadığı ya da
durdurulmadığı(!) bu olaydan çok sonra, füzelerden birisinin topraklarımıza düştüğü
ama patlamadığı Bizzat Cumhurbaşkanı tarafından açıklanacaktı, ama
ne hikmetse medyamız bu açıklamayı da görmezden geliyordu (2
Şubat 2016, Santiago).
Bu füzelerden az bir zaman sonra, angajman kurallarını
çiğnediği için bir Rus uçağı düşürüldü(24 Kasım 2015).
İlk açıklama Cumhurbaşkanlığı yetkililerince Anadolu Ajansı’na, “Rus
uçağı düşürüldü” şeklindeydi ama 10 dakika sonra Genelkurmay
Başkanlığı “Milliyeti tespit edilemeyen uçak” diyecekti.
Genelkurmay olaya balans ayarı yapıyordu. Gelişmeler devlet yönetimindeki zaafı
açıkça gösteriyordu. Anlaşılan o ki, birileri kahramanlık (!) rolü kapma
yarışındaydı ama devlet çok zor duruma düşmüştü. Devletin en son sözü
söyleyecek en üst makamı, hiç söylenmemesi gerekeni daha ilk cümle olarak sarf
edecekti. Bunun bedeli ağır ödendi. Araya Nazarbayev’in girmesi ve “yanlışlık
oldu” şeklinde bağlanan arabuluculuğuyla kriz çözüldü. Rusya,
Türkiye’nin özür dilediğini açıklıyordu. Biz yine bir arpa boyu yol almıştık,
muarızlarımız ise dağları aşmışlardı…
KAPKARA BİR
CUMA AKŞAMI…
15 Temmuz 2016’ya gelindiğinde, Türk Tarihi’nin en acı
günlerinden birisi yaşandı. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yapılanmış olan,
siyasi iktidarın her türlü uyarılara rağmen göz yumduğu ve Yüksek Askeri Şura
Kararları ile önlerini açtığı bir yapılanma darbe girişiminde bulundu.
Kardeşkanı aktı, Meclis bombalandı. Çok şükür ki başaramamışlardı.
Cumhurbaşkanı şaşkınlığını, alelacele düzenlenen Olağanüstü Din Şurası’nda; “Menzilimiz birdi, alınları secdeye geliyordu…
Aldandık… Yanılmışız… Rabbim ve Milletim affetsin…”gibi ifadelerle
açıklayacaktı. Artık aldanma ve aldatılma itirafları sık gelmeye başlayacaktı.
Şura da, sanki darbecileri ve başındaki haini Din dışı ilan
etmek için toplanmıştı. Sonuç Bildirisi böyle bir dille yazılmıştı. Hain
darbenin şifreleri bu şekilde çözülmüş oluyordu sanki. Ayrıca ilginç bir husus
daha vardı ama ülkenin karışık durumunda pek de dikkat edilmemişti. Bu bildiri
ile Yüce Dinimizde olmayan bir aforoz (!) yöntemi de oluşturulmuştu.
Darbeci hain yapı ile mücadele başladı, bu yapılırken de, “Yeni
bir devlet” yapılanması açığa çıkmaya başladı. Özellikle en
önemli devlet organı olan ordu yeniden yapılandırıldı. Harp okullarının
yönetimi sivil yöneticilere devredildi. Genelkurmay Başkanlığı
Cumhurbaşkanlığına, Kuvvet Komutanlıkları Savunma Bakanlığına bağlandı.
Genelkurmay Başkanlığı herhangi bir kuvveti olmayan bir sembolik makam haline
getirildi. Hatta medyada, TSK’nın bu yeni yapılanmasına dair uygulanan
projenin, darbe girişiminin hapisteki kilit isimlerinden birisi tarafından
hazırlandığı yazılıyordu. Bu da yalanlanmadı.
Fırsat bu fırsattı, karşı çıkanlar da darbeci suçlamasına
maruz kalıyordu. Yeni Devlet kuruluşuna dair
açıklamalar medyada yer almaya başladı. Ağzını tutamayıp erken konuşanlar oldu.
Malumu ilam edenler de derhal susturuldu. Fakat “Yeni Türkiye” söyleminden
de Türk kimliği ile mücadeleden de hiç vazgeçilmedi. Son dönemde, arada bir
toplumun gönlünü okşamak için Türk demek ihmal edilmedi. Ancak, özellikle
Cumhurbaşkanı’nın 10 Kasım (2017) konuşmasında çok vurgulu bir şekilde,
kimliksiz bir milletten bahsedilerek; yine geçmiş suçlamaları ve güya
yanlışlıkları, eksikleri ya da farklılıkları öne çıkarılmaya devam edildi.
Değişen bir şey yoktu.
Bütün bunlar yaşanırken ve TSK’nın içinde bulunduğu çok
zorlu şartlara rağmen, Fırat Kalkanı Harekâtı yapıldı. Bu sürecin en
isabetli kararıydı. İskenderun’u tehdit eden Kürt Koridoru emeline biraz
da olsa ket vuruldu. Ama bu sefer de Afrin bir tehditti.
Türkiye, Afrin’i dillendirince Rusya orada bayrak gösterdi.
Bütün komşularıyla bir şekilde arası açık olan, uluslararası anlaşmalarla
müttefik olduğu devletlerle ilişkileri neredeyse kopacak kadar gergin hale
gelen Türkiye yalnız kalmıştı. Tarihin hiçbir safhasında böyle bir yalnızlık
yaşanmamış, büyüklüğü defalarca dile getirilen, 100 yıl önce tahttan
uzaklaştıranlara beddualar düzdükleri 2. Abdülhamit’ten bile ders alınmamıştı!
Anlaşılan Abdülhamit’e sahip çıkarken de onu öğrenmemiş, bilmemiş ve
tanımamışlardı.
VE GALİBA
FİNALDEN ÖNCEKİ SON SAHNE…
Tarihin akışı, 22 Kasım’da (2017) Soçi’de yapılan Rusya,
İran ve Türkiye zirvesi ile başka bir mecraya yöneldi. 2017 yılı içindeki çok
sık aralıklarla yapılan Türkiye – Rusya görüşmelerinin en önemli maddesi
Suriye’ydi. Türkiye2011’den beri mütemadiyen tekrar ettiği “yüz binlerin katili rejim… Katil Esed…”söylemini yavaş yavaş terk
etmeye başlamıştı.
Zirveden bir gün önce Putin’le Esad bir araya geldi. Ertesi
gün, Suriye’de bir Ulusal Diyalog Kongresinin toplanacağı açıklanacaktı. Bu
kongreye; Putin, “(Suriye’deki) etnik, dini ve siyasi grupların
tamamının…”, İran Cumhurbaşkanı Ruhani, “Bütün
grupların…” katılacağını açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “kapsayıcı,
özgür, adil ve şeffaf bir sürecin hayata geçirilmesi hususunda görüş birliğine
vardık. Bu çabanın başarısı başta rejim ve muhalefet olmak üzere tarafların
tutumuna bağlıdır. (…) terörist unsurların dışlanması önceliklerimiz arasında
yer almaya devam edecektir.” Dedi.
Zirve Sonuç Bildirisi’nde ise; “DEAŞ, Nusra Cephesi ve BM
Güvenlik Konseyi tarafından tanımlanan diğer tüm terör örgütlerinin ortadan
kaldırılması” ile “Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti temsilcilerini ve
Suriye’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine, toprak bütünlüğüne ve
parçalanamaz karakterine bağlı olan muhalefeti yakın gelecekte Soçi’de
düzenlenecek Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne yapıcı şekilde katılım sağlamaya
çağıran devlet başkanları…” denilmektedir. Bu iki cümle bizim
için terör örgütü olan PYD’nin BM tarafından terörist kabul edilmediği de göz
önüne alınarak birlikte değerlendirilmelidir.
Ayrıca Sonuç bildirisindeki; “Devlet başkanları … bahsi
geçen gerginliği azaltma bölgelerinin tesis edilmesinin ve Suriye ihtilafının
çözümüne yönelik hiçbir siyasi girişimin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin
egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne hiçbir suretle
halel getiremeyeceğini vurguladı.” ifadesindeki “gerginliği azaltma bölgelerinin tesisi”inden
de özerk
bölgeler anlaşılmalıdır.
Bu açıklamalara göre, rejimi Esad, dini unsurları İhvan-ı
Müslimin (Müslüman Kardeşler)ve etnik unsurları da Kürtler olarak düşünmek
gerekir. Türk(men)ler Irak’ta da olduğu gibi hiç gündeme bile
gelmemekte/getirilmemektedir.
Mayıs 2017’de yürürlüğe giren Suriye’de Gerilimi Azaltma
Bölgeleri Anlaşması çerçevesinde, muhtemelen Fırat’ın doğusundaki bir
Kürt yönetimine karşılık, Fırat Kalkanı ile elde
tutulan bölgede kurulacak bir Müslüman Kardeşler
yönetiminin pazarlığı hissedilmektedir. Böyle bir oluşuma
sığınmacıların gönderilebileceğinin düşünülmüş olması kuvvetle muhtemeldir.
Hatta bu şekilde Türk kamuoyunun daha kolay ikna edileceği de düşünülmüş
olabilir. Siyasi iktidarın, -özellikle Müslüman coğrafyadaki- İhvancı
siyaseti de böyle bir mutabakatı kabul etmesini mümkün kılmaktadır.
PEKİ, NE
YAPILMALI?
Bu badire atlatılabilir mi? Elbette atlatılır. Ancak ciddi
tutarlı ve milli bir siyaset izlemek bunun ilk şartıdır. Peki, bu siyaset nasıl
olmalıdır? Bu sorudan evvel “bu
siyaseti kim oluşturmalı ve yönetmelidir?” sorusu
sorulmalıdır.
3 Kasım 2002 seçimleri ile başlayan macera aslında 22 Kasım
2017’de Soçi’de bitmiş gibi görünmektedir. Türk Milleti ve Türkiye
Cumhuriyeti’ni; ideolojik yaklaşımlarla, genel tarih, siyasi tarih coğrafya,
sosyoloji gibi bilimlerden hiç faydalanmadan, sadece günlük siyasi tercihler ve
ideolojik hedefler doğrultusunda yönetmek mümkün değildir. Şimdiye kadar izlenen ve
değişmediği görülen; yanlışlıklarla ve aldanmışlıklarla dolu, ideolojik hedeflerine
kilitlenmiş, Türk kimliği ile kavgalı bir yönetim sürdürülebilir olmaktan
çıkmıştır. Böyle bir yönetim olaylar karşısında, rüzgârda uçuşan yaprak misali,
mütemadiyen büyük savrulmalarla sonuçlanmıştır. Böyle bir
tercihle bırakın çok önemli bir coğrafyadaki Türkiye gibi binlerce yıllık bir
devleti, herhangi bir devlet dahi böylesine sık ve sert savrulmalarla yönetilemez.
Mevcut yönetim 2002 seçimlerinden bu yana; AB, ABD,
İsrail, Rusya, İngiltere, Almanya, Mısır, Arap devletleri, komşularımız, kim aklımıza
gelirse gelsin, ilişkilerimizi sıkıntılı bir hale getirmiştir. İktidarının
başında, AB sürecinde ve sonrasında ve bugüne kadar uluslararası ilişkilerde
izlenen kayıt dışı diplomasi bugünkü tavizlere zemin
oluşturabilecektir ama bu kayıt dışı diplomasi, aynı
zamanda, başka bir kadro elinde fırsat da olabilecektir. Dolayısıyla yeni bir kadro,
bu badireden çıkabilmek için gerekirse, şimdiye kadar olanlar
geçmiş yönetimin yaptıkları ya da söyledikleriydi şeklinde bir
yaklaşım ile Türkiye’nin elini çok daha güçlü hale getirebilecektir. Bu şekilde
de devletimiz daha kolay manevra yapabilecek bir rahatlığa
kavuşacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder