24 Haziran 2014 Salı

MİLLET OLMAK VE MİLLİYET;... A. Kemal GÜL

MİLLET OLMAK VE MİLLİYET
A. Kemal GÜL
         Şu günlerde millet olarak hepimizin kafası karışık…80 yurttaşımız Irak’ta gönlü kara, vicdanı körelmiş, eli kanlı teröristlerin tutsağı… Irak’ta Türkmen soydaşlarımız yasta… Ülkemizde huzurumuz yok. Bu güzide ülkemizin bir bölümündeki güvenlik güçlerimiz neredeyse egemen değil. Bayrağımız indiriliyor, araçlarımız yakılıyor, cadde ve sokaklarımız ateşe veriliyor.
       Aslında sokaklar, caddeler değil içimiz yanıyor. Her haber saatinde elimiz yüreğimizde; yarınımız ne getirecek, ne götürecek endişesindeyiz.
       Maalesef bu yurdun asil evlatları insanlarımızı, ‘’yurttaş’’ değil, ‘’birey’’ değil ‘’tane’’ ile sayanların, yurttaşlarımızı mezhep adıyla tanımlayanların kör mantığını yaşıyoruz.
        Cumhuriyeti kuranlar, hiç şüphesiz Orta Doğu’yu bugünkü siyaset adamlarının anlamakta aciz kalacağı kadar iyi biliyorlardı. Ateş denizlerini geçerek kurdukları Cumhuriyeti yurt içinde huzurlu, yurt dışında kuvvetli kılacak olan laikliğe bu sebeple sımsıkı sarıldılar Laiklik konusunda asla taviz vermediler. Memleketin bugünkü haline baktığımız zaman onların ne kadar haklı olduğunu bir kere daha görüyoruz.
       Yaşayarak ihtiyaç duyduğumuz bir gerçek: ‘’Kendi milli ve dini kimliğini benimseyememiş insanlar, hem kendilerine, hem içinde bulundukları topluma zarar verirler. Çünkü halkın temel değerleriyle çatışma içine düşmüşlerdir. Bu hastalığın tedavisi şarttır. Hangi görüşe sahip bulunursanız bulunun, bu gerçekliği kabul etmek aklın ve bilmin gereğidir. O halde milli ve dini kimliği birbirine aykırı unsurlarmış gibi ele almak, birbirinin alternatifi gibi takdim etmek, bu yüzden çağın şartlarına uyum sağlayamamak da aynı derecede hastalıktır ve tedavi edilmelidir. Türkiye’nin çözümü, sosyal psikolojide aranmalıdır’’
         Sevgili Okur; içinde yaşadığımız bugünlerde Türk Milleti olarak, birliğe, beraberliğe, bütünlüğe ve dayanışmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımızın var olduğu bir süreçten geçtiğimizin bilişçindeyiz.
       Türk Milleti olarak her zaman ihtiyaç duyduğumuz bir geçek var ki, geleceğimizin ilelebet onurlu inşası için yakın Tarihimizi, Tarihi Kimliğimizi Eğitim Kurumlarımızda, beyinlerimizde şuurlandırarak zindeleştirmeliyiz; değişik enstrümanlarıyla Tarihimize sık sık yolculuk yapmalıyız.
      Millet olma sürecinde her toplumun, içinde yaşadığı sosyal, siyasi ve dini inanç koşullarını içerir niteliklerin gerçeğinde, millet olgusunun tanımlandığını görmekteyiz.  Türk Milletini, vasıflarıyla diğer milletlerden ayıran niteliklerin neler olduğunu bir kısım Batılı yazarların/ otoritelerin kalemlerinden okumak, kendimizi tanımak adına daha reel olsa gerek.
        ‘’Milleti millet yapan şey ırk değildir, çünkü bütün modern milletler etnik karışımdır. Irka dayalı bir millet anlayışı, Avrupa medeniyetini mahveder. Milleti millet yapan unsur din de olamaz. Devletlerin sınırları ile mezheplerin sınırları birbirileriyle özdeş değildir. Milleti, tabii sınırları referans alarak tanımlamak kadar tehlikeli ve keyfi bir teori olmayacağına göre coğrafya da milleti millet yapan unsur olamaz. Çünkü tarih, milletlerin hayat alanlarının sürekli değiştiğini göstermektedir.’’
       Millet bir ruhtur, manevi bir prensiptir. Bu ruhu, bu manevi prensibi aslında bir olan iki şey teşkil eder: Biri, zengin bir hatıralar mirasının müşterek sahipliğidir. Diğeri, birlikte yaşama arzusu konusunda mutabakat ve bir bütün halinde devralınan mirası yüceltme iradesidir. Bizi biz yapan ecdattır. Kahramanlıkla dolu bir mazi, büyük insanlar, şan ve şeref, işte üzerine milli bir ideal inşa edebilecek beşeri sermaye budur. Mazide müşterek bir şan ve şeref, halde müşterek bir irade, birlikte büyük işler başarmış olmak ve yine başarmak istemek; işte millet olmak için gerekli şartlar bunlardır.
       Tıpkı bir ferdin mevcudiyetinin kesintisiz bir yaşama iddiası olması gibi bir milletin mevcudiyeti de her gün tekrarlanan bir plebisittir.( Ernest Renan )
***
       Aynı coğrafyada oturmak, aynı geçmişi yaşamış olmak, aynı dili konuşmak, aynı dine inanmak… Millet olmak için yeterli midir? Değildir.
       Konuya farklı açıdan girelim. Millet denen topluluk, insanlardan oluşur. Fakat insanlardan oluşan her topluluk millet değildir. Bir futbol maçına giden, belli bir takım taraftarları da bir insan topluluğudur. Pek çok müşterek yönleri vardır. Dil, coğrafya, kültür, din, tarih… Ortaktır. Fakat maç bittikten sonra dağılırlar. Gelecek maça kadar irtibatları kalmamıştır. Onlara ancak ‘taraftar’denebilir.
       İnsanlar, aidiyet duygusunu benliklerinde hissettikleri zaman ‘millet’ sıfatını kazanırlar. Meydana getirdikleri topluma, daha iyi bir gelecek hazırlamaya, Kendilerinden sonra gelecek nesilleri de düşündükleri takdirde millet olma vasfına sahip olabilirler.
       İnsan denen yaratıkta üç milyar hücre olduğu söyleniyor, her birinin ayrı ayrı fonksiyonu olan bu üç milyar hücreyi üretmek mümkün olsa, onları bir küvete doldursak, sonra da insan kalıbı içerisinde bu hücreleri birleştirsek… Ve bu birleşimden; konuşan, düşünen, hareket eden bir varlık elde edebilsek… O varlık, elini ateşe uzattığında elini geri çekebilir de. Bu özelliği de kazandırmak mümkün olabilir. Fakat insana ait her özellik kazandırılamaz. Anne ile evlat arasındaki, karşı cinsten insanlar arasındaki etkileşim gibi özelliklerin kazandırılması mümkün değildir. İşte o sebeple o varlığa insan denilemez.
       Milletler de böyledir. Aidiyet duygusu taşımayan ve bu duygu dolaysıyla müşterek bir geçmişi, iyi olması düşünülen bir gelecek düşüncesini paylaşmayan, tasada ve sevinçte bir olmayan insanlar, aynı dili konuşsalar, aynı inanca sahip olsalar bile oluşturdukları topluma millet denemez.
***
       Her etnik grup (kavim) millet olmaya çalışan bir topluluktur. Fakat her etnik grup millet olamamıştır. Bu, çok çeşitli sebeplere bağlı, tabiatın ve tarihin bir kaderidir. Bu kaderde insanların elbette rolü vardır. Bir etnik grup, insanlığa, rüştünü ispatlayan değerler sistemi verememişse, büyük devlet ve medeniyetler vücuda getirememişse, belli seviyelere çıkamamışsa, kültürel ve medeni büyük sınavlardan geçememiş ve insanlığa bir şeyler katmamışsa, millet olma şansını yakalayamamış, etnik grup olarak kendi kültür yapısıyla bütünleşmeye en fazla uygun bir milletin içinde önemsiz bir unsur olarak kalmıştır. Burada, ne kendisinde ne başkasında suç aramak söz konusudur. Bu, bir oluşum kaderidir. Şu anda dünyada beş bin civarında etnik grup olduğu halde, bu sayıda millet bulunmamakta, yüzden az sayıdaki millet içinde etnik gruplar temsil edilmektedir. Mevcut milletlerin de bir kısmı para ve propaganda gücüyle, siyaset ile yani suni olarak oluşturulmuştur.
       Suni millet yaratmakla ve akışı tersine çevirerek, milleti küçük parçalara ayırmakla, hiçbir problem çözülemez; aksine problemler artar.
       Milli bilincin farkına varılmazsa, millet sağlıklı bir toplum olma özelliğini kazanamaz. Millet oluşumunda tarih, kültür ve milli bilinç önemlidir. Millet 18.yy.dan itibaren, sanayi devrimiyle ve burjuva sınıfıyla izah etmek, bir izah tarzı olabilir; ama bu, olsa olsa Batı’nın ‘nation’(nasyon)  dediği şeklin anlatımıdır. Millet olmanın esası aidiyet olmasına rağmen, millette din çok önemli yapı taşıdır ki Batı’nın milleti anlatım tarzında, bu yapı taşı eksiktir; ancak sosyal yapıda her zaman varlığını muhafaza ede gelmiştir. Buna rağmen Batı hala Hıristiyanlığın temelleri üzerinde varlığını devam ettiriyor.
***
      Millet; zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşama hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşiminden vücuda gelen cemiyete millet namı verilir. (ATATÜRK)                                    
       TÜRK MİLLİYETİNİN TEK VE ORTAK TANIMI
       Millet, siyasi ve suni bir oluşum olduğu halde milliyet yahut kavmiyet doğal bir oluşumdur.
       Milliyetin tarifi, görüldüğü gibi, bir siyaset meselesi değil, bir ilim meselesidir. Şahsi ve siyasi mülahazalarla kurulmuş indi nazariyelerle keyfi tariflerin hiçbir ilmi kıymeti yoktur.
       İlim âleminde üzerinde ittifak edilen en son ve objektif tanıma göre ‘millet, herhangi bir esas etrafında toplanmış, dayanışma halinde insan kütlesi demektir’. 
       Etrafında toplanılan bu esas bazen kültür, bazen dil, bazen vatandaşlık, bazen mezhep, bazen vatan kavramından ibaret olabilir. Ülkelerin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal şartlara göre bu kavramlardan biri ağırlıklı olabiliyor.
       Türkiye Türklüğü, bilimsel olarak siyasi ve suni bir millet midir, yoksa doğal bir oluşum, sayılabilecek bir milliyet yahut kavmiyet midir?
      Tarihi oluşum bakımından Türkiye Türklüğünün Muhtelif ırklarla dillerin birbirine karışmasından oluşan Fransız milleti veyahut çeşitli diller konuşan bir takım ırk kırıntılarının müşterek bir vatanda yan yana gelmesinden doğan İsviçre milleti gibi siyasi ve suni oluşumlarla kıyaslanmasına hiçbir surette imkân yoktur.
       Etnoloji, antropoloji, etnografya, tarih, dil bilim gibi klasik ilimlerin ittifakıyla sabittir ki miladın onbirinci asrında Anadolu’yu fethederek bugün ki Türkiye devletini kuran Oğuz Türklüğü, ana Türk ırkının devamından başka bir şey değildir, lisanı da müstakil ana Türk dilinin devamıdır ve kültürü de en eski pastoral kültürüne dayanır, üç tarafı denizlerle çevrilmiş bir yarım ada şeklindeki ana vatanın bir coğrafi birliği vardır. Ve bu çerçeveden dokuz asırlık muhteşem mazisi etrafına da taşıp yayılarak geniş bir tarih birliği meydana getirmiştir.
       İşte bundan dolayı, bir ırk birliği, dil birliği, din birliği ve muazzam bir tarih birliğiyle birbirine bağlanmış olan Türkiye Türklüğü siyasi ve suni bir millet değil, doğal bir oluşum niteliğine sahip kuvvetli bir milliyettir.
       Atatürk’ün söylediği gibi ‘’Gerçi bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki, işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz, herhalde hodbince ve mağrurcu bir milliyetçilik değildir’’.
        ‘’Türk milliyetçiliği, terakki ve inkişaf yolunda ve beynelmilel temas ve münasebetlerde, bütün muasır milletlere muvazi ve onlarla bir ahenk yürütmekle beraber Türk içtimai heyetinin hususi seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmaktır’’.
***                                           
       Batılı Türk dostlarından Claude Farrer (klod Farer)  Türklerin Manevi Gücü isimli eserinde der ki: ‘’Türk var, Türk sanılan var. Yarı Batılı Türk, lavantenler’le düşe kalka çok değişmiştir. Bunlar bana, hiçbir zaman işe yarar bir şey söylememiştir ve öbür Türk, eski Türk, tarlasını bekleyen, sürüsünü otlatan, el sanatlarıyla uğraşan, sade ve tatlı Türk… Tanıdığım Asya ve Avrupa köylerinde(Balkanlar), evlerine girip çıktığım Türk… Ah, inanın bana. Dünyada hiçbir kimse, onun kadar sevilmeye, hürmet edilmeye, itibar edilmeye layık değildir. İnsanlığın varlığıyla iftihar edileceği ondan başka insan yoktur’’.
Klod Farer sonra ilave eder. ‘’Türkler, şu veya bu şekilde yapmış oldukları hataların, içlerinde Türk karakteri taşıyan kendi çocukları tarafından düzeltilmesine layık değil midir?
       Esas ve eski mesleği deniz subaylığı olan bu Fransız yazar Klod Farer, aynı esrinde şuna da dikkat çekiyor:
       ‘’…ve sonra İzmir… Yunan çıkarması sırasında Türk halkına yapılan kalleşlikler ve hakaretler ve bütün cinayetler, işkenceler… İğrenç asker bozuntularının, subaylarının idaresinde yaptığı bütün bu hakaretler, şerefini ebediyen kaybeden Yunan bayrağının ipeğinde bir kan ve çamur lekesi olarak kalacaktır’’.
       Oysa Klod Farer, Türkiye’yi görmek için yola çıkarken, peşin hükümlerle doluydu. Şöyle anlatır: ‘’1902 yazında Fransa’dan ayrılırken Türker’den ölesiye hoşlanmadığımı söylersem bana inanın. Zaten koleji bitiren bütün Fransızlar öyledir. Çünkü öğretim boyunca antik hatıralar ve modern peşin hükümlerle beslenirler. 1904 son baharında tepeden tırnağa kadar Türk dostu olarak vatana döndüğümüzü söylersem bana inanın.’’
       Napolyon Bonapart’ın meşhur sözleri şöyledir:’’İnsanları yükselten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur, kadının iffetli olması. Bu iki meziyetin yanı başında iki cinsi de şereflendiren tek bir fazilet vardır: Vatana, icabında her şeyini tereddütsüz feda edebilecek kadar bağlı olmak… İşte Türkler, bu çeşit kahramanlardandır ve ondan dolayı Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler.’’
      18. yy.da William Pitt adlı Avrupalı da bakınız ne diyor: ‘’…O Türkler ki, yegâne sevdikleri şey haktır, hakikattir ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır.’’ ( W. P., Büyük Siyasiler adlı eserinden)
      Bir başka Avrupalı Lamartin, millet olarak Türk’e hayranlığını açıkça dile getirir; fakat bir eksikliğimizi de söylemekten çekinmez. O eksikliğimiz, ender zamanlar hariç, iyi yöneticilere ve iyi kanunlara kavuşamamamızdır. Lamartin der ki: ‘’Onların yurdu efendiler diyarıdır; kahramanlar, şehitler ülkesidir. Bence insaniyete şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak, insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır. Böyle bir lekeden Allah beni korusun.’’Fakat Lamartin şunu eklemeyi ihmal etmez:’’İyi kanunları, daha aydın yöneticileri olsaydı.’’
      …Ve Türk milleti ne zaman gerilese, İslam dünyası da gerilemiştir. Yahya Kemal de İstiklal Savaşı’na bu gözle bakmıştır:
       Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,
       Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi.
       Ta ki yükselsin ezanlara müeyyed namın
       Galip et çünkü bu son ordusudur İslam’ın.
Asırlar boyu her türlü yıpratmaya hedef olan Türk âleminin ayakta durabilmesinin temelinde var olan ve Türk kültür birliğini oluşturan başlıca iki unsur: İslami yeti ruh ve Türklüğü beden olarak alan yüce bir anlayış.
      Tarih boyunca Türkler, yeryüzünde itibarlı, haysiyetli, kendisinden çekinilen, saygı duyulan bir millet olmuştur. Şimdiki ülke gündemine bakıp kahrolmamak mümkün mü?

20 Haziran 2014 Cuma

ERDOĞAN MI, İHSANOĞLU MU?... Ahmet Kılıçaslan AYTAR

ERDOĞAN MI, İHSANOĞLU MU?..
ABD, Recep Tayyip Erdoğan vasıtasıyla Osmanlı'nın ardından oluşan ülkelerde İslam Birliğinin ekonomik güç olması hevesi ve uygulamalarını geliştirdi.
Türlü ekonomik, siyasi,askeri ve etki sağlamaya yönelik güçlerle değişim süreçlerinde ekonomik ve sosyo-politik değişkenlerin birbirini etkilemesine yol verdi, esasen bu ülkeleri himmetine muhtaç etmeyi diledi.
*
Birincisi; bu ülkelerin hizaya getirilmesinde akla, bilime ve vicdan, düşünce özgürlüğü esasına dayanan İslam dini, "Ilımlı İslam"a yöneltilince taassuba dayalı toplumlar oluştu,iş şirazesinden çıktı.
Şimdi taassub, toplumları müslümanlığın gerçeğinden koparıyor, insanlar Batı'nın İslam'a ve peygamberine vurmak için alanlar açtığına, şer'i yükümlülüklerden koptuklarına, yaptıklarında faziletli hiç bir  inancın kalmadığına inanıyor!
Artık ABD'nin "Asya'dan Afrika'ya,Amerika'dan Yakın Doğu'ya kadar demokrasiyi desteklemeye devam edeceğiz" hedefi önünde en büyük tehditin,bu düşünceden üreyen  radikal örgütler olduğu anlaşılıyor.
Her geçen gün taassubun Batı'dan intikam almayı emrettiği, taassup önderlerinin Sünni Müslümanları "İslami Cihad"a devşirmekte olduğu ve radikal örgütlerin masum insanları hedef alırken imanlarının tazelendiğini sandıkları, bunların Suriye ve Irak'ta müslüman kafir saydıkları insanlara karşı din savaşı başlatıkları dehşetle görülüyor...
*
İkincisi; Beşşar el-Esad'ın "Suriye'de olanlar on yıllardır bölge için planlananların bir bölümünü oluşturuyor.Sykes-Picot'un torunları hala bölme rüyası görüyor. Hedefleri kimliğimizi ve şahsi kültürümüzü yok etmektir. Bu nedenle Suriye'yi Arap Liginden çıkarmaktan çok Araplığı askıya almaya odaklanıyorlar. Politikalarıyla ve Arap sahasında oynadıkları rolle uyumlu "Araplaştırılmış Lig" istiyorlar. Suriye'yi İsrail'le değiştirmek istiyorlar"  ifadesi doğrultusunda gelinen şu aşamada;
*
Şimdi Başkan Obama, ABD'yi açık etmeden yeni bir planı uyguluyor.
Orta Doğu'da İsrail'in güvenliğini merkeze alıyor ve Filistin ile yeni bir barış sürecinin başlaması için kapsamlı bir barış planında İsrail'den istenebilecek bir tavize karşılık, İsrail'e güçlü bir teşvik oluşturmaya çalışıyor.
*
Nasıl? Suriye'de Cumhurbaşkanlığı Seçimi'nden çıkan sonuçla, herhangi bir rejim değişikliğinin bu ülkede gerçekleşmesinin mümkün olmadığı ve Esad'ın iktidarını koruma konusunda büyük bir potansiyele sahip olduğu görülmüştür.
ABD, Suriye'nin hem terör gruplarını yenilgiye uğrattığını hem de ABD'nin Suriye planlarını bozduğunu geç olsa da anlamıştır.
*
Yeni  Amerikan planı bu noktada devreye giriyor.
Suriye ile ergeç  yapılacak bir barış anlaşmasında, İsrail'i bir Yahudi Devleti olarak tanıyacak, Laik Arap Milliyetçileri ya da BAAS partileri olmazsa olmaz sayılıyor.
İsrail-Suriye arasında olası bir barış anlaşmasının şartlarından biri de her iki tarafın birbirlerinin iç işlerine karışmaması olmalıdır, bu yüzden Suriye'nin İsrail'in azınlıkları olan Filistinliler, İsrail'in Suriye azınlıkları olan Kürtler ile ilgilerini kesmeleri gerekiyor...
*
İşte, Suriye'de Esad'ın BAAS partisine karşı bir araya getirilen ve birbirinden çok farklı gruplar ve bireylerden oluşan,bu yüzden her bir grubun diğer gruplardan ciddi farklılar gösteren bir takım hak ve iddiaları temsil eden Ulusal Koalisyonun yapısını oluşturan ulusal koordinasyona, koalisyonun askeri konseyine ve ılımlı silahlı gruplarına verilen destek artırılıyor, bu suretle İsrail'in ergeç yapacağı bir barış anlaşması öncesinde Suriye BAAS'ının gücü zayıflatılmak isteniyor.
*
Hem İsrail'in güvenliğini beklemede tutan,hem Suriye'de BAAS partisine karşı oluşturulan Ulusal Koalisyona zarar veren  El Nusra,Irak Şam İslam Devleti örgütü (IŞİD) gibi aşırı dinci,
PKK yanlısı ve Suriye'de demokratik özerklik siyaseti yürüten Demokratik Birlik Partisi gibi etnik terör gruplarının tasfiye edilmesi öngörülüyor.
O yüzden  El Kaideci radikal örgütlerin  bir kısmı Irak Merkezi hükümetinin zayıflığından faydalanarak Suriye'den Irak'a kaçmış,Suriye'deki kayıpları telafi etmek için Irak'ta silahlı eylemlerde bulunuyorlar.
Bir kısmı da şimdilerde Katar,Suudi Arabistan ve Türkiyeli suponsorların sırtlarını sıvazlamalarıyla Irak'ta Şii'lere karşı Sünni BAAS geleneğini yeniden kurmanın fedailiğini yapıyor.
Suriye'de gücü sınırlı BAAS, Irak'ta Araplığı askıya alınmış bir BAAS ile yeni bir Sykes-Picot oluşturulmaya çalışılıyor...
*
Başbakan Erdoğan'ın Suriye ve Irak'ta doğan siyasi boşluk sürecinde her iki ülkenin iç işlerindeki gelişmeleri uluslararası olaya dönüştürmek hesabında son derecede önemli, tehlikeli ve uluslararası savaş suçu sayılacak bir strateji izlediği biliniyor. 
Türkiye'nin Sünni İslami rejimler kurmayı teminen muhalifleri eğittiğine dair kötü şöhretinden sonra, şimdi Sünni lider Haşimi ile birlikte Şii hükümete karşı Sünni BAAS geleneğini yeniden canlandırmak için IŞİD terör örgütünden yararlandığı, müslümanları mezhepleri çerçevesinde karşı karşıya getirmek faaliyetlerinin de içinde olduğu, ne kadar gizlenilse de apaçık ortadadır.
*
Nitekim TİKA, Başbakanlığa bağlı Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansıdır, yeniOsmanlı medeniyetini kurma iddiasında Türk Dış politikasının bazen ekonomik,bazen ilişkide olduğu halklarla ya da ülkelerle bağlantılarını güçlendirmek,bazen yeni nufuz alanları açmak görevi yapıyor.
Üstelik Arap İslam coğrafyasında 40 ülkenin sivil toplum kuruluşları topyekün  siyaseti, ekonomiyi ve sosyo-kültürel yapıyı  dönüştürme misyonunu TİKA vasıtasıyla yürütüyor.
İşte Türkiye'den İHH Yardım Vakfı, Ensar Dernekleri, Kimse Yok mu Derneği, Antep-Erdemliler Cemiyeti, Deniz Feneri Derneği ,Cansuyu Derneği,Verenel Derneği gibi onlarca sivil toplum kuruluşu  Irak'ta  Sünni BAAS'ın yeniden güçlenmesi misyonu için IŞİD terör örgütüne militan ve lojistik  desteğinde bulunuyor.
*
Erdoğan, Kürdistan Bölgesi'yle Bağdat'ı devre dışı bırakan ilişkileri de geliştirmekte, bu ilişkileri yeni bir Sykes-Picot çerçevesinde "Bölgeyi kazanırsak petrolü ve Misak'ı Milli topraklarını da kazanırız " hevesiyle sürdürmektedir!
*
ABD ise  IŞİD'ın Bağdat'a ilerlemesini kendini açık etmeden izliyor, yeni planının ya da yeni Sykes-Picot'a doğru nasıl yol alındığını  gözlüyor.
Genel Sekreter Rasmussen de rehin alınan Türk vatandaşlarının derhal serbest bırakılması çağrısıyla yetiniyor ve NATO'un meydana gelen durumda hiç bir rolünü görmediğini açıklıyor.
*
Bu sırada,dinci terör örgütlerinin lağvedilmesi niyeti kapsamında olan militan İslamcılığın lideri Başbakan Erdoğan'ın, yeni Sykes-Picot'un meyvelerini yemeyi uman muhalefetin çatı adayı Ilımlı İslamcı Ekmeleddin İhsanoğlu'nu adaylığı kesinleşinceye kadar yok sayacağı açıklanıyor.
AKP çevresinden uluslararası güçlerin siyaset mühendisliğinin bir ürünü olan İhsanoğlu projesinin, Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde yeni komplolara neden olabileceği, 
Buna mukabil İhsanoğlu'nun siyasetin cilvelerine hazır olması gerektiği, "Her insanın defoları vardır.Bu defolar siyaset dışındayken görülmeyebilir,konuşulmayabilir ama siyasete adım atınca bunlar insanın önüne konulmaya başlar.Siyasetten gelmeyen,tabanı olmayan bu sürece dayanamaz.İhsanoğlu bu kadar ağır taarruz altında belki de adaylıktan vazgeçmeyi düşünür" tehditi savruluyor.
*
Rabbî ABD olan İslam için kimin kefen giydiğinin anlaşılacağı günlere giriliyor...
Bu karambolde Türk Milleti de hiç bir değerinin olmadığı,ahhh bir anlayıverse...
20.6.2014
Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com

IŞID, Amerika’nın başka bir yüzüdür Bülent ESİNOĞLU

IŞID, Amerika’nın başka bir yüzüdür
Bülent ESİNOĞLU
Önce moralleri düzeltecek bir ifade ile başlayalım.
Amerika geriledikçe, İslam ülkelerindeki mezhep çatışmaları ve gericilikte gerileyecektir.
Günlük hayatta düşünce ve davranışları, din temelinden kurtaramayan yaklaşımlar, eninde sonunda, günlük hayatın gerçeği ile karşı karşıya kalacaktır.
Mezhep ve etnik ayırım üzerinden akıl yürütmek, ayrıştırıcıdır.
Üretken değil, insanı tüketen bir gidiştir.
Avrupa’da Mezhep Savaşları oyuz yıl sürdü, sonunda baktılar ki, bunun sonu yok.
Westfalya Barışı ile noktayı koydular.
1618-1648.
İslam ülkelerinde, mezhep kavgalarının içinde İngiltere ve Amerika olmasaydı, İslam ülkeleri de, kendi Westfalya antlaşmasını çoktan yapmış olacaklardır.
Batı’nın, Doğu’yu yönetme ve çıkarı, İslam ülkelerinin iç barışını sürekli engelledi.
Dünya petrolünün %40 Arap ülkelerindedir.
Ve dolar ile satılır.
Amerika da, çıkan petrol karşılığı kadar dolar basma özgürlüğüne kavuşur.
Eğer
Bunlar çok yazıldı biliyorum.
Ancak, neden ABD’nin İslam dünyasını karıştırdığını da açık izah eden bir husus.
Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim; ABD de shale gaz balanu patlamak üzeredir.
Öngörülen hedeflere 2016 yılında da ulaşılamayacağı açıklamaları var.
Şimdi yeniden, Orta doğudaki çıkarları sağlamlaştırmak için, Irak İşgalinin Üçüncüsününyolunu döşüyorlar.
İran/Maliki yakınlaşması bazı planlara uygun düşmüyor.
Eğer Suudi ve AKP çabası, IŞİD üzerinden işlemezse, üçüncü müdahale olabilir.
Şimdilik IŞİD’ın beslenmesi, Suudiler ve AKP üzerinden yürütülüyor.
Davutoğlu’nun sıkça Suudi ziyaretlerinden anlayabilirsiniz.
Suriye’de laikliğin birleştirici gücü sebebiyle, başarılı olmayan IŞİD’a orta Irakta, bir yel bulma çalışmaları var.
Çünkü böyle bölücü bir güç her zaman emperyalizmin aradığı bir güçtür.
İslam dünyasında, Amerikan İslamcılığı, İslam dünyasını daha geriye götüren bir yol çizdi.
Zor bela laikliği kazanmış ülkeleri de gerileterek, mezhep siyasetleri yobazlığına mahkûm etti.
Amerikancı İslam’ın Türkiye’ye yerleşmesinin mimarı Kenan Evren, gene Amerikancı İslam tarafından cezalandırıldı.
ABD bizim oğlanların işi bitince, p.ç gibi ortada bırakyor.
CHP içindeki gericileşme de, ABD patentli gericileşmedir.
Şundan emin olunuz ki, Kılıçdaroğlu’nu da, tasfiye edecek olan, gene bu gericileşme olacaktır.
Gericilik geldiği yerde durmaz.
Her gün yeni bir mevzi elde etmek ister.
Aslında İhsanoğlu’nun aday gösterilmesi; CHP için sonun başlangıcını işret etmektedir.
Tercümesi şudur; Ey dünya, bak görün.
Ben AKP’den daha Amerikancıyım, İhsanoğlu’nu aday gösterdim, demek istemektedir.
Bu muhafazakar kesimden oy alma çabasının ötesinde, ne olur, beni muhalefetten de, etmeyin çabasıdır.
Amerikan gericiliğine tam teslimiyet.
Türk halkının nezdinde CHP; Ne ilerici bir partidir.
Ne sosyal demokrattır.
Ne laiktir.
Ne bağımsızlıkçıdır.
Ne de, artık bir partidir.
İlkesizliğin zirve yaptığı bir yerde, kişilikler ortadan kaybolur.
Kişilikli insanların, ilkesiz bir ortamda siyaset yapması veya fikir yürütme olası değildir.
İnsanlar inandığı şeyleri savundukça kişilik kazanırlar.
Sadece milletvekilliğinin getirdiği çıkara bağlı olmak, kişiliği yok eder.

14 Haziran 2014 Cumartesi

Soner YALÇIN: "Şok Doktrin, Tarih: 2 Nisan 1982"

Soner YALÇIN:
Şok Doktrin 
Tarih: 2 Nisan 1982
Arjantin burnunun dibindeki Falkland Adası’nı işgal etti.
İngiltere dünyanın öteki ucundaki küçük sömürgesinin elinden çıkmasına razı olmadı; 20 gün sonra müdahale etti.
Altı hafta süren savaşın ardından Arjantin teslim oldu ve işgal ettiği toprakları terk etti.
Savaşın siyasal sonuçları da oldu:
Arjantin’de faşist General Leopoldo Galtieri rejimi yıkıldı.
Başbakan Margaret Thatcher, 1979’da iktidara gelmişti ve uyguladığı neoliberal ekonomik politikalarla kamuoyunun tepkisini çekiyordu.
Fakat…
1983 genel seçimine kısa süre kala Falkland’ta zafer kazanması prestijini artırdı; oy patlaması yaparak iktidarını devam ettirdi.
Naomi Klein adını duydunuz mu?
"Şok Doktrin: Felaket Kapitalizmin Yükselişi" kitabının yazarı.
Küresel sermayenin bilinçsiz seçmeni nasıl etkilediğini örnek olaylar vererek yazdı.
Normal koşullar altında insanların kabul etmeyeceği siyasal yapı-ekonomik sistem şok doktrinle kabul edilir hale getiriliyordu.
Başına gelen beklenmedik bir felaket sonrasında şaşıran, ne yapacağını bilemeyen, şoka giren halk; daha önceleri kabul etmeyip karşı çıktığı yaptırımlara boyun eğmek durumunda kalıveriyordu!
İngiltere’de; neoliberal politikalarla yoksullaşmaya başlayan büyük kitleler, Falkland Savaşı’nın yarattığı milli duygularla oyunu Thatcher’dan yana kullanıvermişti.
Bu girişi yapmamın nedeni; Musul işgaline bir başka açıdan da bakmanızı sağlamaktır!
"Musul Fatihi" Erdoğan
Yazmak tartışmaktır.
Sürü’leşmeyi reddelim ve sorularımızın peşinden gidelim.
Örneğin…
Erdoğan Musul’a girerse ne olur?
Tabii ki,"Musul Fatihi" olarak Çankaya Köşkü’ne çıkar!
Cumhurbaşkanı olabilmek için Erdoğan’ın tek ihtiyacı, milli duyguları kabartacak bir operasyondur.
Eğer…
2’si çocuk, 3’ü kadın 48 Türk esir alınmamış olsaydı; Türkiye kamuoyu Musul işgaliyle bu kadar yakından ilgilenir miydi?
Sanmam.
Peki…
Musul Türk Konsolosluğu işgali sürpriz miydi?
Hayır.
Başkonsolos Öztürk Yılmaz, "IŞİD Musul’u ele geçirebilir" uyarısında bulundu.
Musul Valisi Useyil Nuceyfi kentten kaçmadan önce Başkonsolos Yılmaz’ı arayıp konsolosluğu terk etmelerini istiyor.
Yine…
Konsolosluk işgalinden bir gün önce MHP Milletvekili Sinan Oğan TBMM kürsüsünde, "besleyip büyüttüğünüz IŞİD Musul Başkonsolosluğumuzun etrafını sarmış durumda" dedi.
Hürriyet’ten İpek Yezdari konsoloslukta çalışan Iraklı bir Türkmen’e ulaştı.
Konsolos çalışanı "IŞİD’in silahlı adamları pazartesi günü konsolosluğa gelip çalışanlara ‘Buradan çıkın’ dediler" diye konuştu.
Demek ki…
IŞİD’in Musul’a gireceğini, Türk konsolosluğunu basacağını sağır sultan bile biliyor.
Öyle ki…
Kanal D Haber Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Sarılar; twitter hesabından Musul’daki Cemaat okullarının IŞİD baskınından 3 gün önce tahliye edildiğini yazdı.
"Musul baskını davul çala çala geldi; kentteki Fetullah Gülen okulları 3 gün önce tahliye edililiyor;
Başkonsolosluk sanki baskını bekliyor.
Musul’da Cemaat okulları bile perşembenin gelişini çarşambadan (hatta salı) biliyor;
Başkonsolosluk baskını öngöremiyor.
İstihbarat sıfır mı?"
Erdoğan’ın ve Türk Dışişleri’nin bunları bilmemesi imkansız.
O halde…
Sormalıyız; niye göz yumdular?
Beceriksizlikten mi?
Başka bir sebebi var mı?..
Türk Bayrağı’nın indirilişi…
Musul Türk Konsolosluğu’nun işgali…
Ülkedeki milli hassasiyet doruğa ulaştı.
Yakında yandaş medya başlar:
Atatürk’ün vasiyeti vardı; Musul alınmalıdır!
Doğrudur.
Fakat vasiyetini doğru okumak gerekir; vasiyetinin içeriği değiştiriliyor ve bunu ilk Turgut Özal yaptı.
Erdoğan’la bir daha deneyecekler?
Amaçları Kuzey Irak’taki Kürtler’i Araplara karşı koruyacak Türk Ordusu’ndan bir tampon oluşturmaktır.
Özal başaramadı.
Erdoğan başaracak mı?
Erdoğan’a "zafer" gerekiyor; askeri ya da diplomatik!
Erdoğan, satranç tahtasındaki at
Fakat…
Ortadoğu bir satranç tahtasıdır; tek hamleye bakarak oyunu okuyamazsınız; birçok hamleyi görmek zorundasınız.
Oyun bin bir olasılıklar üzerine kuruludur.
En önemlisi, satrançta oyununuzu belirleyen rakip tarafın hamleleridir.
Yani; Erdoğan’ın bir planı varsa Maliki’nin ya da Esad’ın da stratejisi vardır.
Bildiğinize eminim; tahta üzerindeki "şah", İsrail; "vezir" ise ABD’dir!
Tüm oyun şahı korumak üzerinedir.
En etkili eleman vezir’dir.
İkinci etkili eleman kale’dir.
Fil ve at ise, üçüncü etkili elemandır.
Fil oyun başında değil sonunda etkilidir; yani Esad’dır.
At ise oyun başında etkilidir oyun sonunda etkisizdir; yani Erdoğan’dır.
IŞİD piyon bile değildir!
Çerez’dir!
İstense bir kaşık suda boğulur!
O halde…
Dünyanın en önemli petrol bölgesini bu kadar kolay nasıl ele geçiriverdi?
Irak Ordusu bir tek mermi atmadan petrol kenti Musul‘u IŞİD’e neden bırakıverdi?
IŞİD arkasında hangi güç/devlet var?
Dün bu köşede yazdım:
Erdoğan’ın İsrail’le "metres" ilişkisi var.
Erdoğan’ın İmralı ve Kandil’le "metres" ilişkisi var.
Peki…
Erdoğan’ın IŞİD ile de "metres" ilişkisi var mı?
Irak Meclisi Güvenlik ve Savunma Komisyonu Başkan Yardımcısı İskender Vetut, "IŞİD’den ele geçirilen bazı silahların İsrail yapımı olduğunu tespit ettik.
Asıl hedefi Arap ülkelerini kaosa sürüklemektir" dedi.
Hiç şaşırtıcı değil; plan belli: Irak’ı üçe bölmek:
Sünni Kürtler, Şii Araplar ve Sünni Araplar.
Keza Suriye de bölünmek isteniyor.
Ve Türkiye de…
Bölgede ulus devletlere düşmanlığın nedeni küçük devletçikler oluşturmaktır.
Sünni Türkler, Alevi Türkler ve Sünni Kürtler’den oluşan parçalanmış bir Türkiye istemiyorlar mı?
Canım kardeşim AKP’li…
Irak ve Suriye sana ayna görevi yapıyor; ama sen bunları anlamamakta inat ediyorsun.

Çünkü, şok’tasın!.

12 Haziran 2014 Perşembe

DÜNYA VE AHİRET BERATLARIMIZ; CEMAL ÇALIŞKAN

DÜNYA VE AHİRET BERATLARIMIZ
CEMAL ÇALIŞKAN
             İnsan canlı bir varlık olması biyolojik ve fiziki olarak diğer varlıklarla ortak yanlarıdır. Onlardan ayıran aklı ve iradesini bağımsız kullanabilirliğidir. İşte dünyada ve ahrette alabileceği beratlarda bu noktalardır. İşte biz bu yazımızda bu beratlardan söz etmek istiyoruz. Mübarek üç aylarda Kadir gecesi istisna edilirse, son Berat kandili Şaban ayının on dördüncü Cumaya bağlayan gecesidir. Bir adım sonrası da on iki ayın sultanı olan Ramazanı şerife kavuşacağız. Berat, sözlükte kurtuluş ve bir okul sonrası şahadet almak manalarına gelmektedir. Öyleyse insanın berat alma gününü sadece bu geceyle sınırlı tutmamak gerekir. İnsanlar, bir günde birkaç kere berat bile alabilir. Çekmiş olduğu sıkıntılarından kurtulmuşsa, beratıdır. Başarısızken başarılı, zarardan kara dönülmesi beratlarıdır. Ciddi hastalıktan şifa bulması, ciddi sorunlarına çözüm bulması kişilerin beratları değil mi? İnsanın yıllarca dost bildiği insanın yılan olduğunu anlamsı bir berattır. Gittiği yolun yanlışlığını anlaması, bir berattır. Dünya ve ahretle ilgili şüphelerinden kurtulması bir berattır. Habersiz yaşadığı güzelliklerden haberdar olması bir beratıdır. Allah’a, kulluktan uzak yaşayışın Allah’a kullukta buluşması berattır. Ülkemizde yaşanan bu talihsiz savaşın son bulup barış olması toplumun için berattır. Kişinin yaşadığı vicdan azabından kurtulması berattır.  Zalimin karşısında Hakkı müdafaa etmek berattır. Bu nedenle beratı Müslümanların bir geceye hapsetmesi,  Beratın büyüklüğüyle gayrı mümkündür.
                Müslüman insana, mübarek Ramazan ayı öncesi, bir ön hazırlık yapması gerekir. Nasıl ki, bir şehri ziyarete giden istifade etmek için bir önceden bilgi alması şarttır. Ziyaretimizden kazanç elde etmek için bu gereklidir. Gelen Ramazan ayında da, elde edeceğimiz manevi kazançlar için bir ön hazırlık ve ruh uyanıklığı gerekir. Bunun için insanlarla iyi geçinmeden tutunda çevre temizliği, gönül temizliği ve her türlü Salih ameli işlemeye kadar götürebiliriz. Bu nedenle Ramazan öncesi bu berat gecesinde yakarışımızla gönlümüzü Rabbe açmalıyız. Kuranda: İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi davranır. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böyle süslü gösterilmiştir.”buyrulur.  Allah katında duadan daha şerefli bir şey yoktur. Dua ibadetin özüdür. İbadette dua, isteklerimizin kabulünün vasıtasıdır. Allah” Sizin duanız olmasa size niye değer verip sizi önem versin” buyrulur. Peygamber efendimiz” Benim Allah ile bir vaktim vardır ki, onda bana ne bir Melek’i mukarrep, ne de bir nebiyi peygamber, hiç biri yanaşamaz” buyurmuştur. İşte bu anlar, Allah’a dua ettiği anlarıdır. En büyük zikir ve dua “Allahtan başka ilah yoktur”  sözüdür.
         Allah dünyada meleklere, şeytanlara, kâfirlere ve Müslümanlara aynı uzaklıkta bulunur. Allah’ın meyli ve yardımı ise, kendi yolunda yürüyenleredir. Fakat Allah hikmeti gereği bu saydıklarımız varlıklara karşı yaptıklarının karşılığında,  iradesini hiçbiri lehine ve aleyhine kullanmamaktadır. Dualar şu beş gecede ret olunmayacağı bildirilmiştir: İçinde bulunduğumuz Berat gecesi,  Regaip gecesi, Ramazan ve Kurban bayramı geceleri ve Cuma geceleridir. Berat gecesinde, bir sene içinde doğacak ve öleceklerle birlikte yaşayanların bir yıllık rızıkları hükme bağlanmaktadır. Bir yılda meydana gelecek olayların hayır ve şer olsun bu gecede hükme bağlanacaktır. Berat gecesinin bir kaç ismi vardır. Mağfiret gecesi, icabet gecesi, rahmet gecesidir. Peygamberimiz ”Bu günün, gecesini namazla, gündüzünü oruçlu olarak geçirmemizi “ öğütlemiştir. Bu gece yüce Allah bize şöyle seslenir” Yok mu benden af isteyen onu bağışlayayım, yok mu rızkını isteyen onu rızıklandırayım, yok mu hasta olan, ona şifasını vereyim, yok mu borculu, ona ödeyeyim diye nida eder” buyrulur. Fakat bu gecede af kapsamına girmeyenlerin de olacakları bildirilir.

          1-Allah’a şirk koşanlar 2- Kindar olanlar 3- Kibir ve gururla yaşayanlar 4- ana-babaya asi olanlar 5-Suçsuz insanları öldürenler 6-Akrabayla ve sıla-i rahim terk edenler 7- Zina edenler 8- Hayatını günahlarla geçirenlerdir. Bu yaşadığımız mübarek zaman diliminde çok vahim olaylar yaşanmaktadır. Ülkemize hep birlikte sahip çıkalım. Samimi dualarımızla el açalım. Bu topraklarda yaşayanlar her zaman acı ile yüz yüze yaşamışlardır. Bu ülkeyi yeniden dizayn etmeye gerek yoktur. Aksayan taraflarını yirmi dört saat söyleyerek fitneye neden olmaya lüzum yoktur. Çevredeki yaşananları göz önüne getirip barışın değerini anlatmalıyız. Herkes görevini yapmalıdır. Biz görevlerimizi ne zaman layıkıyla yaparsak, Beratımızı almış olacağız.

9 Haziran 2014 Pazartesi

AZDILAR!.. Mehmet Necati GÜNGÖR

İKİNCİ ÇUVAL VAK'ASI!..









Mehmet Necati GÜNGÖR
Azdılar.
Azmak ne kelime, kudurdular!
Yeniden hainliğin, kahpeliğin dilini konuşturmaya başladılar.
Amaçları çok açık.
Özgürlük maskesi altında özerklik talep ediyorlar.
Bunu,
Terörist başını tezelden salıverin tehdidi ile birlikte dillendiriyorlar!
Sen aczini “barış” örtüsüyle örtmeye çalışırken,
O küstahlığını “savaş” silahıyla konuşturuyor.
Çizmeyi iyice aştılar.
Ordu karargâhının gönderinden bayrak indirtmek de ne demek?!
Pervasızlıklarını buraya kadar götürdüler.
İşte bu, ikinci çuval vak'asıdır.
Asla sindirilemez.
Sorumluları sindirse bile millet sindiremez.
Gereken neyse yapılmalıdır.
O küstahlığın bedeli neyse en ağır şekilde ödettirilmelidir.
Bunda da acizlik sergilenecekse,
İkincisine tahammül yoktur, bilinmelidir!
Acizlikleri kendilerini bağlar.
Devleti acze düşürmeleri kabul edilemez!
Bu zavallılığın,
Bu aczin,
Bu utancın
Sorumluları her kimlerse
Tasını tarağını toplayıp gitmelidirler!
Bayrak...
Bir devletin,
Bir ülkenin,
Bir milletin namusudur!
Biz onlara öncelikle namusumuzu emanet ettik.
Emanetimize halel getirdiler.
Böyle bir zilletin mazereti olamaz.
Gitmelidirler!

5 Haziran 2014 Perşembe

BİR FACİANIN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI; A.Kemal GÜL

BİR FACİANIN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI
A. Kemal GÜL
A.Kemal GÜL
Kalkınmışlıkta dev adımlar atıldı denilen Türkiye, Türk Milleti olarak yürekten acı yediğimiz Soma olayının önümüze koyduğu reel gerçekle çok daha iyi anlaşılmıştır. Soma bize içinde yaşadığımız düzenin acı ama çok net bir fotoğrafını sundu.
Soma’da 301 kişinin hayatını kaybettiği, faciada çoğu madencinin ölüm sebebi olarak güvenliksiz çalışma şartlarının var olduğu, hükümetin gevşek denetiminin var olduğu ve işletmeci firmanın çıkarlarına öncelik verdiği gün gibi ortaya çıktı.
Ateş, duman ve zehir ortamında insanlar acı çekerken, ne yazık ki, sorumlu mevkide bulunanlar bu felaketi olağan görebiliyor. Ölüm ve kaza bu işin fıtratında var diyebiliyorlar. İki asır öncesinden örnekler verebiliyorlar. Yüreğine kor düşmüş madenci yakınlarına tokat atabiliyorlar; tekmeleyebiliyorlar; nedenini, niçinini araştırmayan sorgulamayan insanların beyinlerini kilitleyebiliyorlar; her felaketin ardından kitleleri uyuşturmaya yönelik sözüm ona dini içerikli beyanlar verebiliyorlar.
Günümüz teknolojisinde bu ve benzeri iş kazalarına meslek faciası, mesleki katliam denir. Çünkü iş kazaları, iş güvenliğinin yeterli olmadığı, mesleki bilginin yeterli olmadığı, ihmalkârlığın, ilgisizliğin, suiistimallerin olduğu işyerlerinde faciaya dönüşür, cinayete dönüşür.
Anlaşılan o ki, Somada meydana gelen bu cinayet, daha fazla kazanma hırsının sonucudur. Bu sonuç, abdestli kapitalistlerin İslam’a ve insana bakışının sonucudur. Ölümün çaresi olmadığı gibi ölüme sebep olanın da mazereti yoktur.
 Vahim durumlardan biri de, millet olarak daha öncede yaşadığımız doğal afetlerde, cana ve mala ziyan veren iş kazalarında bütünleşebiliyorduk, tek yürek olabiliyorduk. Ancak, millet olarak yaşadığımız bu elim faciada bu bütünlüğü göremedik, ayrıştırıldık.
 Araplar için gözyaşına boğulanlar, Türklüğü ayaklar altına alıp bölücülerle pazarlık yapanlar. Eleştirildiğinde yakıp yıkarak, işçi tokatlayanlar. Türk Milletini etnisitelere bölüp halkı ayrıştıranlar. Bir ahlak ve fazilet abidesi olan tevhit ve vahdet dini İslam’ı mezhep kılıfı altında sunarak Müslüman Halkı birbirine kışkırtanlar, toplumu çözmeye/ayrıştırmaya yönelik hangi yapısal projenin mühendisliğini üstlenmişlerdir?
Türk Milletinin devlet anlayışında, Hükümet makamı ne ‘’inat’’ ne de ‘’tahrik’’makamıdır. Devletin dili ve üslubu sokaktaki eşkıya ile aynı olamaz. Ülke ifrat ve tefrit arasında kalmış tehlikeli bir maceraya doğru sürüklenemez.
Maalesef, kışkırtıcı, ölçüsüz, bölücü, hakaret içeren ve sürekli birbirini ötekileştiren bu ‘’dil’’ her geçen gün şiddetini arttırmakta ve toplumun yapısını bozguna uğratmaktadır.
Bu dil Türk Hakanlarının dili değildir. Bu dil amaç olanı araçlandıran, ideal olanı itibarsızlaştıran bir dildir.
Bu ‘’ dil’’ ne Alparslan’ın, ne Osman Gazi’nin, ne de Mustafa Kemal Atatürk’ün dili değildir. Bu ‘’dil’’ 1299 ruhundan uzak bir dildir. Bu ‘’dil’’ 1919 ruhundan uzak bir dildir.
Son yıllarda sistematik bir şekilde Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesi yok sayılmakta, bunun yerine saptırma gayretleri gerçekmiş gibi kamuoyuna sunulmaktadır. Gelinen bu noktada Türk Milletine ait olan egemenliğimize yeni ortaklar mı aranıyor sorusu aklı zorluyor.
Türk Milletinin egemenliğinin nasıl tesis edildiğinin derinlemesine incelenmesinde yarar vardır.
Türk-İslam Kültürü ile gıdalanmış/benliğini oluşturmuş saygın bir aydınımızın( Prof. Dr. Ahmet ÇOLAK) ilgililere ve sorumlu her Türk Vatandaşına Yakın Tarihimiz hakkında ders verir nitelikte konuyla alakalı tespitlerini içerir bir tabloyu sunalım:
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA NE OLDU?
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savasından yenik çıktığı için savaşı kazanan devletlerce sınırları belirlenen irili ufaklı 17 devlete bölündü.
Yeni kurulan bu devletlerden 15 i Müslüman’dı;  halifeliğin 1924’te kaldırıldığı düşünülürse,
 İslam dininin halifesi halen yaşıyordu.
Bu Müslüman devletler, sadece bizden değil, İslam’ın halifesini de yok sayarak Halifeden de ayrılmıştır.
1912 yılında Arnavutlar, Osmanlı Devletinden ayrılarak, Arnavutluğu kurmuştu.
 Yani İslam kardeşliği bizi bir arada tutmaya yetmemişti.
Osmanlı ordusu da Kızıl ordu gibi benzer akıbete uğramış; orduda bulunan subaylar kendi soylarının sesini dinlemiş, yeni kurulan bu devletlerin genelkurmaylarını oluşturmuştur
Osmanlı Ordusunun, Yemen’deki paşası, savaş sonrası kurulan yeni Yemen devletinin sadrazamı yani başbakanı olmuştur.
Nuri Sait Paşa ve diğer subaylar,
Ragıp Paşa gibi paşalar ve diğer askerler yeni kurulan Müslüman devletlerin silahlı kuvvetlerini oluşturmuşlardır.
 Bu husus son derece önemlidir, Osmanlı ordusunu terk ederek yeni ülkelere giden bu askerler, Atatürk’ün silah arkadaşlarıydı.
Atatürk’ ün Gençliğe Hitabesinde ifade edilen;
“Ey Türk istikbalinin evladı,
Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”.
Sözleri bu düşünce ve Saiklerle söylenmiştir.
Bu askerlerin sayısı hiç de küçümsenmeyecek bir orandadır.
 Osmanlı Ordusunun subay kadrosunun 3/5′ünü oluşturmaktadırlar.
Şöyle ki:  Birinci Dünya Savaşına girerken Osmanlı Ordusunun subay sayısı yaklaşık 21 bindir. Bunlardan 4 bini savaşta şehit olmuş veya esir düşerek ordu dışında kalmıştır.
Kurtuluş savaşına katılan subay sayısı ise yaklaşık 4 bindir.
SSCB’ne benzer şekilde Osmanlı bürokratları, savaş sonrası ülkeyi terk etmiş, soylarının sesini dinleyerek yeni kurulan bu devletlerin bürokrasisini oluşturmuştur.
Somut örnekler verecek olursak, Osmanlı Ayan Meclisi üyesi ve kısa bir süre başkanlığını da yapan Mekke Şerifi Hüseyin savaş devam ederken İngiliz tarafına geçmiş, savaş sonrasında da Arabistan’ın yeni kralı olmuştur.
Şerif Hüseyin’in oğullarından Abdullah Ürdün’e, Faysal Irak’a kral yapılmıştır.
Ziya Gökalp’ın Arap asistanı bir gün Ziya Gökalp’a çıkar, Şam Üniversitesi’ne gideceğini ve orada rektör olacağını söyler.
 Ziya Gökalp kendisine;
“Sen asistanlığı beceremiyorsun nasıl rektör olacaksın?” der.
Gerçekten asistan Şam’a gider.
 Üniversitedeki kadroların boş olmasından istifade ederek rektör olur.
Osmanlı Eğitmeni, teorisyen ve siyasetçisi Mustafa Satı Beyde Osmanlıdan ayrılıp yeni kurulan devletlerde Arap milliyetçiliği doğrultusunda teorisyenlik, müsteşarlık ve bakanlık yapmıştır.
Osmanlı vatandaşlarından kendisini TÜRK hissetmeyenler, hissettikleri doğrultuda yeni kurulan devletlere göç etmişlerdir.
Bu durum bizim için son derece önemlidir.
Osmanlı vatandaşı olup da kendini Arap hissedenler yeni kurulan Arap devletlerine, Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkelere göç etmişlerdir.
Mardin, Siirt, Urfa’ da yaşayan Arap kökenli vatandaşların bir kısmı da kendisini yeni kurulan bu Arap devletlerine yakın hissetmiş ve buralara göçmüştür
 Bunlardan bir kısmı ise kendisini Büyük Türk Milletinin bir parçası olarak hissetmiş yeni kurulan bu devletlere gitmeyerek ülkemizde kalmıştır.
KÜRTLER NE YAPTI?
Aynı şekilde Kürtlerin Güneydoğuda yaşayan bir kısmı kendisini Türk hissetmeyerek, Türkiye den Irak, Suriye veya Lübnan’a göçmüşlerdir.
Kendisini Türk Milletinin bir parçası olarak hissedenler, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalmayı tercih etmişlerdir.
Benzer şekilde yine ülkemizde yaşayan Çerkezlerin büyük kısmı burada kalırken, diğer kısmı da Ürdün veya Lübnan‘a çok az kısmı da Mısır’a gitmeyi tercih etmişlerdir.
Gürcülerin büyük kısmı yeni kurulan devlette, Türkiye Cumhuriyetinde kalmayı tercih etmiş, çok az bir kısmı ise Acaristan veya Gürcistan’a gitmiştir.
Bir C
Üzerinde düşünmek, milli bir hassasiyeti vurgulamak isterim: Türkiye Cumhuriyeti ibarelerinin yok edilmesine, ‘’Ne mutlu Türküm diyene’’ifadelerinin, Türk ve Türklüğü çağrıştıran her türlü düşünce ve sözün kaldırılmasına, Türk Milleti’nin yok sayılarak adı olmayan bir milletten bahsedilmesine, okullarda okunan andın yasaklanmasına gereken tepkinin gösterilmemesi düşündürücüdür. Ulusal çıkarlarımız, yaşam hakkımız ve her türlü değerlerimiz başka düşüncelerle görmezden gelinmekte, bunlara tepki verecek mekanizmalar sanki arıza yapmış gibi duyarsız kalması düşündürücüdür.
Türk Milleti’nin kendi hassasiyetlerini dikkate alarak, her türlü siyasi düşünce ve yaklaşımın dışında, kendi değerlerine sahip çıkmak için, gerekli mekanizmaları çeşitli şekillerde uyarması ve kendine sahip çıkması zorunluluğu vardır.
Ve endişemiz odur ki, Türk Silahlı kuvvetleri ‘’milli ordu’’vasfını kaybetmesin. Ne demek milli ordu? Milli orduda etnik farklılıklar olmaz. Mezhep farklılıkları olmaz, sorgulanmaz. Milli ordu güneyden kuzeye, doğudan batıya tüm yurt sathını kapsar. Aksi halde, üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından elimizde kalan Türk Yurdu öz vatanımız Anadolu’yu korumakta zorlanabiliriz.
Yukarıda Hocamızın sunduğu tablodan da anlaşılacağı gibi ve çok iyi biline ki, on sekiz kişiden oluşan vatan evladı kadrosuyla Samsun’a çıkan Gazi Paşamızın önderliğinde Sakarya ile Aras nehri arasında kalan bozkırlarda yaşayan on milyon kadar Türk’ün zamanın emperyalistlerine karşı verdiği ölüm kalım savaşını zaferle taçlandırarak Türk’ün son kalesi Anadolu’muzda kurduğu bağımsız devleti ebediyen yaşayacaktır.
Gazi Paşamızın Türk Milletinin iradesini temsil eden kadrosuyla kurduğu bu Genç Cumhuriyeti bu milletin hakiki evlatları Türk Gençliğine emanet etmiştir. Bu gençlik devlete ortak arayanları hüsrana uğratır, Tarihin çöplüğüne atar.
Bir hatırlatma ile yazımızı sonlandıralım:
Ülkemizde mutlak demokrasi içerisinde üretime katılan emeğin, sermayenin, ham maddenin, zamanın hakkını adil bir biçimde verecek uygulamalara yeniden geçmelidir.1980 öncesine kadar bu anlayış kısmen de olsa oturmuştu. Ülkemiz çağdaş kölelerle, kan içici sermaye anlayışı ile artık yaşamamalı.
Sendika ağalığına hayat hakkı tanımayarak güçlü bir sendikacılığa geçilmelidir. Bu işler bağırmakla, gürültü ile değil; sabır, sükûnet, bilgi ve tecrübeye saygı duyan bir anlayışla çözülür.
Demokratik rejimini olgunlaştırmaya, tamamlamaya çalışan bu güzide ülkemizde Başbakan olabilirsiniz. Cumhur Başkanı da olabilirsiniz ama egemen değilsiniz. Tanrı’dansınız ama Tanrı değilsiniz. Ruhundan üflendi, ruhu değilsiniz. Bir şeysiniz ama her şey değilsiniz. Sınırı koruyun, sınırsız değilsiniz.
Hz. Peygamber tarafından övülme onurunu hak etmiş Türk Milletinin hizmetkârlığına talip olmanın kutsal bir şeref olduğunu unutmadan...
Son olması dileğiyle Soma Şehitlerimizi rahmetle anıyor, başta kederli ailelerine ve milletimize sabırlar diliyorum.

BAYRAMDA ŞEHİT VE GAZİLER YOK; Cemal ÇALIŞKAN

BAYRAMDA ŞEHİT VE GAZİLER YOK
 Cemal ÇALIŞKAN
Bir insan niye öldüğünü ve niye öldürdüğünü bilirse, yaratılışın ve Yaratıcının bir emri olduğuna bilinçli inanırsa, böylesi bir savaşçının önünde demirden kala’lar, ölüm kusan makineler durabilir mi? İşte, özellikle İslam’la şereflenen Müslümanlarda bu iki duygu savaşlar meydanlarında daha bir açığa çıkar. Bu inanç sahabelerden başlayıp aynı yolun yolcusu inanç sahipleri bu inancı devam ettireceklerdir. İslam tarihi böylesi kahramanların yüzlercesini binlercesini görmüştür. Günümüzde iktidarın eliyle mi, nedense gazi ve şehitlikle ilgili ayet ve hadislere ne camilerde ne de milli kutlamalarda yer vermezler. Haydi, Atatürk ve onun milli düşüncesini unutturmaya kalkıştınız, bari vatanımızın bağımsızlığını devam ettirebilmesi için gazilik ve şehitlikle ayetleri milletin evlatlarına ve topluma anlatın ki, PKK karşısında bu insanlar yılgınlığa ve yeise düşmesinler. Böyle olmadığından diğer yönden bu kahramanların bazıları devlet tarafından cezalandırıldığından sayıları çok azalmıştır. İşte İstanbul’u fethe çıkan kahramanlara konuyla ilgili ayetler ve hadisler beş vakit namazla birlikte anlatıldığı için İstanbul’un fethi gerçekleştirilmiştir. Günümüzde PKK karşı savaşan askerlerimize niçin ve neden savaşıldığı anlatılmış olsaydı, şimdi barış denilen rezaletle devletin ve onun kahramanlarının şerefleriyle oynayanlara izin verilmezdi.
            İşte kutsal ve güzel şehir olan İstanbul’un fethinin 561. senesini kutladığımız günümüzde böylesi kahramanlara milletimizin ihtiyacı vardır. Şehit kelimesi Kuranda 35 yerde geçmektedir. Şehit ismi Allah’ın 99 isimlerinden biridir. Şüheda şehidin çoğuludur. Şüheda ise, Kuranda 20 yerde geçmektedir. Şehitlik öyle büyük bir mevkidir ki, Allah’ın şehitlere tanıdığı imtiyazları bu halka milli zafer günlerimizde her mekân anlatmalıyız. Milletler şehit, gazi ve kahramanlarıyla var olurlar. Kahramansız, şehitsiz ve gazisiz milletler yaşamazlar. İşte şehitlere tanınan imtiyazlar:
            1-     Şehitlerin ruhlarını Allah alırken melekler hazır bulunur. Peygamberler dâhil diğer insanların ruhunu Azrail alır. 2- Hiç kimse cennete girdikten sonra yeniden dünyaya dönmeyi şehitlerden başkası istemez. 3- Şehitler, şehit olduğu esnada bütün günahları af olunur. 4- Ölürken şehide Cennetteki makamı gösterilir.5-Kabir azabından muaf olur.6-Akrabasından 70 kişiye şefaat eder. 7- Peygamberler yıkanırlar, kefenlenirler. Şehitler bir görüşe göre yıkanmaz ve namazları bile kılınmaz. Özellikle kanlı elbiseleriyle defin olunur.8-        Her ölene Peygamber bile olsa, öldü denir, şehitlere öldü denmez. O Rabbin yanında diridir, rızklandırılır. 9-Peygamberler dâhil, şefaat edecek olanların hepsi ahrette şefaat eder. Şehitler ise, her gün şefaat ederler. Hatta gerekli olduğunda bedenleşerek cepheye savaşa giderler.10- Allah şehitlere cennette altından kanatlar takar ve akla gelmeyen nimetlerle ikramlar eder. Ayrıca ayete göre, şehit bu nimetleri kendisinden sonraki şehitlere bildirir.
            2-     Onların savaşa istekle katılmalarını sağlarlar. Şehitlerin cennetteki makamları, kabirde bulunan anası-babası, evlatlarına ve kardeşlerine gösterilir. Şehitlerin bedenleri toprak, ruhları cennettedir. Fakat toprak şehitlerle birlikte, âlimlerin, Enbiyanın, müezzinlerin, hafızların ve camileri imar edenlerin bedenlerini de yemez. Şehitlerin başlarına yakuttan taç giydirilir. 72 huriyle evlendirilir. Kılıçlar “cennetin anahtarıdır” Kılıçsız şehit ve gazi düşünülmez.
            Hz. peygamber efendimiz, İstanbul’un fethiyle ilgili hadisin sahih olup olmadığı konusuna girmeden İslam’ın iki kaynağı olan Kuran ve sünnete göre, Fetih ruhunu taşımak bütün Müslümanlara farz kılınmıştır. Fetih ruhunu taşıyanlar şehitlik ve gaziliği de taşıdığının bilincinde olmalıdır. Çünkü Peygamberin arkadaşlarını düşmanlarına anlatanlar, şöyle tarif ediyordu. “ Onlar, Sizin dünyayı yaşama özleminizden daha çok şehit olup cennetteki kazacakları makamların özlemini çekiyorlar”. Ölümden korkmayan insanla mücadeleye girmek demek, savaşı baştan kaybetmek demektir.
            Bu nedenle kaybedecek bir şeyi olmayanlardan korkun demişlerdir. İnanan insan kaybedecek bir şeyi olmadığı gibi kazacağı büyük bir dava ve cennet vardır. Kuran’da ”Allah müminlerin canlarını, mallarını cennet karşılığında satın aldığını” bildirmiştir. “Allahtan daha doğru sözlü olan kim olabilir?” İşte bu nedenle o çok küçük sayıdan ibaret ordular, çok sayıdaki orduları mağlup etmişler. Bugünkü yaşadığımız toprakları bize vatan yapmışlardır.  Her sene 29 Mayıslarda İstanbul’u kutlama gösterisiyle bu ruh taşınmış olmaz. Mayıs ayı, Türk milletinin çok zaferler kazandığı bir zaman dilimi olarak tarihe geçmiştir.  Gençliğimizde, Türklük ve Müslümanlıktan söz ederlerdi. Hak yol İslam yazacağım marşını söylerdik. İstiklal Harbini başlatan ruh, FETİH RUHU olduğu unutturuluyor. Devlet, siyasilerin oyuncağı haline gelmiştir. Günümüzde oynana oyunları görüp de böyle olmadığını söyleyebilir misiniz?

ÇATI AKMADAN... Mehmet Necati GÜNGÖR

ÇATI AKMADAN...
Mehmet Necati GÜNGÖR
Muhalefetin “çatı aday” arayışı iyi de uzaması doğru değil!
Karşı binanın çatısına kimin çıkacağı belli.
Beri binada siluet var, ancak cisim ve isim yok.
Bahçeli, nasıl bir aday olması gerektiğini nitelikleriyle açıkladığından bu yana görüşme, görüşme, görüşme...
Bir yandan da ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu görüşüyor.
Görüşme trafiğinden başımız döndü.
Bu kadar görüşmeden nasıl bir isim çıkar, onu da anlamak mümkün değil.
Muhalefet hep böyle yapıyor.
İş işten geçtikten sonra sahne alıyor ama, seyirci bulamıyor.
Korkarım, Cumhurbaşkanlığı seçiminde de aynı duruma düşecekler.
Ülke, her sabah bir isimle çalkalanıyor.
Ve o isim etrafında yorumlar, yorumlar, yorumlar...
Çok uzattınız artık.
Çatıya kimi çıkartacaksanız çıkartın artık.
Bi kendini tanıtsın,
Nasıl bir Cumhurbaşkanı olacağını anlatsın,
Ülkeyi dolaşmaya başlasın,
Siyasi rekabet ortamı oluşsun artık!
Şu an tek kale bir maç seyrettiriyorlar millete.
Kendi seyircisi önünde oynanan bir maç.
Tribünlerde karşı tarafın seyircisi yok.
Dışarıdan bakan, “herhalde bu maç cezalı oynanıyor” kanısına kapılıyor.
Bir bakıyorsunuz, çatı aday derken, muhalefet kendi içine dönmüş.
Birisinde eski genel başkanın, diğerinde mevcut genel başkanın isimleri geçiyor.
Niyetiniz bu ise, çıkarın kendi isimlerinizi, alın boyunuzun ölçüsünü.
Baştan beri şunu söyledik:
Bu ülkede Cumhurbaşkanlığına layık pek çok değerli isim var.
Biz, bu isimler arasından seçim aritmetiğine uygun olanını arıyoruz.
Bu isim çatıya çıkarılmazsa, dönüp bakanları az olur.
Dolayısiyle kendi kendinizi seyredersiniz,
Erken kalkan yol alır,
Sizin de eliniz boşta kalır.
Köşk'te sıkacak bir el arıyorsanız, uzatmayın!
Oklar kimi işaret ediyorsa bir an önce açıklayın.
Çatınız akmadan, kiremitlerinizi döşeyin!