23 Ağustos 2017 Çarşamba

"KIBRIS KONUSU BOYUT DEĞİŞTİRİYOR", "KIBRIS’TA AZINLIK OLMAK" Prof. Dr. ATA ATUN

KIBRIS KONUSU BOYUT DEĞİŞTİRİYOR
Prof. Dr. ATA ATUN
BM, AB ve ABD belli ki 54 yıldır gündemlerini işgal eden, enerjilerini tüketen Kıbrıs sorunundan bıkmış durumda. Yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor bu bıkkınlık.
ABD şimdilik, kapağı kapalı ve içindeki suyun yavaş yavaş kaynamaya başladığı bir tencereye benzemeye başladı. Kısık ateşte için için ısınıyor. Bir gün kapağını fırlatacağı kesin. Bütün ilgisi kendi iç sorunların yoğunlaştı bu günlerde. Kongre’deki muhalefet kanadı Trump karşıtları ile bir blok oluşturabilirse, ABF hükümeti ilk kez parasız kalacak, dükkan kapatan müflis iş adamları gibi Maliye’nin kapısı kapanacak. Bundan birkaç yıl evvel Başkan Obama aynı duruma düşmüş ve kıl payı ile bu badireyi atlatmıştı ancak Başkan Trump’ın işi daha zor gözüküyor. O yüzden de öncelikli işler sıralamasında Kıbrıs bayağı gerilere düştü. Kimsenin de umurunda değil artık. Menendezler, Bisbirakisler, Bidenler eskisi kadar etkin ve güçlü değiller.
BM ise Kıbrıs konusunu bıkkınlıktan, elinin tersi ile bir kenara itmiş durumda. Müzakere masasına geri dönüş için bir girişim veya da düşünce yok BM’nin üst düzeyinde. Eide’nin istifası ile boşalan BM Genel Sekreteri Kıbrıs özel Danışmanlığı makamına atama yapılması bile şimdilik düşünülmüyor. Halk tabiri ile “Allah Kerim, zamanı gelince bakarız” havasındalar. Şimdilik Eide’nin yerine çırağı BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi ve BM Misyon Şefi Elizabeth Spehar bakacak.
Rum tarafının yöneticilerini tümü o kadar açıkgöz ki, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs özel Temsilcisinin, kendilerinin de üyesi olduğu Avrupa Birliğine üye bir ülkeden seçilerek atanmasını istiyorlar. Müzakere masasında AB taraf olsun, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi AB’den olsun, sorun varsa Avrupa İnsan Hakları mahkemesinde görüşülsün istiyorlar. İstiyorlar da bizim haklarımızı, Türkiye ile KKTC’nin haklarını kim koruyacak veya savunacak herhalde çok önemli değil.
Aslında Rum tarafı büyük bir stratejik hata yapıyor.
1992 yılında BM’ye yaptıkları üyelik başvurusunun gerekçesi, “AB’yi arkamıza alırız, Türkiye’ye baskı yaptırıp diz çöktürtürüz sonra da Kıbrıs adasını yağdan kıl çeker gibi elinden alırız” dı. Aradan geçen 25 yılda bu fikri uygulamak ve hedefledikleri sonuca ulaşmak için elden geleni yaptılar. Türkiye-AB katılım müzakerelerine çomak soktular,  Veto kullandılar, başlık açtırmadılar, Avrupa Konseyinde, Avrupa Parlamentosunda ve AKPM’de Türkiye ve KKTC karşıtı her tür girişimi yapıp aleyhte olacak kararları aldırdılar.
1994 yılında, Rum yönetimin başvurusu sonrasında Avrupa Birliği Adalet Divanı’ndan (ABAD) çıkan karar, KKTC’nin aleyhine sonuçlandı ve ihracatımız ağır darbe yedi. Bu kararla, KKTC’nin AB’ye yaptığı ihracatta gümrük birliği kuralları uygulanmadı ve üstüne üstlük bir de yüzde 14 vergi uygulandı. Rum Yönetiminin bu girişiminden sonra KKTC’de üretilen ürünlerimizin AB pazarlarında rekabet etme şansı kalmadı. Aramızdaki nesebi bozuklardan en küçük bir kınama sesi bile çıkmadı Rum Yönetiminin ABAD’dan bu kararı çıkarttırmasından ve de ekonomimize verdikleri zarardan sonra. Böyle insanlar da yaşıyor aramızda; İşin içinde Türkiye oldu mu söylemedikleri kalmaz, Rum olunca ağızlarını bile açıp kınamazlar.
Türkiye’nin Kıbrıs konusunda bakışı ise keskin bir kulvar değişikliği şeklinde oldu. Artık Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’la Kıbrıs konusunun görüşmeye devam etmenin bir fayda getirmeyeceği anlaşılmış olmalı ki, 18 Ağustos günü Türkiye’nin Avrupa Bakanı ve Başmüzakereci Ömer Çelik’in, Kıbrıs müzakerelerinde Türk tarafının olumlu yaklaşımına rağmen çözüme ulaşılamadığı, müzakerelerin sona erdiği, herhangi bir şekilde donmuş veya askıya alınmış olmadığı açıklaması, Türkiye’nin yeni bir Kıbrıs sorunu stratejisi olduğunun işareti. Zaten BM’nin de isteksizliği, ABD’nin ve AB’nin de Kıbrıs sorunun gündemin son satırlarına atmaları, Kıbrıs konusunda Türkiye’nin baskın politikası sonucunda farklı bir yola girileceğini göstermekte…   
KIBRIS’TA AZINLIK OLMAK
Prof. Dr. ATA ATUN
Dinine, imanına meraklı olmayan, yaban ellerdeki dini yapılarımızın, Osmanlı eserlerinin ve camilerimizin ne halde olduklarını pek merak etmez. Araştırmaz, sormaz da.
“Türk Askeri Kıbrıs adasından gitsin, Türkiye elini çeksin, Rumlarla ortak yaşayalım” hayalleri kuran bazı nesebi bozuklar, bunun için elinden gelen mücadeleyi verip, yürüyüşler, gösteriler düzenlerken, Rumun boyunduruğu altında yaşamanın ne demek olduğunun farkında değiller. Neyse ki büyük ve essiz çoğunluk pek de o görüşte değil. Rumlarla, azınlık olarak yaşamaya başlanıldığında başımıza nelerin geleceğinin farkındalar.
Söylediklerimiz komplo teorisi değil, hayal hiç değil. Zira Avrupa Birliği üyesi, insan haklarının engin boyutlarda olduğu söylenen ve iddia edilen Yunanistan ve Yunanistan sınırları içindeki Batı Trakya’da yaşamlarını sürdürmek zorunda kalan şanssız soydaşlarımızın çektikleri gözler önünde. 
Bir dönem Yunanistan’da, Türkleri vatandaşlıktan atmak pek modaydı. Türkiye’deki akrabalarını ziyarete giden Batı Trakyalı soydaşlarımızı daha Yunanistan sınırından çıkıp Türkiye’ye adım attıkları anda vatandaşlıktan atıyorlardı. Maksatları Batı Trakya’daki Türk sayısını azaltmak, taşınmaz mallarına el koymaktı. Binlerce soydaşımız bu akıl almaz yöntemle Yunan vatandaşlığından ihraç edildi, malları istimlak edilip el konuldu. Aksini iddia eden varsa hodri meydan, buyursun aksini söylesin, önüne resmi belge koyalım.
Yunanistan’daki camilerimizin durumu ise içler acısı. Aynen güney Kıbrıs’taki Rum yönetiminin yaptığı gibi Avrupa Birliğini yalan restorasyon talepleri ile söğüşlüyorlar sonra da bu restorasyon işlemleri on yıllarca sürüyor. Bir yanlışlık olup bittiğinde de gerine gerine “Biz Türklerin camilerini restore ettik” diyorlar ama bunu AB’nin parasıyla yaptıklarını, ceplerinden tek bir kuruş harcamadıklarını söyleyemiyorlar.
Yunanistan’daki adaların büyük çoğunluğunda Osmanlı döneminden kalma camiler var. Yunanistan AB fonlarının içini bu camileri restore edeceğim bahanesi ile boşaltıyor ancak yıllardır hala daha bu reklamı yapılan restorasyon çalışmaları başlamış değil. Tam tersine camilerimiz kullanılmamaktan çürümeye terk edilmiş durumda.
Geçen ay Ege Denizi’nde yaşanan 6.6 Richter büyüklüğündeki depremde İstanköy (Kos) adasındaki 1776 yılında Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından inşa ettirilen Cezayirli Hasan Paşa camisinin minaresi yıkılmıştı. Caminin ve minarenin tamiri ve restorasyonu ile ilgili Yunanistan hükümetinden uzun mücadeleden sonra zar zor izin alınmasına rağmen halen daha bir çivi bile çakılmış değil. Eğer yıkılan kilisenin çan kulesi olsaydı ve kilise de biraz zarar görmüş olsaydı, anında restorasyon ve tamir başlar ve de hemen biterdi.  Ama yıkılan cami minaresi olunca işler ve tavır değişiyor. Ya geri vites takılıyor ya da rölantiye alınıyor çalışmalar.
Bu gün Rodos adasında 5 bin soydaşımız yaşıyor ama ibadetleri için açık olan cami, sadece ve sadece Pargalı İbrahim Paşa Camisi. Cuma günleri, Kandillerde ve Bayramlarda bu camide yer bulmak olanaksız. Rodos adasındaki Osmanlı döneminde inşa edilen Ağa camisi, Bab'ı Mesdud camisi, Borazani Baba camisi, Girit camisi, Hamza Bey camisi, Hurmalı cami, Murat Reis camisi, Muradiye camisi, Recep Paşa camisi, Salakos köyü camisi, Sultan Mustafa camisi ve Şadırvan camileri ise restorasyon gerekçesi ile yıllardır kapalı, parası AB’den bir tamam alınmış olmasına rağmen. Bu camileri ve diğer Osmanlı eserlerini ziyaret etmek ise şu anda restorasyon bahanesi ile yasaklanmış durumda. 
Eğer bir gün, Allah korusun, Kıbrıs’ta da Rum çoğunluğu altında azınlık olarak yaşamaya mahkum edileceksek, yasal bahanelerin arkasına saklanılarak, bunlar gibi onlarca hakkımız elimizden alınacak, aynen 21 Aralık 1963 yılında Rumların silahsız Türklere saldırdıkları ve ertesi gün de gazetelerde “Türkler isyan etti” diye yalan propaganda yaptıkları gibi…

12 Ağustos 2017 Cumartesi

"SİNSİ HAİNLER VE ROBOTLAŞTIRILANLAR" - Av. Prof. Dr. Nurullah AYDIN

SİNSİ HAİNLER VE ROBOTLAŞTIRILANLAR
NURULLAH AYDIN

Her kesim bir diğerine hain diyor. Peki hainlik nedir? Hain kimdir?
İnsanları; ya bir din ile ya bir ideoloji ile ırkçılıkla ya mezhepçilik bir arada tutarsınız.
Başka ülkeleri tehdit olmaktan çıkarmak içinde o ülkeyi huzursuz edersiniz. Etkisizleştirmek için tuzaklar kurarsınız.. Eleman yetiştirir, o ülke yönetimine getirirsiniz.
Tarih boyunca bunun için; din, ırk, mezhep, etnik kimlik odaklı sorunlar işlenmiştir.
Dinler tarihi, savaşlar tarihi, ideolojiler tarihi bunun somut örnekleriyle doludur.
*
Çağdaş dünya’da ise gelinen durumda; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri ile ise benimsenen, özgürlükçü çoğulcu demokratik sistemdir. Bunda ise din, dil, ırk, renk, cins ayrımı olmaksızın herkesin hukuk devleti şemsiyesi altında özgürce yaşayabileceği düzen esas alınır.
*
Yoksulluğunu, yolsuzluğu, hırsızlığı, yalanı, soygunu, ezilmişliği önemsemeyen halk kitlelerini kandırmak, yönlendirmek kolaydır.
*
Din ve sosyal yardım ile halk kitlelerini yoğun propaganda bombardımanına tabi tutup sürüleştirebilirsiniz. Tarihin en önemli diktatörleri; bu yolu hiç bir kural tanımaksızın uygulamışlardır. Din, iman perdelemesi ile köleleşmeyi biat algısı ile her şeyin üzerinde gören insanlar birer robottur.
*
Osmanlının yıkılış sürecinde emellerine ulaşamamış, kimlikleri belirsiz olanlar, yıllardır odaklandıkları; Türkiye’nin, Türk Milleti’nin devleti olmadığını kesinleştirecek yeni yapılanmadır. Bazıları; ümmet anlayışı gereği olarak konuya, gaflet içinde izleyicidir.
Osmanlı imparatorluğunun son döneminde yaşanan durum bİr nevi tekrarlanıyor.
*
İslamcılığın artması, etkinlik kazanması ve batı karşıtlığını bırakıp batı güdümüne girmesi üzerine İslamcılar da aynı dili kullanıyorlar.
*
İstenen: Türkiye’yi Türk devleti olmaktan çıkarmak, Federal bir cumhuriyete dönüştürmektir.
Ancak gidilen yol bölünmektir. Osmanlı Mebusan Meclisinin 1900 lü yılları hatırlanırsa dönemin yazarları, çizerleri özgürlükçüleri de benzer yaklaşım içindeydi.
*
Şimdilerde ise; Prens Sabahaddin’in kurduğu ve merkezi yok edip yerel yönetimlere, özerklik vermeyi öngören Ahrar Fırkası çizgisinde ilerliyorlar. 100 yıllık bu projenin sahibi İngilizlerdi. Şimdi ise ABD’dir.
*
Bölgedekİ tarihi emelleri için; mezhep ayrılıklarını, etnik unsurları kullanan, BOP projesi çerçevesinde karışıklık çıkararak bölen ABD-İngiltere-Fransa işbaşındadır.
*
Kurucu ilkelerin tartışıldığı, demokrasi, özgürlük çığlıklarının atıldığı bir ortamda; ayrıştırmanın temelinde yoksulluk, yolsuzluk ve hukuk dışı uygulamalar özellikle gündem dışında tutulmaktadır. Din ve etnik kimlik öncelikli yürütülen propagandalarla maya tutmuştur. Ayrıştırmayı önlemek için, hangi sorunlar önceliklidir, sorunları çözmek için neler yapılmalıdır soruları boşlukta kalmaya devam ediyor.
*
Yapılan operasyonlar; karşı duracak kurumları direnemez hale getirmek içindir. Önce askeri darbe nedeniyle silahlı kuvvetlerin yetişmiş seçkin subayları tasfiye edildi. Şimdi polis darbesi diye yetişmiş seçkin polisler tasfiye ediliyor. Etnik ayrımcılık mücadelesi veren örgütler, muhatap alınıp yol verilirken, direnecek güçler etkisizleştirilmek istenmektedir.
*
Karanlık ittifak kurulmuştur.
Mandacı aydınlar; ABD ve AB’nin dayatmalarını seslendiriyor. Duyarlı olduğunu söyleyenler ise halka gerçekleri anlatmak yerine izleyici konumu tercih etmişlerdir.
*
Anlaşılan odur ki; Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlatılan, devam eden dinci, mezhepçi etnik çatışma Türkiye’yi de saracaktır.
*
Türk Milleti; bu gibi durumlarda yani devletin ve milletin bekasının tehlikeye düşmesi halinde harekete geçmek üzere eğitilmiş bilinçlendirilmiş hazır durumda olan evlatları ile yapılması gerekeni yapacaktır. Karamsarlığa umutsuzluğa yer yoktur.

Günün Sözü: Uyuşuk aydınları ve uyuşturulmuş yöneticileri ile devlet çözülür.
Av. Prof. Dr. Nurullah AYDIN

12 Ağustos 2017-ANKARA

1 Ağustos 2017 Salı

YALAN 1: "15 TEMMUZ HALİS MUHLİS BİR DARBE GİRİŞİMİDİR" RİFAT SERDAROĞLU

YALAN 1; 15 TEMMUZ HALİS MUHLİS BİR DARBE GİRİŞİMİDİR;
RİFAT SERDAROĞLU
Doğru ve Gerçek Sözlük;
İstanbul’un yoğun akşam trafiğinde iki tane Askeri Tank, saatte 12 kilometre hızla tıngır-mıngır onbinlerce aracı geçip Boğaz Köprüsünün bir tarafına konuşlandılar ve trafiği tek yönlü durdurdular.
Inınınnn diye bağırarak darbe girişimini başlattılar! Tanklar, köprüye doğru kilometrelerce yol alırken, yüzlerce Trafik Polisinin önünden geçtiler.
Bir tanesi bile “Hemşerim, toprağım, devrem nereye gidiyonuz be ya” demedi!
-Hiçbir Askeri Savaş Aracı, Birlik Komutanından izin almadan garnizon dışına çıkamaz. Askeri araçlar, Bölge Trafik Müdürlüğü ile mutabık kalınmadan ve yol güvenliği sağlanmadan garnizon dışına çıkamaz. Yasaktır.
İstanbul trafiğinin en yoğun olduğu saatte, insanlar köprüyü geçmek için saatlerce trafikte boğuşurken, darbe girişimini eniştelerinden veya kayınçolarından haber alan SADAT-SEDAT militanları ellerinde pala-cop-uzun kalın sopa-pompalı tüfek ve Türk Bayrağıyla anında iki tankın başında belirdiler!
An itibariyle (Bu söze bayılıyorum) Türkiye’nin her tarafındaki AKP’li Belediyeler, salalar ile haberleşip, muskalarla yazışıp Belediyelerin kamyonlarını kum doldurarak bölgelerindeki Askeri Birliklerin girişlerini kapattılar! (Ne zaman doldurdunuz be ya!) Fosseptik temizleyen vidanjörleri yanlışlıkla Askerlik Şubesinin kapısına dayayan kahraman belediye başkanlarımız olduğu gibi, darbe girişimini saklandığı gecekondudan yöneten Melih Gökçek benzeri cesur yürekler de vardı!
Bu arada MİT Müsteşarı Fidan, kendisini helikopterle kaçıracak askerlerden korunmak için Genelkurmay Başkanlığına gitti, saatler sonra da elini kolunu sallayarak oradan çıktı ve Diyanet İşleri Başkanı Görmez ile yemeğe gitti.
Saat 22.40’ta Görmez ‘in telefonunu eşi aradı ve “Amanııın Bey darbe mi neyin olmuş! Bakkalın çırağı diyo! Eve kaç gel gari” dedi. Görmez Başkan da “Saçmalama kadın, ne darbesi, ben şu anda MİT Müsteşarımızla beraberim. Darbe olsa önce o bilir” dedi ve sinirle telefonu kapattı.
Aynı anda Genelkurmay Başkanı Hulusivil Paşa, MİT Müsteşarının çıktığı kapıdan çıkamadı yaveri tarafından paket edildi ve boğazından bağlandı.
Kuvvet Komutanlarının hepsi de aynı düğünde idiler. Karacı Paşanın oynadığı “Çökertme” çok beğenildi ve alkışlandı!
Aniden kendini sahneye atan Havacı Paşa “Olursa roman olsun, ister çamurdan olsun” diye öyle bir kıvırttı ki, Zennube halt etsin yani!
Bu arada birileri insanların üzerine ateş ediyor, kimileri askerleri dövüyor, hızını alamayan birileri de askerlerin kafalarını kesiyordu! Rus uçağını 16 saniyede düşüren Hava Kuvvetlerimiz ne hikmetse TBMM’nin boş tarafını bombalayan uçağı ve Saray’ın sebze bahçesine ateş açan pırpır helikopteri düşüremiyordu!
Nerede olduğu bilinmeyen ve 4 ayrı yere 4 uçak konuşlandıran Cumhurbaşkanı, otelden çıkamayınca Hande kızımızın Samsung’una çıktı. (Hande o telefonu hala saklıyor. Kenan Evren’in resimleri gibi olursa çok pişman olacak ama!)
“Eyy vatandaşlar, eyy Müslümanlar hepiniz sokağa çıkın beni koruyun, ben de çıkacağım. Bakın Kemal Bey Bakırköy Belediye Başkanına kaçmış! Siz kaçmayın, meydanları boş bırakmayın” diye çağrı yaptı.
Hollandalı Binali Bey ise, saklandığı tünelden kahramanca beyanatlar veriyordu. “Dayanın yiğitlerim, yettim” der gibi herkese ayar veriyordu!
15 Temmuz’un ertesi günü halkın filozofu Bergamus bana şöyle diyordu;
“Bana Bak Bakan mısın nesin, sorsana!
Ölen 250 kişiye neden otopsi yapılmıyor?
Ölen vatandaşlarımızın hangi silahlardan atılan mermilerle öldürüldükleri niçin gizleniyor? Bu mermiler ve silahlar Türk Ordusunun envanterinde var mı?
Yoksa bu silahlar Emniyet’in dağıttığı silahlar mı?
Halkın üzerine ateş ettiği söylenen uçak ve helikopterlerin taşıdıkları silahlarının mühimmatların dökümleri ve bunların kara kutuları niçin saklanıyor?
Nasıl darbe bu? TSK’nın mevcudu 600 bin. Darbeci diye suçlanan 1000 kişi! Bunun da 670 kişisi 15-16 yaşındaki Askeri Okul Öğrencisi ve bunların mantar tabancaları bile yok!
Davutoğlu ve Efkan Ala niçin alelacele görevden uzaklaştırıldılar?
İki günde 100 binden fazla insanın işten uzaklaştırılması için gereken bilgi ve dosyaları ne ara hazırladılar?
Özel Kuvvetler Komutanı 15-16 Temmuz gecesi neredeydi?
Sorsana Bakan Bey, FETÖ’yu 11 sene kim iktidar yaptı? Ben mi yaptım?
Sor bunları kardeşim sor ve Türk Milletinin hakkını hiç olmazsa sen ara.”
İşte böyle değerli okurlar;
Eğer sizler bu dediklerime rağmen hala “15 Temmuz halis muhlis darbedir” diyorsanız, benim sizlere diyeceğim şudur; “Timur’un fil hikayesi gibi, Allah size her sene iki-üç tane 15 Temmuz versin!”
Pakistan Anayasa Mahkemesi, yolsuzluk yapan Başbakan Navaz Şerif’i görevden aldı ve ömür boyu siyaset yasağı getirdi. Bizde böyle şeyler olur mu?
Olmaz, çünkü bizde hırsız siyasetçi yok, Müslüman devlet adamları var…
Yersen, yemezsen gargara yap…
Sağlık ve başarı dileklerimle 01 Ağustos 2017
Rifat Serdaroğlu