17 Temmuz 2014 Perşembe

2.5 PARTİ… YALÇIN KOÇAK

2.5 PARTİ…
YALÇIN KOÇAK
Batılı Oryantalistlerce üretilen İZM’ler GDO’lu gıdalar gibidir. Bizi kaç nesil sonra çökertecek bilinmez. Bu nedenledir ki; Bu necip millet, bizde ki karşıtları gibi gözüken aslında uzaktan kumanda uzantıları Oksidentalistler vasıtasıyla geliştirdikleri çülük, çilik akımlarına mesafeli yaklaşırız.
Bu dolmaları bize ve bizden evvelkilere de farklı ambalajlarla yutturmuş, yedirmişti, bizi kendisine rakip görüp, bitkisel hayatta tutan emperyal sömürücüler, kan emiciler.
Biz altı asır cihana adalet ve hak üzere hükümranlık eden Rumeli ve Balkan halklarını, Afrika’nın kavruk insanlarını, Arabın mahremini, Ermeni’nin izzeti nefsini, Rum’un namusunu koruyup kollamış etnisiteyle oynamamış kimsenin adını, dilini, dinini, değiştirmeye zorlamamış bir kültürden geliyoruz.
Gittiğimiz coğrafyada Hakkı hakim kılmışız.
Çalışmayı üretmeyi öğretmişiz.
Hanlar, Hamamlar, Köprüler, Kervansaraylar, Medreseler, Tekkeler inşa etmişiz, ettirmişiz. Emperyal sömürücülerin silemediği izler 100 yılda yok edemediği, iki nesildir akıllardan silemediği gerçek; bu gün Arap baharında, Ortadoğu uyanışında kendisini ziyadesiyle göstermektedir, insanlar tarih makarasını geri sarma enerjisi üretmekteler.
Tüm bu halklar geçmişte büyük ve şerefli bütünün ayrılmaz birer parçası olduklarını hatırlamaya başladılar. Dedelerinin aldatılarak kullanıldıklarını hatta bizimkilerinde küslüklerinin sebeplerini araştırıp hepimize tarih sizden yine böyle bir vazife bekliyor imalarına vardıran yeni bir fikri pan ve yeni bir Hilal paktı üzere harekete zorluyor.
Batılı sömürücülerin bize terk ettirilen coğrafya ya getirdikleri ortada; Medeniyet diye getirdikleri Hürriyet boyunduruğu bir pranga, Demokrasi diye getirdikleri de kardeş kavgası kan ve gözyaşı. Kapılar vardı, kilidi yoktu. Duvarlarsa hayvan girmesin diye yapılırdı Hilal coğrafyasında, Her belde de imaret, bimarhane, medrese, kervansaray vardı ama cezaevi yoktu.
Şimdi kendi imal ettikleri duvarların ardında dahi emniyetlerinin olmadığını hissediyorlar. Beyinlerinde para ve pranga şıkırtısı olanların duvarlı zihinleri ve onların ürettiği izm’leri Hilal coğrafyasında huzur bırakmamıştır, yarına güven bırakmamıştır. İnsanlarımız sebepsizce birbirine kırdırılmaktadır.
Milli şeflik dönemleri hariç, sözde çok partili siyasi yaşama geçtiğimiz günlerden beri dış müdahalelere daha açık ve korumasız bir rejimdeyiz. Yedi sene önce Füturizm adlı bir yazımız da 11. Cumhurbaşkanının 11 harfli adı olacağını ve son cumhurbaşkanı olacağını yazmışız, kehanet mi? Hayır, okuma. Batı sıfatlı, mahkeme duvarı gibi renk vermeyen suratlı, tek pencereden ışık almaya alışmış beyinli adamlarca bir 367 garabeti ortaya atıldı ve bu günlere geldik, manevra geliştiremiyoruz, dâhilde bir hoop diyen muavin sesi de yok.
Hariciler yine bir sarı zarfı açtılar, protokolleri sıraladılar ve ilgililerine kriptoladılar.
Biz SEKA’yı kapatalı beri milli sarı zarfı üretemez olduk.
Milletin, halkların iki dereceli bir seçimle sandıktan çıkararak gönderdiği kişi artık devletin başıdır. İrade-i Millet tezahür etmiştir, buna hala ısrarla cumhurbaşkanlığı seçimi demek bir yanlış daha, bir garabet daha demektir. Yetkileri tartışılır bence o da kanunla ilgili değil seçilen kişinin naturası ile ilgilidir. Faturayı seçenler ödeyecektir. Akli, fikri ve bedeni sağlığı ve tamlığı da çok önemli konudur. Yirmi yıl önce 2.5 parti yeter dediğimiz günlerde gündemi hatırlıyorum, çok haklıymış rahmetli partiler arası husumetler yerine şimdi dostluklar başlayacak!..

Çirkin karga yavrusunun gözünün güzelliğini bilir misiniz?.. 

MÜNAFIKLARA KİMLER İNANIR?.., Nurullah AYDIN

MÜNAFIKLARA KİMLER İNANIR?
Nurullah AYDIN
İlgili ilgisiz herkes İslam uzmanı, siyaset uzmanı, devlet uzmanı, uluslarası ilişkiler uzmanı, hukuk uzmanı, ahlak uzmanı. Gazeteleri okuyunca, TV’lere bakınca, konuşma hastalığına tutulmuş siyasetçileri görünce, her şeyi bilen kitapsız profesörlerin yorumlarını dinledikçe, toplumda cinayet, intihar, fuhuş, hırsızlık çoğaldığını dehşetle takip ettikçe, çok az insanın refah içinde çoğunluğun ise yüzlerinin asık olduğunu gözlemledikçe,  Türkiye’nin ve İslam dünyasının tablosunu görmek mümkün.
Ülkeyi çok iyi yönettiklerini, her şeyin çok iyi olduğunun zannında olan; demokrasi, demokratikleşme, açılım, millet arkamızda sakızı çiğneyenlerin Deve mi, Kuş mu olduklarını düşünürüm! Hikâyeyi bilirsiniz... Hani, devekuşuna sormuşlar ya; Deve misin, Kuş musun?.. O da, Ben deveyim demiş... O halde Koş demişler... Ben kuşum, koşamam demiş... Madem kuşsun, o halde uç! demişler... Ben deveyim, uçamam! demiş.
Yani, ne develiğin gereğini yerine getirebilmiş, ne de kuşluğun!..
Bence, aynı soruyu, dinci görüntülü kişilere de sormak gerek. Siz; Müslüman mısınız, münafık mısınız? Ne diyeceklerini, nasıl cevap vereceklerini gerçekten merak ediyorum. Çünkü bunların Müslümanlıkları da sahte, sözleri ve yaptıkları da.
Aynen devekuşu gibiler. Ne develer, ne de kuşlar. Ama, şu da var: İşlerine geldiğinde hem develiği, hem de kuşluğu çok iyi kullanıyorlar.
Münafık, kafirden daha alçaktır.
Türkiye'nin ve İslam dünyasının en büyük problemi, öyle olanlar değil, öyle görünenlerdir. İnsanlar, yanlış da olsa, samimi olarak bir yolda yürüyor ise, ondan bir zarar gelmez.
Ama öyle değil de, öyle görünüyor ise; böylelerinden uzak durmak ve onlardan korkmak gerekir! Öyle görünenler olarak münafıkları gösterebiliriz.
Kur'an’da 3 sınıf insandan söz edilir. 
Mü'minlen, Kâfirler ve bir de münafıklar.
Ve buyrulur ki; Münafıklar, kâfirlerden daha tehlikelidir. 
Ve hatta, daha alçaktırlar.
Niçin? Çünkü, kâfir olanı yani Müslüman olmayanı herkes bilir ve ona göre tavır alır. Ama münafıklar; kâh Müslüman görünürler, kâh kâfirlerle iş tutarlar. Yani, fırıldaktırlar. Dolayısıyla, onlara güven olmaz.
Aynı tehlike, müslümancılık oynayan münafıklar için de geçerlidir. Müslüman geçinenlerden kork. Zira, her zaman yazdığım gibi; Bu ülkede, Samimi Müslümanlar evet vardır.
Ama, Müslüman geçinenler ile Müslümanlıktan geçinenlerin sayısı da yabana atılmayacak kadar çoktur! Aynı düşünce; milliyetçi, demokrat liberaller için de geçerlidir.
Gerçekten de; Türkiye'nin bağımsızlığını ve bağlantısızlığını savunup, bu ülkenin peyk olup sömürülmesine karşı çıkan ve bunun da gereğini yapan samimi Müslümanlar, demokratlar, milliyetçiler, ulusalcılar, liberaller vardır.
Yine; Müslüman geçinenler de vardır. Hem, Emperyalist ABD'nin AB’ın, Türkiye üzerindeki baskısına hayır diye nutuk atarlar, hem de kapağı oralara atarlar, onların sözcüsü olur, katliamlarına soygunlarına sessiz kalırlar. Vatanın, milletin varlığını ve bekasını düşünenlere yönelik linçte yer alırlar. Bu ne perhiz, bu ne turşu. Müslüman geçinenler böyle.
Bir de Müslümanlıktan geçinenenler var. Gazetelerdeki yazılar ve TV'lerdeki konuşmalara yansıyan diyalogları hatırlarsanız, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Bunlar, Müslüman mıdırlar, Müslüman geçinenlerden midir, yoksa Müslümanlıktan geçinenlerden mi?
Bir başka şekliyle sorarsak; Devekuşu mudurlar, yoksa deve veya kuş mu?
Ama, şurası bir gerçek: cahil kesimi ve samimi insanları iyi aldatıyorlar ve malı iyi götürüyorlar.
Günün Sözü
Yaşarken de, öldükten sonra da iyi anılmak istiyorsan dürüst ol.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

NİTELİKLİ DEVLET ADAMI, Ali Kemal GÜL

NİTELİKLİ DEVLET ADAMI
Ali Kemal GÜL
Türk-İslam Kültürü ve geleneğinde Devlet adamı deyince, sessiz kitleye mensup Türk Vatandaşı olarak neyi anlıyoruz? Devlet adamı hangi niteliklere haiz olmalıdır? Bu önemli konuyu irdeleyebildiğimiz kadarıyla özetlemeye çalışalım:
Devlet adamı yaşamak için değil, yaşatmak için vardır. Devlet adamı özel hayat bilmez, kamu hayatı için üretme Onun izlediği hayat çizgisini oluşturur. Devlet adamı eğer yanacaksa, yakmamak için yanar. Devlet adamını fanatikler değil, hakka veya adalete saygı duyanlar destekler; hak ve adaletin gerçekleşmesi Onun birincil önceliğidir. Devlet adamı bütünün yanındadır; ötekileştirmez, ayrıştırmaz, bütünleştirir. Devlet adamı insanlar arasındaki var olan/olabilecek ihtilafların ortadan kaldırılmasına çalışır, uzlaşmaya öncelik tanır. Devlet adamı alçak gönüllüdür, sever ve sevdirmeye çalışır. Devlet adamı öfkeden uzaktır çünkü öfke ile kalkanın zararla oturacağını bilir. Devlet adamı cahil cesaretinden uzak kalmaya çalışır, tedbire ve bilinçli şuura öncelik tanır.
Devlet adamı, millettin kutsallarına saygı duyar; itibar için değil, makam için değil, millete hizmet etmek için, milletin maceralara sürüklenmemesi için, huzur içinde yaşanması için ödün vermeden çalışır.
Devlet adamı, millet olarak, ‘‘acıda ortak sevinçte ayrı’’ olmanın ne kadar tehlikeli olduğunu görür, ülkeyi karışıklığa/bölünmeye sürükleyeceğinin rahatsızlığını duyarak tavizsiz müdahale eder.
 Devlet adamı vicdana hitap ederek konuşur; sükûnet önceliğidir, konusunda kendini geliştirecek uğraşılar, projeler üzerinde kafa yorar, üretmek Onun misyonudur, istikrar önceliğidir, çok yüzlü değil saygın kişiliğe sahiptir.
 Devlet adamı hiçbir karşılık beklemeden veya mazeret üretmeden kendini milletine hizmette bulur, yanlışları anında düzeltmeye çalışır.
 Devlet adamı, din ile politikayı ayırır; dini siyasete alet etmenin, siyaset için dini kullanmanın İslam tarihini nasıl bir kan ve dehşet tarihi haline getirdiğini unutmaz; yüce dinimizi manevi makamında bırakmaz dünya işlerine bulaştırmaya kalkarsanız tefrikanın kaçınılmaz olduğunu görür ve bilir.
 Devlet adamı, bu bilinç ve anlayışla, İslam tarihinde yaşanan ilgili vakaları unutmaz, unutturmaz; kılıçlara geçirilen Kur’an sahifelerini unutmaz; Kerbela’yı unutmaz; bütün Emevi sülalesini ortadan kaldırdığı için ‘’Seffah’(burada’’ kan dökücü’’)’sıfatıyla anılan Abbasi halifesini unutmaz; haricileri unutmaz; Hasan Sabah’ın haşhaşilerini unutmaz; İslam dünyasını kana bulayan Şii-Sünni çatışmalarını unutmaz.
 Devlet adamı özellikle bir ahlak ve fazilet abidesi olan tevhit ve vahdet dini İslami, mezhep kılıfı altında sunarak, mezhepçilik yaparak, Müslüman halkı birbirine karşı kışkırtıp toplumu çözmeye/ ayrıştırmaya yönelik toplum mühendisliği yapanları anında tasfiye eder.
 Devlet adamı, yüce bir kavram olan Dini beşeri ideolojilerle yarıştırmaz; Allah ile kul arasına girmez; Allah ile insanları aldatmaz; yüzlerce yıllık İslam tarihinden ibret alır yeni fırkalar oluşturmaz.
 Bu noktayı açarak vurgulayalım: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde, fikir ve inanç özgürlüğü temelinde din ve devlet işlerini birbirinden ayıran ‘’laik sistem’in, devletin çatısını oluşturan anayasanın değişmez maddeleri arasına alınarak neden benimsendiğini ve ödünsüz uygulamaya sokulduğunu, yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz tecrübelerle çok iyi anlıyoruz.
Devlet adamı liyakate ve sadakate öncelik tanır, efendimcileri sevmez, gereğinde ‘’hayır’’ diyebilenleri sever, hesap vermeye her zaman hazırdır. Devlet adamı her zaman milletiyle beraberdir, zikzak yapmaz, emin adımlarla ilerler, günlük değil uzun vadeli düşünür ve görür. Devlet adamının belleğinde yandaş değil vatandaş vardır, vatan vardır ve vatana hizmetiyle ebedileşebileceğini bilir.
Devlet adamının kullandığı dil, amaç olanı araçlandıran,  ideal olanı itibarsızlaştıran bir dil değildir; bu dil Alparslan’ın, Osman Gazi’nin, Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN dilidir; bu dil gücünü 1299 ruhundan alır; bu dil 1919 ruhunun dilidir.
Devlet adamı, orta ve uzun vadede millet olarak hedefimizin Türk-İslam Devletleri ile İslam Âlemi ile kültürel, sosyal, iktisadi ve ekonomik alanlarda bütünleşmemizin tarihi bir borç ve zorunluluk olduğu gerçeği ortada iken, bütün etnik toplulukları içeren bir siyasi ve kültürel Tarihin ortak adı olan ‘’Türk Milleti’’ kavramını ırka indirgemek, Türküm sözünü bir etnisiteden ibaret sayıp mahküm etmek en büyük bölücülük olduğunu bilir ve bu tür söylem ve eylemleri mahküm edecek tedbirlere öncelik verir. Çünkü bu tür söylem ve eylemler Türk Dünyasına karşı bizi itibarsızlaştırdığı gibi, Türk Kimliğini inkâr ediyorsan, sen kimsin? Derler… Ve hangi inşa edilmiş bir projenin parçası olduğunu görür.
 Devlet adamı, Bilge Kağan’ın tespitiyle ‘’Ey Türk Milleti! Sen, aç olunca tokluk nedir bilmezsin, fakat tok olunca da açlık nedir düşünmezsin! Böyle olduğun için, seni yüceltmiş olan kağanın sözünü tutmadın. Onun sözünü almadan yerden yere vardın. O yerlerde tükendin.
Geri kalanlarınla, daha da zayıflayarak öle yite yürüyordun…’’sözlerinde olduğu gibi Türk Milletinin bugün de Bilge Kağan’ın veya ondan 1300 yıl sonra Türk adı ile bir devlet kurmuş olan Atatürk’ün sözlerinin büyük ölçüde unutmuş olduğunu, bu yüzden hedefini kaybetmiş gibi göründüğü tespitinin verdiği rahatsızlıkla, bu kör ve çarpık zihniyete karşı savaşır.
 Devlet adamı, Ziya Gökalp’ın ifadesiyle, ‘’Türkçülüğün siyasi bir parti olmadığını; ilmi, felsefi, bedii bir okul olduğunu, başka bir tabirle, kültürel bir uğraşı ve yenilik yolu olduğunu; bu sebepledir ki, Türkçülük, şimdiye kadar bir siyasi parti şeklinde mücadele meydanına atılmadığını, bundan sonra da şüphesiz atılmayacağını’’ bilir ve bu kavramları özümseyerek, kendini Türk Milleti’nin hizmetine vererek Tarihte onurlu yerini alır.
 Devlet adamı, milli güvenliğimizin teminatı stratejik sınırlarımız olan Misak-i Milli sınırlarının, dünyada Türkün yaşadığı her toprak parçasından geçtiğinin şuuruyla davranır, Türkün, ulusal ve uluslararası yasal haklarını ve güvenliğini teminat altına alacak politikaları ve eylemleri tavizsiz yürütür.
Ve devlet adamı odur ki,  kucaklayıcıdır, her türlü ayrımcılıktan uzaktır; şefkatlidir, insanı yaşat ki devlet yaşasın düsturuyla hareket eder; adil ve hakkaniyetlidir, milletin her bireyine vekâlet eder, dolaysıyla her gruba, her inanca, her siyasi düşünceye aynı mesafededir. Ve kadınımız hakkında ‘’başörtülü bacı’’, ‘’çapulcu’’ifadeleri ile yüksek perdeden ayrımcı söylemlerin aksine, başörtülü bacıya da, çapulcuya da aynı gözle bakan Yunus Emre ruhuna ihtiyacın olduğunu görür. 
***
Birey olarak, toplum olarak unutmamamız gereken bir tespitle yazımızı sonlayalım: Tarih boyunca kardeşlik, sevgi ve saygıya dayalı olarak sürdürülecek bir hayat karşısındaki en büyük engel, ilahi hikmet gereği, var oluşunu muhtelif ırk, din ve dil, kültür ve farklı düşüncelere mensubiyetle gerçekleştiren insanların, bu durumu bir zenginlik olarak görmek yerine, çatışma, güvensizlik ve ayrımcılık zeminine dönüştürme girişim ve eğilimleri olagelmiştir. Bugün de yaşadığımız her türlü olumsuzluğun ardında söz konusu çatışma, güvensizlik ve ayrımcılık girişim ve eğilimlerinin olduğu muhakkaktır. Bunda ise gönül iklimindeki duyarsızlaşma ve yozlaşmanın büyük bir payı vardır.
Mazlum toplumların sığınağı, asilerin ve zalimlerin korkulu rüyası olan, engin, soylu ve insani vecibelerle mücehhez Şanlı Tarihimizde olduğu gibi temennimiz odur ki, huzur ve barışı önce kendi iç dünyamızda yakalamak, adım adım onu çevremize ve dış dünyamıza taşımak, şiddet ve terörün, her türlü ayrımcılığın ve haksızlığın yok olmaya yüz tuttuğu ve insanlığın birbirine sevgi ve kardeşlik elini uzattığı, gücün ve hırsın değil; ahlakın ve yüksek insani değerlerin egemen olduğu, bütün insanların hoşnut olduğu bir dünya inşa etmektir. Gönül ikliminin zenginleştirildiği bir hayat sürmektir.
***
10 Ağustos da gerçekleştirilecek, devlet adamı vasıflarına haiz Cumhur Başkanı seçiminde Türk Milleti’nin en isabetli kararını vereceği dilek ve temennisiyle... Saygılar.
A.Kemal GÜL

16.07.2014

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Rifat Serdaroglu: İĞNELİ FIÇI

[UNITED-TURKS] Rifat Serdaroglu: İğneli Fıçı
Rifat Serdaroglu: 
İĞNELİ FIÇI
Devletin başına geçecek kişide iki şart mutlaka aranmalıdır.
Bu şartlardan ikisinin de tam, yani yüzde yüz olması gerekir.
Bunlardan birinin az da olsa eksik olması, o kişinin tüm iddiasını bitirir, milletin başına da onarılamaz dertler açılır.
Bu şartlardaki eksikliklerini bile-bile milletini aldatmaya devam eden kişi kelimenin tam anlamıyla, "MİLLİ İRADE HIRSIZIDIR"
Bu iki şart şudur;Gerçek Demokrat olmak ve Namuslu olmak…
Gerçek Demokrat bir kişi; İnsan Hak ve özgürlüklerine saygılı, Hukuk Devleti-Lâik Cumhuriyet- Sosyal Devlet-Çağdaşlık-Bilim-Gelişmişlik-Hakça Paylaşım ilkelerini beyninde ve gönlünde taşıyandır.
Namuslu bir kişi; Boğazından tek haram lokma geçmemiş, kendisinin ailesinin,2.Ve 3.Derece yakınlarının servetinin hesabını hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde verebilen, kul Hakkı yememiş, insanlara bilerek hakaret etmemiş, ülkesini satmamış, ihalelere fesat karıştırmamış, kalpazanlık gibi yüz kızartıcı suçlar işlememiş, kendisine verilen devlet yetkisini kötüye kullanmamış, nüfuz kullanmamış biridir.
Devletin tepesine oturtacağınız kişi, "Ben Demokratım" dediği halde,Anayasamızın 174.Maddesine aykırı olarak cemaat ve tarikatları devletin en hassas makamlarına yerleştiriyorsa, Anayasa ve Demokrasinin temel şartı olan "Kuvvetler Ayrılığı İlkesine" karşı çıkıyorsa, Yargıyı baskı altında tutuyorsa, yandaşlarını kayırıyorsa, o kişi Demokrat değildir.
Devletin tepesine oturtacağınız kişi; "Ben Namuslu bir Müslüman’ım" dediği halde,"Evinde sakladığı 1 Milyar Avro gibi bir parayı "Sıfırlaması" için oğluyla yaptığı konuşma tapelerinin" gerçek olup olmadığını belirlemek için Uluslararası bir uzman kuruluşa inceleme yaptırtmıyorsa, o kişi namuslu biri olamaz.
Ciddi iddialara karşın, eline belge alıp "Bakın benim yurtdışındaki bankalarda param yok, işte belgesi" diyemiyorsa namuslu değildir.
O kişi, devlet ihalelerini çeşitli ayak oyunlarıyla kendi itlerine aktarıyor ve onlardan aldığı haram paralarla medya grupları satın alıyor ve bunları da tetikçi olarak kullanıyorsa, Genelevde çalışan bir kadının namusu, o kişinin namusundan milyon kere daha değerlidir.
O kişi, ülkesini bütünlüğünü koruyacağı yerde, 54 bin insanımızın hayatını bitiren, uyuşturucu kaçakçısı bir örgütle işbirliğine giriyor ve eşkıyadan emir alıyorsa o kişinin, değil devletin başına geçmek, yaşamaya dahi hakkı yoktur…
Görelim bakalım Türk Milleti kendi sonunu getirecek, kendisini soymaya devam edecek bir"Sahte Demokrat –Gerçek Hırsızı mı" seçecek, yoksa Türkiye’nin uğradığı tahribatın onarılması için, "Geçici bir dönem" için namuslu birini mi seçecek?
10 Ağustos’ta ilk işareti göreceğiz.
Yalnız kimse şunu unutmamalıdır;Her millet, kendi kaderini kendi çizer.
Kendi düşenin sonradan ağlamaya, suçu başkalarının üzerine atmaya hiç hakkı olamaz…
İzin verirseniz yazıyı Yüksek Seçim Kuruluna bir soru yönelterek bitirelim:YSK’ya müracaatım, 3013642663349 kargo takip numarası ile 02 Temmuz 2014 tarihi saat 11.44 te YSK görevlisi Sayın Müslim Yurtseven’e teslim edildi.
Elbet bir cevap alacağız!
Sorum şu; Sayın YSK Üyeleri, sizlerden biriniz Cumhurbaşkanlığına aday olsanız, istifa etmek zorunda kalacaktınız?
Niye?
Seçim sonucunu etkileyebilecek bir göreviniz olduğu için, değil mi?
Hem aday olup, hem de YSK üyesi olarak devam edebil misiniz?
Edemezsiniz.
Peki, maaşını kamudan alan, tek sözüyle devletin tüm olanaklarını harekete geçirebilen, sınırsız ve hesabı sorulamayan ÖRTÜLÜ ÖDENEK kullanan Başbakan, nasıl olur da bir Kamu Görevlisi olarak istifa etmez?
Bu hangi mantığa, hangi hukuk kuralına, hangi vicdana uyar?
Bu feryada, bu eşitlik-adalet-dürüstlük istemine suskun kalamazsınız.
Bu ülkede sizler, Başbakan’ın baskısı ile hukuksuzluğa geçit verirseniz, ülkede illegalite başlar ve sonu büyük bir kargaşaya gider.
Lütfen sadece ve sadece Türkiye’yi-Adaleti-Hukuku düşünün ve bizlere"Çok şükür ki Ankara’da Yargıçlar var" dedirtiniz.
Tüm bunlara rağmen, "Milli İrade Karşıtı ve Hırsızlar İmparatoru" olan zat,bu aziz devletin tepesine geçerse, kendini bu vatanın sahibi olarak gören herkes, o kişiye, hak etmediği o makamı"İĞNELİ FIÇI" haline getirecektir.
Eğer bir ülkenin tepesindeki kişi yasalara uymuyor, dürüst ve namuslu davranmıyorsa, vatandaşlar niçin yasalara uysunlar ki?
Kim hangi gerekçeyle vatandaşa "Yasalara uy" diyebilecek?
Kim, ha kim söyleyebilecek?
Sağlık ve başarı dileklerimle 07.07 2014Rifat Serdaroğlu

1 Temmuz 2014 Salı

MADIMAK YANIYOR… Arzu KÖK

MADIMAK YANIYOR…
Arzu KÖK
"Ya Allah bismillah Allahu ekber!" diye bağırarak geliyorlardı. Polisten korkuları yoktu. Devletten falan da hiçbir çekincesi olmayan, sözüm ona "medeni cesareti" son derece fazla, son derece "cesaretlendirilmiş" bir kesimdi bunlar.

Bir oteli içindekilerle birlikte ateşe verdiler. 37 can yakıldı bu alevler içinde. Masum insanlar öldürüldüler. Yakanlar ise ellerinde ateşlerle cadı avına çıkacak kadar cesurdular. "Sünni ve ölümüne kadar inançlı” oldukları için sarsılmaz bir iktidarları, bu yüzden de sonsuz yakma,  yok etme,  yıkma hakları vardı.

Sivas’ta Madımak Oteli’nde çoğu sanatçı 37 insanını, Türk aydınını yaktılar. Bu ülkenin sanatçılarına, aydınlarına kastedenlere ne oldu? Ne yapıldı, yapılabildi? Özgürce dolaşıyorlar hala aramızda. "Fikirleri iktidarda" olduğu için mi bu kadar şefkat gösterdi emniyet kuvvetleri ve yargımız? Öyle değilse eğer, bir kaç soru sormak istiyorum: Nerede bu devlet? Nerede bu insanlar?

Düşünün, şimdi 250 Alevi kalkıp Sünnilerin gittiği bir gazinoyu yaksaydı…

Düşünün, DİSK' e bağlı 500 işçi valiliğin önüne gidip 1 Mayıs mitinginde dövülen arkadaşlarının hesabını sorsaydı...

Düşünün, Ankara'da 100 öğrenci Emniyet' in önüne gidip slogan bile atmadan sadece dursalardı...

Ne olurdu dersiniz? Onlar da Türk aydınlarını diri diri yakanlar kadar şefkate mazhar olurlar mıydı? Ya da boş verin bunları kendinizi düşünün: Gidip herhangi bir karakolun önünde tek başınıza herhangi bir şey için hesap sormaya kalksanız size bu kadar iyi davranılır mıydı?

Orta Anadolu'da yıllardır gördüğümüz, kabullenilen ve muktedir çevrelerce övülen siyasi ve toplumsal atmosferin bir sonucudur bu. Ve sonuç, insan yakmak için ava çıkan katiller! Galeyan diye açıklanmaz bu durum.

Hafife alındıkça ağırlaşan sorunlar bunlar. Gündem yoğun koşuşturması içinde boğulduğumuzdan görmediğimiz, görmeyince de gözümüzün daha yakınında biten ve nihayetinde bir gün sizin veya benim evimin de yakılmasına neden olabilecek sorunlar... Bu nedenle de bu olaylar unutulmamalı, unutturulmamalıdır.

Yıllardır bu amaçla Sivas’ ta yakılan Madımak Oteli’ nin müze yapılması konusunda aydınlarımızın yoğun bir gayreti vardır. Ancak yıllarca böylesi bir şeye izin verilmedi. Ancak bu yıl alınan bir kararla Madımak Oteli’nin müze yapılmasına izin verildi.

Atatürk’ün, “Efendiler! Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz… Hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Ancak sanatçı olamazsınız…” özdeyişi sanatçının ne demek olduğunu, sizce de açıkça anlatmıyor mu?

Kimilerine ve özellikle de son kültürel yozlaşma kriterlerine göre; Ülkemizde sanatçı çok kolay yetişiyor zaten! Hatta ağaçtan toplar gibi rahatça toplayabilirsiniz. Hal böyle olunca niye ölen sanatçıların hesabı sorulsun ki. Hem sanatçı, aydın başa beladır. Özgürdür. Özgürlükçüdür. Düşüncesini açıkça ortaya koyar. Susturamazsınız kolay kolay. Bunların birkaçından kurtulunmuş. Ne diye onları öldürenler cezalandırılsın ki? Hem sağ olanlar dururken ölülerle niye ilgilensin ki hükümet. İşte bu zihniyetle hareket eden insanlar yazık ki iktidara geliyor yıllardır. Artık bu zihniyetlere dur demenin vakti gelmedi mi? Cehaletin hakimiyetinin önüne set çekmenin zamanı gelmedi mi?

Sivas’ta:
Madımak yanıyor…
37 can yanmış, kül olmuş…
Hükümetler, insanlarımız suskun…
Seyrediyorlar olup bitenleri…
Böyle giderse bir gün sıranın
Onlara da gelebileceğini…
Göremiyorlar hala…

ARZU KÖK