28 Mayıs 2014 Çarşamba

BAŞARI UFAK, ÖDÜLLER BÜYÜK; CEMAL ÇALIŞKAN

               BAŞARI UFAK, ÖDÜLLER BÜYÜK
CEMAL ÇALIŞKAN
Türk insanı bir zamanlar, bizden bir şey olmaz derdi. Bu fikir zihinlerde meşrutiyetten itibaren nasırlaşmıştı. Atatürk “Bir Türk dünyaya bedel” sözünü bu sabit fikri Türk insanının zihninden yıkmak için söylemişti. Ayrıca “ Yurtta sulh, dünyada sulh sözünü” de içerde barış yapılmadan dışarıdaki barışa ülkenin katkısı olmayacağını vurgulamak için söylemişti. Bazıları bu sözlerin felsefi derinliğini incelemeden dudak bükerek küçümsediğini biliyoruz. Bazıları Atatürk tarafından söylediği için bu sözleri küçümserler,  anlamadan karşı olmayı birer marifet sayarlar. Günümüzde Kürt sorunuyla birlikte içerde sulhun ne kadar zaruri olduğu daha iyi anlaşılmıştır. Bu sorunu çözmeden Türk devleti önünü nasıl görecektir? Dünya barışı, Osmanlı gibi dış dünyaya kapalı olmakla, ilgilenmemek sağlanamaz
Yazımın başında ifade ettiğim gibi Türk devleti, milletler arası yarışmalarda tarihiyle uygun düşen hiçbir başarı gösterememiştir. Arada bir başarı gösterenlere gösterdikleri başarılarının çok üstünde ödüller vermekle, sporcuları şımarttıkları için ayni başarıyı o sporcular devam ettirememişlerdir. Başarı yerine başarısızlığı seçmişlerdir. Aldıkları maddi ödüllerle adamların yedi sülalesini doyuracak kadar paraya boğarsanız, başarısızlıktan başka nasıl bir sonuç bekleyeceksiniz?
AKP’nin ilk dönemlerinde milli sporcular az bir başarılarına karşı, büyük ödüllerin verilmesi, sonraki başarılarına ket vurmuştur. Öncelikle bu insanlara maddiyattan önce maneviyatlar verilmiş olsaydı, başarılar devam ederdi. Örnek olarak İsimlerini okullara, şehirdeki parklara caddelere vermek bir başka türlü ödül olabilirdi. Çünkü spor sadece maneviyatsızca parayla olacak ve yaşatılacak meslekler olmaz. Türk toplumu kadar ufak bir olayı büyüten, küçük bir başarıyı deve yapan bir başka ülke ve millete rastlanmaz.
Türkiye her türlü dalda emek vererek büyüttüğü insanları, takip edip koruyamadığından elimizden kaybolup gitmektedir. Günden güne büyüttüklerimiz küçülmekteler. Çünkü büyüklüğün ahlaki kültürel ve hazım edilmiş bir alt yapıya sahip olmamışız. Bizden pireyi deve yapmada, bizden olmayan develeri de bit yapmada üzerimizde kimse bulunmaz. Bu ahlaki alt yapı tarihi birikimimize rağmen yoktur. Bazısı tarihi birikimi inkârda, bir takımı da bu birikimi ilahlaştırmakta yarış halindedir. Birikimi insanlar ve toplumlar realiteye göre kendileri ayarlarlar. İfrat ve tefrit yapılıyor. İtidale, orta yola kimse girmiyor.
 Türkiye’den başka ülkelerde, hangi dalda başarılı olmuşsa insanlar, o başarıyı öncelikle sürdürmesi için tedbirler almışlardır. Başarılı oldu diye, egosu ve yedi ceddi zengin edilmez. Bunun aksini yapan devletimiz, daha sonra bu insanların arkasını aramazlar. Devletimiz anlarla uğraşmakta, adeta devlet gibi değil, fani insan gibi yaşamakta ve yapmaktadır. Dün başarılı ve güzel ahlaklı olanlar, ertesi gün de ahlaksız ve şerefsiz olarak yansıtılmakta yerin dibe batırılmaktadır. Böylesi tutarsızlıklar her yerde kol geziyor.  Bir insanı yermek ve övmek için peygamberimiz “ Bir insan hakkında şahadet edebilmek için o kişiyle: Ya alış veriş yapacaksın, ya komşuluk yapacaksın ya da yolculuk yapacaksın” buyurmuştur. Bunlardan hiç birini yapmayan insan, başka birinin iyi veya kötü olduğu konusunda söz etmemesi gerekirken nerdeyse bazısını “cennete” bazısını “cehenneme” koymaya can atıp karar veriyor. Kendisini ilah yerine koyuyor. Bu konuda söz söylemesi ne kadar doğru oluyor? Düşman olduğun kişiyle yarın dost, dost olduğunla da düşman olma olasılığı her zaman mümkündür. Efendimizin buyurduğu gibi övgüde ve yergide ölçüyü kaçırmamalıyız.
 Bizler 1876–1839 Meşrutiyet -Tanzimat ve Cumhuriyetin ilanıyla birçok değişimleri yaşadık.  Avrupalı olabilmek için de değişimleri sürekli hale getirdik. Fakat kafa ve zihinlerimizi bir türlü değişime tabi tutamadık. Bütün bunları, eski alışkanlıklarımızdan kurtulup olayları sorgulayıp akıl süzgecinden geçirme, anladıklarımızı eleştirme süzgecinden geçirme seviyesine ve düşüncesini ulaşamadık. Peki, aşağı yukarı bu değişim başlayalı iki yüz yıla yakın bir zaman geçti. Bu konuda bir arpa boyu yol alamamışız. Hala eski menfaat ve tembellik alışkanlıklarımızdan kendimizi kurtarabilmiş değiliz. Niçin ilim sahiplerine ve toplumdaki hayır sahiplerine sırf bizden olmadıkları için saygısızlık yapıp düşmanlık göstermekteyiz? Türk basını da eften püften bedensel güzelliğine sahip olanları büyütülerek öne çıkarmaktadır? Demek ki basın,  göz nuru döken, alın teri döken ülkesi ve insanlık adına bir şeyler üreten ilim sahiplerine değil, sanatsal adına olanları öne çıkarıyor. Siyaset kaliteli insanlara değil, oy getirisi olanlara sahip çıkmıştır. Rahmetli Atatürk ise, kalitesi ve ülkeye getirisi olanlara sahip çıkmıştır.
Son olarak kömür kazasında vefat edenler aklıma, önceki yıllarda Genel Kurmayın üç aylık” acemi askerleri dağda PKK haydutlarının karşısına gönderip de pisipisine şehit edilmesini hatırladım. Bütün bu yapılanlar ceza müeyyideleri olmadığı için basında yazılıp çizilenleri Genel Kurmay gündemine almadı. Gençlerimiz haydutların namlularına hedef edildi. Aynen bunun gibi Kömürlerde çalışanlarda hiçbir eğitim görmeden bu tehlikeli çalışma ortamlarına sürüldüler. Ölenler öldükleriyle kaldı. Her şey unutuldu. Soma kazasıyla birlikte baskılar artınca nerdeyse, İktidar bütün dinin müjdelerini ve ülkenin kaynaklarını oraya aktarma çalışmalarını duyurmaya başladı. Peki, önden ölenlerin hakları ne olacak. Dinimiz haktan ve adaletten ayrılanları “ZALİMLEROLARAK” İSİMLENDİRİYOR. Zalim olmak isteyenler hakları olmayanlara ülke kaynaklarını aktarmaya devam etsinler.  Allah bir daha milletimizin başına böylesi kazaları getirmesin.

Bakmayalım görelim; Ergün DİLER (Ahmet Doğan Şimşek)

Bakmayalım görelim
28 Mayıs 2014, Çarşamba
***
Baronların en büyük güvencesi bizim akıl tembelliğimizdir!
Kendi çevremizle ilgilendiğimizden, uzaklara, bölgeye kafa yormadığımızı çok iyi bilirler! Buna göre de oyun kurarlar! Tabii bunlar artık eskide kaldı! İçine düştükleri en büyük sıkıntı da bu!
Söylemekten yorulmayacağımı biliyorsunuz! Türkiye'yi olumsuz etkileyen hiçbir şeyin kaynağı bu topraklar değildir!
Aktörler YERLİ de olsa emir ve kurgu dışarıdandır! Tıpkı dün SOMALİ'de yapılan saldırı gibi!
Nasıl mı?
Anlatayım!
Sultan Abdülaziz tahta çıkar çıkmaz ilk yaptığı iş donanmayı güçlü kılmaktı! Daha SULTAN olmadan Süveyş Kanalı için en büyük desteği vermişti! Osmanlı'nın denizlerle ilişkisinin kesildiği için tükendiğini görecek kadar akıllı bir devlet adamıydı. Ziyaret için gittiği İngiltere'de KRALİYET DONANMASINIgördü ve notlarını aldı! El altından edindiği bilgilerle rotasını belirledi! Döner dönmez işe koyuldu ve dünyanın en büyük üçüncü donanmasını yaptırdı!
Artık Osmanlı açık denizlere gidecek ve dengeler tamamen değiştirecekti! Asker de, gemi de, silah da vardı! Ticaret yolları eskiden olduğu gibi Osmanlı'nın kontrolünde olacaktı!
Ama olmadı!
Bilekleri kesilerek öldürülen Sultan Abdülaziz kurduğu hayalin faturasını ödedi! Hem de bu toprakların çocukları tarafından öldürülerek! Ortaya koyduğu İDDİA ve AKIL sonu oldu! Donanma Haliç'e terk edildi! Abdülhamit de zorunlu olarak el atamadı! Yoksa o da başına neyin geleceğini çok iyi biliyordu! Donanma çürürken çok kişinin bilmediği başka bir olay daha yaşanıyordu! Dünyada ilk kez denenen ve çok başarılı olan zırhlı denizaltılarıAbdülhamid ile Abdülmecit de kaderine terk etmişti!
Denizlerdeki dengeleri tamamen değiştirecek silahlarımız Haliç'te esir alınmıştı!
Bu nedenle Birinci Dünya Savaşı'na tek bir denizaltımız olmadan girmek zorunda kalmıştık!
Donanma çürümeye terk edildikten sonra İstanbul'a gelen İngiliz Amirallik Birinci Lordu William Palmer "Osmanlı Donanması diye bir şey kalmadı" diye bir raporu Buckingham'a yolladı!
Adamlar bayram ediyordu anlayacağınız!
Bizim sözde aydınlarımız "Somali'ye değil Soma'ya gelin!" derler! Soma'yı çok sevdikleri için değil! Somali'den uzak durmamız gerektiği için!
Çünkü Türkiye'nin Okyanusa açılmak için tek şansı Afrika'dır!
En elverişli ülke ise Somali'dir.
Osmanlı, 16. Yüzyıl'da Hint Okyanusu'nda Portekiz ile girdiği deniz savaşlarında üs olarak Aden Körfezi'ndekiZeyla Limanı'nı kullandı. Bu savaş Osmanlı gemilerinin okyanusa uygun olmaması nedeniyle kaybedildi.
Aslında kaybedilen sadece bir savaş değildi! Yeni Dünya'nın da en büyüğü olma ihtimaliydi.
Çöküşten sonra çok farklı projelerle küçüldük!
Budandık! İddiasız bir ülke haline getirildikten sonra yapay düşmanımız Yunanistan'la uğraştık! Görevdi bu!
Koskoca Türkiye, İstanbul'un yarısı kadar olan bir devletle neden uğraşıyordu! Kimse bunu sorgulamıyordu! Üstelik askeri yapılanmamız da bu şekilde yürüyordu! Donanma tek düşman olarak Atina'yı görüyordu!
Bu nedenle hızlı, küçük ve kıvrak gemileri tercih ediyorduk!
Ufkumuz bu kadardı!
Ama devleti geri alan Türk aklı denizde de işleri değiştirince Abdülaziz'i öldüren güçler yine devreye girdi!
Türkiye uçak gemisi için düğmeye basınca hedefin Somali ve sonrası olduğu ortaya çıktı! Artık Okyanuslar Türkler'i bekliyordu!
Mesaj da yine 148 yıl sonra ÜMİT BURNU'NU dolaşan DONANMADAN geliyordu:
ARTIK BİZ VARIZ!
Peki, bizim orada olmamız kimi rahatsız etti?
İşte bunun cevabı, günlük yaşamayanlar için iki yıl öncedeydi!
2012'de İngiliz BP şirketi SOMALİ için araştırma yaptı! Çok detaylı araştırmada bu yoksul ülkenin topraklarında100 milyar varillik petrol rezervi olduğu ortaya çıktı!
İngiltere'nin evsahipliğinde toplanan Uluslararası Somali Konferansı'nın hemen ardından Kraliçe'nin, Somali'ye yardım karşılığında doğal kaynaklarından pay talep ettiği ortaya çıktı...
Yani Ankara elini uzatınca içeridekiler satırla saldırıyor, ancak Kraliçe'ye kimse gıkını çıkaramıyordu!
Bizde işler böyleydi!
Dışarıya çalışan kazanıyordu! Çok örneği vardı!
Neyse...
Son yıllarda hep Somalili korsanlar manşetlere geliyordu!
Neden acaba?
Filmi bile yapılan korsanları kim tetikliyordu?
Neden Londra'nın korumasındaki gemilere bir şey olmuyordu! Kim yönetiyordu bu operasyonları!
Evet! Tam tahmin ettiğiniz gibi! İngiltere'nin oradaki zenginliği kimseye bırakmaya niyeti yoktu!
Ama unuttuğu bir şey vardı!
Herkesi oradan uzak tutmayı başarmışken Türkler'i gözden kaçırmıştı!
En deneyimli deniz subaylarını içeri attırmayı başarsa da Türkler orada olmayı bilmişti!
İçerideki operasyonlarla, casusluk hikayeleriyle DENİZ KUVVETLERİ'ni çökertmeyi planlasa da Türk aklı koca bir filoyla Ümit Burnu'nu dolaşmıştı! Hep dediğim gibi 148 yıl önce başlayan ESARET denizlerdeki isyanla son buldu!
Osmanlı'nın çökertilmesi donanmanın çürütülmesiyle başlamış ve kontrol edilen ülke haline gelmiştik! Şimdi ise 150 yıllık rövanşı alarak geliyoruz!
Soma da, Somali de bizim!
Siz bakmayın içerdeki gafillere!
Onlar KRALİÇE'NİN ADAMLARI...
Bize bu toprakların çocukları yeter de artar bile!
İstanbul Üniversitesi'nin girişine konulan TUĞRA zaten her şeyi açık açık söylüyor!
Biz DÖNDÜK, onların haberi var!
Duymayan sadece içerideki BARON ve adamları...
Verdiğimiz rahatsızlık için üzgün değiliz! İşte bizden korkanlar, masum THY Güvenlik Sorumlusu Sadettin Doğan'a saldırıp şehit etti!
Bu ilk değil, son da olmayacak!
Ama bu yürüyüş durmayacak!
İşin özü bu!
Gerisi teferruat!
*
REF: milligorus1969 Bakmayalım görelim (Ergün Diler)‏
ahmet dogan Simsek (ahmetdogan.simsek@gmail.com)

19 Mayıs 2014 Pazartesi

AKP’nin “UMUR-U DEVLET ve ADALET”le sınavı; Mustafa Nevruz Sınacı - Gerçek Demokrat

Mustafa Nevruz Sınacı

Gerçek Demokrat

AKP’nin “UMUR-U DEVLET ve ADALET”le sınavı

Mustafa Nevruz Sınacı

Gerçek Demokrat

Şimdi sorarlar, devlet umuru ne demektir?  Zaten, burada işleyeceğimiz konuyu iyice anlamak, kavramak, yorumlamak, gerçeği görebilmek, adeta ensemizde boza pişiren büyük felâkete uyanabilmek için “Umur-u Devlet ne demektir? bilmek şart. Bilmek şart, zira yakın ve ibretli, haşmetli, hür, hükümferma, adil ve özgür tarihimizde siyaset adamları bunu bilir, bildikleri ile yetinmez, “gelenek, gerçek, ilim ve umur-u” bizzat nefislerinde yaşarlardı.
Yeryüzünün son siyaset, umur-u devlet, adalet ve hikmet bilgelerinden Ebu’l Feyz Elçibey, Char Dudayev ve Aliya İzzet Begoviç bu bilimin ve yüksek bilincin, Türk ve İslâm âlemindeki son halkaları idi.. Bu halkanın çağdaşlarından olan Dr. Faruk Sükan, siyaset bilimi ve tarih sohbetlerinde sıkça konuya değinir: “Sizin çıplak gözle göremediklerinizi biz, (umur-u devlet erkânı) kara bir tuğla üzerinde görürüz” derdi. Koca Reis namıyla maruf, Dr. Sadettin Bilgiç ise, yeri geldikçe “Çarıklı erkân”dan dem vurur, nadirden ibret ve hikmetlerini, gelecek nesillere ders olsun diye, bıkmadan-yılmadan anlatır dururdu.(Bak: Dr. S. Bilgiç, Hatıralar)
Şimdi umur-u devlet erkânından çok az kaldı. Bu meyanda, bütün dönemlerin en iyi, adil ve dirayetli Meclis Başkanı Ferruh Bozbeyli;, İlim, irfan ve aksiyonda hız kesmeden fazilet ve feragat mücadelesini tam bir azim, irade ve kararlıkla sürdüren Ali Naili Erdem ile adalet ilkeleri ve insani boyutun erdemlerini, umur-devlet boyutunda bir yaşam biçimi haline getirme mücadelesi veren (Müstakbel Cumhurbaşkanı Adayı) Hasan Korkmazcan; Günümüz Umur-u Devlet ricalinin en önde gelen isimleri, taç, emsal ve timsalleridir.         
Yani: Umur-u Devlet ve/veya devlet umuru denilen şey: İktisadi, idari, ilmî, siyasi, ticari, sosyal ve kültürel hayatta, velev ki bürokraside belli süzgeçler, sınav ve deneylerden geçerek olgunlaşmak, kemâle ermek ve hayatın hakikatine vakıf olmaktır. Yaşam tarzı olarak namuslu/dürüst, ilkeli, onurlu/sorumlu ve yüksek karakterli olan bu insanlar; En başta devlet, eşitlik, adalet ve hukukun teminatlarıdır. O’nlar ki oturmasını, kalkmasını, ast ve üstlerine davranmasını çok iyi bilir; Vakar ile kibir, tevazu ile zilleti çok iyi ayırt eder; Devlet malını mallarından üstün tutar, vicdan muhasebesi yaparken, Hazreti Ömer gibi hassas davranırlar.
Sözün özü: Günümüzün kangreni kahtı rical (“adam gibi adam” kıtlığı) nedeniyle üst üste yaşanan felâket, fecaat (dokunaklı, acıklı ve üzücü durum), yaygın hıyanet, hukuksuzluk, haksızlık, yolsuzluk ve dalâlet hayatı çekilmez, dayanılmaz, tahammül edilemez hale getirmiş ve devlette büyük gedikler açmış bulunmaktadır. Meselâ bakın! Devlette bunlar olur mu hiç?..
SOMA FACİASI: Baştan sona bir ihmal, denetimsizlik, insan istismarı, kutsal emek sömürüsü, kâr hırsı ve siyaset ile vahşi kapitalizm arasında vaki “insanlık, hak, adalet, bilim, medeniyet ve teknik dışı” iştirak ve ilişkilerin utanç verici, yüzkarası, iğrenç tezahürü.    
AİHM KARARI: Varlık nedeni objektif hukuk, hak/adalet, özgürlük, eşitlik ve halk düşmanlığı ile kaim, maalesef adına mahkeme denilen, utanç verici bir misyonerlik örgütü. Alenen Türk, İslâm ve insanlık düşmanı... 10 Mayıs 2001 tarihli siyasi bir kararla Türkiye.; Londra ve Zürich antlaşmaları ve Yunanistan temyiz Mahkemesinin 21 Mart 1979 Tarih ve 2658/79 Sayılı kararı ile de haklılığı/doğruluğu tescil edilmiş “1974 Kıbrıs Barış harekâtı” dolayısıyla 90 milyon euro (270 trilyon TL) tazminat ödemeye mahkûm edildi! Bu tam bir hukuk düşmanlığı, kalleşlik ve kancıklıktır. Bu melânetliğe karşı siyasetçiler ne halt ediyor? “Kıbrıs sorununa (!) adil ve kalıcı bir çözüm için müzakere sürdürmeye çalışıyorlar!..” Diğer tarafta Yunan, Ege’deki Türk adalarını teker teker işgal ederek, yerleşime açıyor, bir taraftan da silâhlandırıyor. Yuh be!.. Yazıklar olsun bu keferelere. Zehir-zıkkım olsun aldıkları maaş.
AB REZİLLİĞİ: Elli yıldan fazladır niçin bu lânetli kapıya kul olmaya çalışılıyor?
GÜMRÜK BİRLİĞİ: AB üyesi olmadan neden ve niçin bu kalleş kumpasa girildi?
KKTC: Hangi gafil, mel’un ve mürai bedhah, Türk torağı ve insanına hainlik ediyor?
SURİYE BATAKLIĞI: Neden burada, şerefli ve şanlı TÜRK siyaseti uygulanmıyor?
SÖZDE KÜRT SORUNU: Asli ve kurucu unsura sorun izafe ederek, kardeşi kardeşe vurdurmak isteyen dâhili ve harici bedhahlara, neden/niçin ışmar ediliyor. Hainlik ve "vatana ihanet" değil mi bu?..

15 Mayıs 2014 Perşembe

KURTULUŞA GİDEN YOL 19 MAYIS 1919; Cemal ÇALIŞKAN

               KURTULUŞA GİDEN YOL 
19 MAYIS 1919
Cemal ÇALIŞKAN
‘Bu yazı Soma Kömür ocağı hadisesinden önce yazılmıştır. Kömür şehitlerimize rahmet, aile ve milletimize sabır ve başsağlığı dilerim. Böyle hadiselerden rabbimizin bizleri ve Milleti’mizi korumasına niyaz ederim.’
Gönümüzden 95 yıl önce son halife Sultan Vahdettin güvendiği ve yeterliğinden şüphe etmediği Mustafa Kemal Paşayı Anadolu’nun kötü gidişine el koyup durumu düzeltmesi için göndermişti. Tabii ki bu halifeyle Gazi arasında gizli yapılan bir proje olup kimsenin haberi olmamıştı. Bazılarının söylediğin aksine İngilizlerin haberi yoktu. Haberleri olunca Atatürk ve arkadaşlarını Anadolu’ya ulaşmadan denizde batırmak için aramaya başlamışlardı. Atatürk’ün bindiği geminin süvarisi geminin İngilizler tarafından batıracağı haberi alması üzerine Vapuru sığ olan yer ve kıyılardan götürmüş, İngilizlerin hilesine fırsat vermemiştir. Sağ ve selametle 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a ulaştırmıştır. Bazı kendini bilmezlerin söylediği gibi bu yolculuğu İngilizler düzenlememiş, Atatürk İngiliz taraftarı değil, Millet ve vatan tarafındadır. İngilizler aksine Atatürk’e engel olmak için her türlü çalışmayı yapmışlardır.  Allah onlara fırsat vermemiştir. Yolculuğun başarıya ulaşması yönünde Rabbimizin her an yardımı olmuş zafere adım adım ulaşma olanakları yaratmıştır. Günümüzde bazı siyasetçiler sanki savaş cephesine çıkmışlar gibi, kefenden söz ediyorlar ve utanmaz riyakârlık yapıyorlar.
Bu topraklarda, bazıları kendileri için çalışanlara sahip çıkmamışlardır. Kendilerini Kürt kabul eden bazı vatandaşlarımız, dışarıyla ağız birliği yaparak ülkenin başına galiye açmaya devam ediyorlar. İçimizdekilerden kendini bilmezlerin bir kısmı onarın olmadık hayaller kurmalarına sebep oluyorlar. Ülkedeki bazıları, dini yaşantıyı yeterli görmeyip bazı devletlere açanlık yapmayı kabul edecek seviyeye düşmüşlerdir. Aynı alışkanlık, İstiklal savaşı döneminde de yaşanmıştır. Ülkenin kurtuluşunu zora sokmuşlardır. Milleti için kelle koltukta gece gündüz çalışan insanların hayatlarına kast etmişlerdir.
Gençliğimizde, Medine sözleşmesinden söz edenler olurdu. Fakat buna kimse inanmazdı. Bir zamanlar dışarının yardımıyla Almanya menşeili Cemalettin Kaplan ve adamları Ülkeyi “Anadolu Federe devletlerini içeren bildirileri” ülkeye dağıtmışlardır. İyi bir şey olsaydı,  Osmanlı en kötü durumda bunu uygulardı. Mustafa Kemali Anadolu’yu kurtarmaya yollamazdı? Bizim gençliğimizde Anadolu Federe devletinden söz edildiği zaman tüyleri diken diken olanlar, zamanımızda seslerini çıkarmaz duruma gelmişlerdir.  Fehmi Koru bir yazısında, Milliyetçilik adını kullanarak Milliyetçiliği, İslam’ı kullanarak da İslam’ı bitirmek isteyenler için en kolay yöntem olarak kullanıldığını yazmıştı. Memlekete zarar vermek için en kolay kullanılan metotlardır. Bunları 12 Eylül öncesi ve günümüzde gerçekleştirdiğini görüyoruz.
Hz. Peygamberin Medine sözleşmesinden söz edenler, Bedir harbinden ve Mekke’nin fethinden sonraki gelişmeleri anlayamayacak kadar akıldan yoksunlardır. Peygamberimiz İslam devleti güçlendikten sonra fitne ve düşmanlık yapmak isteyenlere nefes bile aldırmamıştır. Peki, Efendimizin vefatıyla bu bugünkü sözleri söyleyenlerin tezine fırsat verilecek çalışma olmuş mu? Yoksa devletin ve milletin bütünlüğümü esas tutulmuştur. Ülkeyi parçalamak için gelişi güzel konuşanlara şahit olunca Hz. Ömer’in yaptığı aklıma geldi. Sahabelerin bazıları sosyal mevki kazanmak için gelişi güzel hadis rivayet etmeye başlayınca, onları kırbaçlamıştı. Sahabenin biri, Ebu Hüreyreye niçin hadis rivayet etmediğini sorunca Hz. Ömer’in kırbaçlamasından korktuğunu söylemişti. Ebu Hureyre, Ömer’in halifeliği senelerinde hiç hadis rivayet etmemiştir. Hz. Ömer’in yaptığı doğruydu. Zamanımızda aynı şeyi yapmaya çalışanlara devletin de ceza vermesi makuldür. Hz. Ebubekir’in halife seçilmesi üzerine Medineli Ensar bunu kabul etmeyip bir muhacirden bir de Ensar’dan halife olsun sözleri üzerine, Ebubekir “vallahi Mekkeli Kureşliler kendilerinden başkasının başkanlığına razı olmazlar” cevabını vermiştir.
Kurtuluş savaşından önce Anadolu’nun her yerinde kendi başlarının çaresini bakmak için Medine vesikalığı ortamı hazırdı. Niye bu insanları bir bayrak altında toplamak için kurtuluş savaşı liderleri senelerini ve hayatlarını harcamışlardır?
Bu ülkeyi Afganistan, Suriye ve Irak seviye düşürmenin yollarını arayanlar zamanımızda az değil. Barış içinde yaşamayı insanlarımıza çok görüp kan ve gözyaşı istiyorlar. Bunun içinde Allah ve peygamber adını kullanıyorlar. ”  Atalarınızın bize emanet ettiği devleti ve toprakları ulufe gibi dağıtmayı düşünüyorlar. 
Kurtuluşa giden yolun 95. yılını idrak etmiş olduğumuz bu gün ”Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet/ Hakkıdır, hakka tapan milletimin istiklal!” denilecek vakittir. Atatürk’ün Samsunda ”Halkın Makûs talihini yine halkın azim ve kararı kurtaracaktır” dediği sözü bizde söyleyerek çalışmaya başlamalıyız. Atatürk başarılarını halkla bütünleşmiş olmasına borçludur.  !9 Mayıs 1919 tahinde samsuna ayak basan Atatürk, halkı işgalcilere karşı örgütleme çalışmasını başlatmıştır. İlk toplantıyı Sivas şehrinde, sonra Erzurum’da toplantıları sürdürmüştür. Ankara İlahiyat hocalarından Hüseyin Atay hoca, Atatürk’ün inkılâpları din adına yapsaydı, kabrini türbe yaparlardı. Hiçbir inkılâp dine aykırı değildir. Demişti. Atatürk herksin dinini öğrensin diye Türkçe tefsiri Hamdi Yazıra, Buhariyi de Türkçeye tercüme ettirmiştir. Fakat dinden nemalananlar O Milliyetperver insanı din düşmanı olarak zikretmişlerdir.  Çünkü dini kullanarak amaçlarına kolayca ulaşmayı kafaya koymuşlardır.

RAHMET VE LÂNETLE YASTAYIZ...Ahmet Kılıçaslan AYTAR


RAHMET VE LÂNETLE YASTAYIZ!..
Yüzyılların kavgası ve birikimi olan zenginlik idealini,gücünü ve refahını herşeyin bir bedeli ve katılım şartı jargonunda toplumların dokusuna işlemiştir. Gündelik, geçici ve yüzeysel, bugün yarattığını yarın öldüren kültürü alternatifsiz bırakıldığında,halkların büyük idealler ve çıkarlara köle edilmesini sağlıyor. Bu düzlemde sevgi ve nefret diyalektinden, işte bu dünya'nın nicelliğe dayanan bencilliği, sömürü ve çatışmalar çıkıyor...
*
Türkiye Devrimi'nin zayıflatılmasıyla büyüyen burjuva sınıfı ya da siyasal iktidar kavgası yürüten kesimler güçlüdürler, işleri: bölmek ve yönetmektir.  Uluslararası sermayenin AB, Dünya Bankası gibi kurumları ve ulusal sermayenin TUSİAD, TİSK,MUSİAD, TOBB gibi kurumlarının desteğiyle iktidar olan AKP emek piyasalarını esnetmek görevi yapıyor. İşçinin alımı, işten çıkartma, ücret, çalışma süresi ve sosyal güvencesinin esnetilmesini sağlıyor. AKP'nin emek piyasalarında tavrını anlamak için TEKEL işçilerinin hak mücadelesini hatırlamak yetiyor...
*
Burjuva sınıfı ya da siyasal iktidar kavgası yürüten kesimler işçileri ya da sendikaları da yedekler. Sendika liderleri bir yüzüyle işçiye ekmeği gösterirken diğer yüzüyle o
kesimin aktörlerine bakar. İşte TÜRK-İŞ, kamu işyerleri emekçilerinden sivil ve askeri bürokrasi egemenliğine gelebilecek tehditleri engelliyor. DİSK sınıf ve kitle sendikası tezinde, bir zaman önce sermaye ve hükümetlerin güdümünde, eğitim programları işçi sınıfı bilincinden uzak eleştirileriyle TÜRK-İŞ'ten ayrılmış,bugün sınıfsal yaklaşımını kaybetmiş, sermaye ile uzlaşmış ve üyelerine bir takım haklar sağlama noktasında
sıkışmış kabul ediliyor. Ya da HAK-İŞ, sendikaların sol ya da sağ eğilimine tepkiyle doğrudan islami misyona yönelmiş, bugün hükümet desteği ile Anadolu tüccarı,
zanaatkârı, imalatçısının büyüttüğü devasa sermayenin emekçilerini devletin
ekonomisi alanından çekiyor ve istediği siyasi alanın hizmetine sunuyor...
*
...sonra, Manisa/ Soma'da linyit madeninde saat 15.00 civarında bir trafo patlıyor, ardından yangın çıkıyor. O sırada ocakta olması gerekenden iki kat fazla işçi vardır, vardiya değişikliği deniyor,işçi sağlığı ve iş güvenliğine yeterli önem veriliyor  mu, neden ilave tahliye sistemi yoktur, bilinmiyor! Türkiye tarihinin en büyük maden kazası yüzlerce can almıştır, kan ağlatıyor...
*
Soma Kömür İşletmeciliği, Türkiye Kömür İşletmeleri'nden (TKİ) kömür payı karşılığı devir aldığı Geventepe sahasında 18 milyon ton linyit rezervini çıkarıyor.
Patron,"TKİ Soma'da kömürü kendisi çıkarırken tonunu 130-140 dolara mal ediyordu. Biz ihaleye girip, tonunu TKİ'ye yüzde 15'lik kömür payı dahil 23.80 dolara çıkarma taahhüdü verdik. Gerek biz, gerekse diğer özel şirketler kâr etmesek bu işe girmezdik. Bizim mühendis ve işçilerimiz uzaydan gelmedi. Sadece işi iyi planlamak, özel sektörün çalışma tarzı devreye girdi o kadar " diyordu.
*
Doğrusu,patron büyük yeraltı hazırlıkları yaptırmış, eksi 2 bin metreye kadar, inişli-yokuşlu, bitmez-tükenmez, dar, loş, nemli ve yağlı karalı 5 kilometrelik galeri ağı kazdırmıştı. Galerilere bir vardiyada karınca gibi daha fazla,daha fazla,daha fazla
herbiri kendi dünyasının insanı, çocuk,genç ve orta yaşlı, emeği sudan ucuz
598 işçiyi salmıştı. Bu kadar çok emekle 6 ay gibi kısa sürede kömür üretimini 2,5 kat
arttırmış, aylık 15 bin ton daha sonraki dönemde ise 250 bin ton seviyesine çıkarmıştı...
*
Halbuki, ne Atatürk'ün, "Türkiye halkı îrken, dînen ve kültürel olarak birleşmiş, birbirine karşılıklı hürmet ve fedâkarlık hisleriyle dolu, gelecekleri ve menfaatleri ortak sosyal bir topluluktur" derken "Sosyal Adaleti", "Kanunlar önünde mutlak eşitlik, hiçbir ferde, aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate imtiyaz tanımayan yurttaşları halktan ve halkçı kabul ederiz" derken "Eşitliği", "Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun istikbâlden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkîinden yüksek bir muameleye lâyık sayılamaz" derken "Bağımsızlığı" hedef göstermesinin,
*
Ne de, bu çerçevede Kamu İktisadi Kuruluşlarının (KİT) kuruluş nedenleri ortaya konurken "Milli ihtiyaç ve menfaatlerimizin mübrem kıldığı sanayi şubelerinin bir an önce tahakkuk ettirilmesi ve iktisadi İslahat ve emniyetimizle memleketimizin umumi muvazenesini koruyacak olan bu sanayileşme hareketine hız verilmesi için bütün milli kuvvet ve menba unsurlarından en çok istifade etmek lazım geliyor" denmesinin üzerinden uzun zaman geçmemişti.
*
Bugün Avrupa'da da KİT'ler mal ve hizmet üretmek üzere kurulmuş olan, mali imkanlarının yarıdan fazlası merkezi veya mahalli kamu idareleri tarafından sağlanan veya işletme sonuçlarından bu idarelerin sorumlu bulunduğu ve bunlar tarafından denetlenen girişimler olarak tanımlanıyor. Mal ve hizmet üretimi ile ticari faaliyette bulunmak genel olarak ekonomik nedenlere dayanıyor olsa da bu kurumlar için ideolojik,sosyal adalet ve eşitlik gibi nedenler de kuruluş amaçları içinde yer alıyor.
*
Türkiye Kömür İşletmeleri de böyle bir kuruluştur. Ekonomik kalkınmayı sağlamayı, bir tekeli devlet eliyle işletmeyi, özel sektörün başaramayacağı veya giremeyeceği işleri yapmayı, ekonomiye yön vermeyi,öncülük etmeyi ve en azından bölgesinde gelir dağılımını düzenlemeyi hedefliyordu. Sonra bu kamu mülkiyeti bir çok benzeri gibi özel kesime devredildi, kiralandı, buralardaki mal ya da hizmetin üretim ve dağıtımını sağlamak üzere özel kişilere imtiyaz verildi, yönetimler özel kesime devredildi,
yetkili kamu makamlarınca belirli kurallara bağlanmış mal ve hizmet üretim ve dağıtımları kuralsızlaştırıldı ya da kural koyma ve uygulama yetkisi özerk düzenleyici kuruluşlara bırakıldı: ö-zel-leş-ti-ril-di-ler...
*
İşçiler son olarak "Ekmek, Barış ve Özgürlük" adına ortak kutlama yapmak üzere çalıştıkları iş yerlerinden, fabrikalardan, galerilerden 1 Mayıs'ta alanlara çıkmıştı.
Sömürüsüz, baskısız, insan onuruna yaraşır bir yaşam için: Sosyal adalet, eşitlik, bağımsızlık ve sendikal haklar için yüzyılların üretim felsefesinden gelişen ve genetik kotlarına yerleşip- üretilen dehyroepiandrosteron ve serotonin hormonlarının verdiği dinamizm ve mutlulukla dolu paylaşma ve dayanışma duygusuyla halaylar, marşlar ve
havaya yumruklarla bir bayram coşkusu yaşamak istemişlerdi.
*
Samimiydiler, Atatürk' ten sonraki süreçte yokedilen sosyal adalet, eşitlik ve bağımsızlık hedeflerinde birleşerek, Türk Devriminin gerçeği ve tarihsel rolünü reddederek adaletsizlik, eşitsizlik ve bağımlılıktan yükselen burjuva sınıfına karşı dengelenmek, yeniden sosyal adalet, eşitlik ve bağımsızlığın tesisi için haklarını istemeyi öngörüyorlardı.
*
Birincisi; yeni üretim teknikleri ve artan rekâbette verimliliğin sağlanmasını teminen kendilerinden daha fazla fiziksel emek talep edilmesine karşın, Avrupa'daki gibi işçilerin yönetime katılması, işçi katılımıyla endüstriyel demokrasinin gelişmesini,
Emekleri karşılığında yaşamda ve işyerinde enformasyon ve iletişim ihtiyaçlarının sağlanmasını, tecrübe ve yeteneklerini kullanmayı, çabanın teşvik edilmesini, doyumun sağlanmasını,iş sağlığı ve güvenliği eğitimi istiyorlardı.
İkincisi; Türkiye' de Çalışma Bakanlığının toplu iş sözleşmesi kapsamında gösterdiği 917 bin sendikalı işçi ile yüzde 12 olan sendikalaşma oranının Avrupa' daki, yüzde 12-90 arasında makûl bir seviyeye çıkarılması ve Türkiye endüstriyel demokrasisinin sosyal adalet, eşitlik, bağımsızlık üzerinden yükselmesi için sendikal haklarını istiyorlardı.
*
Çok değil 15 gün önce Başbakan Erdoğan liderliğinde AKP iktidarı unsurları 1 Mayıs Bayramı'nda işçilerin yüzlercesini dövdü, su ve gaz bombardımanına tuttu onlara yaşamı zehir etti. Bugün yüzlercesi hayatı yalnızca niceliksel olarak algılayan bir patronun Soma'da yerin dibindeki kömür galerisinde nitelikleri asla ortaya
çıkarılmayacak olan bir iş kazasında öldü! Bir kader değildi,Türk insanının ruhundan neşr'eden rahmet duaları arş'ı, lânet dilekleri ise gökkubbeyi kapsadı, yumruklarımız sıkıldı... Bitsin,artık bu ızdırap. 15.5.2014
Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com









*
Yorum:
Hem de tutkun bir Kemalist olarak, baştan sona doğru tespitlerle dolu yukardaki yazıya, kırmızı betiklerim doğrultusunda baktığımda; toplum faciasında ki tek sorumlunun, daha doğrusu kitle katilinin; "Erdoğan hükümeti olduğunu düşünmemek mümkün olabilir mi?" diye sormam gereğinin, bir amme görevi olduğunu da biliyorum...
Serendip Altındal

Nurullah AYDIN; (10 Mayıs 2014-ANKARA) KİM, KİME, NE DİYOR, NEYLE SUÇLUYOR

Nurullah AYDIN; 10 Mayıs 2014-ANKARA
KİM, KİME, NE DİYOR, NEYLE SUÇLUYOR
Söyledikleri ve yaptıkları farklı olanlar; toplumda etkili yetkili ve de başarılı oluyor.
Yalancılar, dönekler; her dönem popüler, unvan sahibi oluyorlar, her dönem makamlarda, her dönem servetlerine servet katabiliyorlar. Ve sevenleri hayranları, eksik olmaz.
Nemalanan insanlar, nemalandırır. Ve yalakalarını artırır.
Psikolojik savaş tekniğini, propaganda yöntemlerini çok iyi biliyor ve uyguluyorlar.
Dürüstlük, namuslu olmak, hak ve adalet gözetmek, paylaşmak çok az insanın dilindedir.
Propaganda; psikolojik savaş yöntemlerinden biridir. Amaç rakibi rencide etmek, itibarsızlaştırmak, ona karşı nefret hissi yaratmak ve etkisizleştirmektir.
Rakip özel kelimeler kullanılarak hiç yapmadığı şeyler için suçlanır ve kamuoyunda insanların zihinlerinde yanlış, hatalı bir algı, izlenim oluşturulur.
Etkili propaganda için; kelimelerin inanılır, basit, ilgi çekici ve sık tekrar edilir.
Sıklıkla söylenen, yazılan sözcükler;
Ahlaksızlar
Aldatanlar
Alim müsveddesi
Asrın İftirası
Bir de pişmiş kelle gibi sırıtıyor
Bu isyanı yapanlar
Bu millet senin canına tükürür
Bunlar akıllarını peynirle yemiş
Bunlar fitneyi soktular
Bunlar vatan hainleridir
Bunların inlerine giriyoruz
Casuslar
Çalıyor ama çalışıyor
Çete var
Çıkar şebekesi
Düşmanca muamele ettiler
En büyük dersi vereceğiz
Fosilleşmiş düşünce
Haince kumpas
Haşhaşiler
Hırsızlar
Hukuk tanımazlar
İftira atıyorlar
İhanet senaryosu
İnsanlar kör ve sağır
İstismar aracı
İyot gibi ortaya çıkacaklar
Kalleşçe kurulan tuzak
Kime hizmet ediyorsun
Kirli oyunlar oynanıyor
Mahremimize girdiler
Masum saf temiz insanlar karalanıyor
Oyun çok büyük
Ölü yıkayıcıları
Örgüt başı
Söyledikleri ile yaptıkları tam zıt
Şantaj yapılıyor
Şeffaflık yok
Tehdit ediyorlar
Utanmadan pişkinlikle konuşuyorlar
Yolsuzluk havuzu kurdular
Yolsuzluk ve rüşvet toplumu oluştu
Zan altında bırakmaya çalıştılar
Bu sözler söyleniyor da değişen bir şey oluyor mu? Hayır. Herkes halinden memnun. Memnun olmayanlar ise; insan gibi insan olan, adam gibi adam olan idealist insanlar.
Günün Sözü: unutma ki iyiler de, kötüler de ölecektir. Biri hayırla bir lanetle anılacaktır.

FITRAT! (SOMA) Mehmet Necati GÜNGÖR

FITRAT!...
Mehmet Necati GÜNGÖR
Bu satırları yazmaya başladığım sırada ekranda görünen şehit sayısı 282.
Ben onlara “ölü” diyemiyorum.
76 milyonun yüreğine oturan bir acının kahramanları ölü olamazlar.
Her ne kadar birileri, “ölüm madencinin fıtratında var” dese de,
Bu facianın “fıtrat” nedeniyle olduğuna inanacak kadar safgillerden değilim.
Buna kader de denemez.
Allah, bazı kullarının alnına mutluluğu, diğerlerininkine kahredici acıları yazmaz.
Allah adil-i mutlaktır.
Külli irade kendisine, cüz-i irade biz aciz kullarına aittir.
Akıl vermiş, kullanalım diye.
Vicdan vermiş, hissedelim diye.
Göz vermiş, görelim diye.
Bunların hepsini bir kenara it, “fıtrat” de.
Yapmayın;
Başarılarınızı kendinize yazmaktan,
Bütün kusurlarınızı Allah'a yüklemekten vazgeçin!
Allah sizin -haşa- suç ortağınız değildir!
Allah trafo patlatmaz!
Trafoyu sizin ihmalleriniz patlatır.
Ya da -zekâ küpü bakanınızın tabiriyle- kedi girerse...
Ne tesadüf; seçim gecesi aynı dakikalarda 40 trafoyu birden kediler basmıştı da sandık başlarındaki elektrikler kesilmişti.
İktidara yakın şerefli iş adamlarından biri twit atmış:
“Zamanlama manidar” demiş.
Bu iş “sabotaj” olabilirmiş.
Zaman, yalakalık zamanıdır ya;
“Bu iş paralellerin işi olabilir” imasında bulunmuş.
Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşıyor ya;
Birileri Tayyip beyimizi yıpratmak için 282 işçimizin canına kıymış.
Bu da paralellerin işi olabilirmiş!
Vicdanlar kömür karasına bürünmüş artık.
Ne deseniz yeridir.
Olan 282 cana oldu,
Bir o kadarı da yerin altında.
Rakamın büyümesinden korkuyoruz.
Milletin yüreği yanıyor.
Birileri ise yalan ve riyakârlık üreterek göze girme peşinde.
Sormazlar mı;
Madem önergeyi reddettiniz,
Bari içeriğine bakıp tedbirinizi alsaydınız;
Ne bu elim kazayı yaşardık,
Ne siz kıçınızdaki plakadan olurdunuz.
Bu cinayetin hesabı sorulacaktır elbet.
Kanıtlar?
Fıtratında!
Başbakandan iyi mi bilelceksiniz?
Şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyorum.
Yaralılara acil şifa; Ailelerine ve Yüce Türk milletine sabır niyaz ediyorum.

9 Mayıs 2014 Cuma

MERKEZDE TECRÜBELİ AKTÖRLER SAHAYA İNİYOR (1, 2) HÜSEYİN HAKKI KAHVECİ

Merkez’de tecrübeli aktörler sahaya iniyor (1)
Hüseyin Hakkı KAHVECİ, 07 Mayıs 2014 Çarşamba
Maalesef, Merkez Sağ’ın marka isimleri bugün farklı mekânlarda kalabalıkları coştururken ya da sessiz kalırken atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Bugünden itibaren Ankara ve Türkiye’nin her tarafında çok önemli olgunlaşmış bir süreci yazama gereği duydum.
2013 Haziran ayından itibaren bazı eski milletvekilleri, kaldı ki bunlar Çaplı, Korkmayan ,Candan adamlar. Bundan önceki yıllarda siyasette genel başkanlık dahi yapmış isimlerde Haziran’dan itibaren bir hareketlenme başlamıştı.
Yani ismini telaffuz etmediğim isimler Teyyare isimler değil.
Siyasette marka olmuş isimler. Kaldı ki bu isimlerden bazıları DP Genel Başkanı Gültekin Uysal’ı kongreden önce davet ettiler. Hatta Çetin Açıkgöz’le bizzat görüştüler. Yani DYP genel başkanıyla. Uyardılar. Hatta ve hatta seçimin sonucunun Sıfır olacağını söylediler.
Genç ve yakışıklı olmak siyasette pirim yapmıyor. Siyasette birikim ve hareket pirim yapıyor.
Gelinen noktada isimlerin oluşturduğu çok güçlü halka, AKP’nin sahaya saldığı isimlerin “Yeni parti kuruyoruz” muhabbeti ile Merkez oluşumu pasifize etme girişimi başarıya ulaşamadı.
Çünkü bahsi geçen yirmi beş kişilik ana kadronun tamamı bizatihi açıklamaları gündem olan siyasi forvet diyebileceğimiz isimlerden oluşuyor.
Bu isimlerin içerisinde Sol cenahtan, Merkez Sağ kanattan, Muhafazakâr yapıdan, Merkez ve Liberal yapıdan çok önemli isimler yer alıyor.
Mesela açık ve net söyleyeyim. Muhalefete 30 Mart Seçim avansı veren hareketin ana kadrosu, eğer seçimlere girmiş olsaydı, Antalya, Mersin, Adana, Yalova gibi AKP, CHP ve MHP’nin aldığı illeri öyle az farkla değil, büyük bir farkla alırdı. Başka bir şey daha söyleyeyim. Ana kadro en aşağı büyüklü, küçüklü yüze yakın ilçenin belediye başkanlığını kazanırdı.
Ama şunu dediler.”30 Mart Seçimleri Milat Olacak. Muhalefete bu şansı veriyoruz. Sonra kimse kalkıp demesin… Ayağımıza çelme taktılar.”diyerek destek verdiler. Bu konuda Yalova ve Adana örneğini yüzde yüz hareketin bu illerde muhalefete verdiği destekle seçimin sonucunun bu şekilde çıktığını teyit edebilirim.
Hareketin beyin takımında yer alan isimleri AKP adına pasifize edilmek için başlarına da Prof unvanı olan ve on iki yıldır AKP saflarında yer alan isimler tarafından pasifize operasyonu yapılmaya çalışıldı. Fakat AKP’ye yakın isimlerin hesap etmediği tek şey “Siyasete Dönmesi Muhtemel İsimlerin zekâ yönünden karşı taraftan daha zeki olmalarıydı. Biliyorlardı ki oyalanarak pasifize edilecek ve AKP’nin önünde oluşabilecek engeli kaldırma amacı güdenler vaatte bulunu-yordu.” Efendim merkez oluşum falan, filan muhabbetini yemediler.
Şimdi Demokrat Parti veya Doğru Yol Partisi veya diğerleri bu çatıya çağrıldıkları halde maalesef gerek görmediler. Binde Sıfır oy oranlarıyla seçimden çıktılar. Hala başarılı olduklarını söylü-yorlarsa bu züldür.
Ve DP ‘li Muhtar Mahramlı’nın ,Demokrat Zafer’de ;Yekta Yaktı’ya verdiği röportajı okudum.Mahramlı bir çok şeyi doğru söylemiş.Fakat Uysal’ın 2011 Haziran seçimlerinde DP’den neden milletvekili adayı olmadığını söylememiş.Ya da kendisinin,ya da bugünkü DP ‘ye binde sıfır çektiren kadrosunda yer alanların…
Muhtar bey umarım bunlara da cevap verir. Fakat inanmak ne kadar önemliyse başarmak o kadar önemlidir. Başına koyacak olduğun adamın yani Lider olacak kişinin yaptığı açıklamalara bakarsa Mahramlı bey, görecek ki Nevval Sevindi’nin söylediği gibi Gargara yapılıyor.
*
Merkez’de çatının adresi mevcutlar değil. Yeni bir adres (2)
Hüseyin Hakkı KAHVECİ, 08 Mayıs 2014 Perşembe
Binde sıfırlık oylarıyla çatı biziz diyerek gezenlere gülüyorum. Çatı sizseniz o zaman neden binde sıfırsınız? Cevap veremezler. Merkezi çökerten isimler sözde merkezde toplanma çağrısı yapıyor. Onlar bu çağrıyı yaptıkça Merkez’İ işgal etmiş olan AKP iktidar olmaya devam eder.
DYP ve ANAP’ın geçmişteki en büyük hatası milletvekili olarak parlamentoya soktuğu isimlerdir.
Şöyle bakalım; Cemil Çiçek TBMM Başkanı olarak siyasi hayata Anavatan Partisinde başladı. Aynı şekilde Abdülkadir Aksu, Vecdi Gönül gibi isimler bugün nerede? AKP’deler ve AKP’nin kurucuları arasında yer aldılar. Peki, bu isimlerin geçmişinde siyaset yaptıkları yerden farklı olarak AKP’de ne vardı ? Bana göre artı hiçbir şey yok. Fakat kendilerini 1980’lerde Merkez Sağ, Milliyetçi veya derin devlet diye konumlandırarak bugün hala o sıralarda oturuyorlar.
Adlarını duymaktan, yüzlerini görmekten bezdik. Fakat onlar hala oralarda siyaset erbabı olarak oturmaktan bıkmadılar.
Sahi bugün DYP ‘de milletvekilliği ve bakanlık yapmış ona Köksal Toptan, Hasan Sağlam gibi isimler veya Meral Akşener, Celal Adan, Sümer Oral, Bahattin Şeker gibi isimlere Merkez Sağ neyi vermedi? Hepsini bakan yaptı. Bir laf vardır. “Sizleri Adam eyledi” diye, bugün neredeler?
Menfaatleri neredeyse oradalar. Boş insanların hala siyaset sahnesini boşa işgal ettiği yerdeyiz.
Ayıbın daniskası burada başlıyor. İnsana sorarlar? Hani sen merkez sağdın? O da cevap verir. Biz gömlek değiştirdik.
Dün yazımda belirtmiştim. Merkez sağ, ortanın solu veya sol,sağ kavramları artık bitmiştir. Tek bir kavram kamıştır. O da Milli Veya Gayri Milli.
Bu kavramın oturacak olduğu yer Merkez’dir.
Bugünlerde Türkiye genelinde devam eden hummalı çalışma kısa bir süre sonra bir deklaras-yonla Türkiye’ye açıklanacak.Her kim gayri milli cephede yer almışsa ben gömlek değiştirdim diyerek Milli cepheye dönemeyecek. Tabi yapılan ihanetlerin hesabı kişinin kendisinden sorulmasa bile çocuğundan, torunundan bir gün elbet sorulur. Hayat böyle rövanş veriyor.
Yolsuzluk ve rüşvetin artık Günah Ve Suç olmadığı bir Türkiye’de yaşıyoruz. Rüşvet ve yolsuz-luğun adı kimine göre havuz oldu. Kimine göre ise himmet. Bu toplum 2002 ‘ye kadar uygarlaşmaya çalışırken şimdilerde kabile kanunlarının geçerli olduğu örneğini Yemen, Somali,Sudan’da göreceğiniz şekilde yönetilmeye çalışılıyor.
Hukuk adı altında kurumsallaştırılan onlarca yılın birikimi çöpe gitmiş. Hukuk artık kendi kendisini yargılama noktasına gelmişken, Türkiye için zaruret Muhalefetin yapamadığını yapacak Yeni Bir Muhalefetin bugün için oluşmasıydı. Şimdi bu oluyor. Kimse kalkıp şunu demesin. Efendim MHP barajı geçemezse, iyide geçtide ne oldu? Kürsülerden konuşmak millete çözüm olmuyor. MHP bu haliyle bu kadar yaşanana rağmen Sağ seçmen dediğimiz kitleye kendisini kabul ettiremiyor.
Ya CHP, bunca muhalefete ve argümana rağmen sonuç CHP içinde maalesef. Seçimden önce ekranlarda sandık başında yüz binleri diktiğini söyleyen MHP ve CHP sandık başına kimi diktiğini fark edememiş.
Benim oyumu koruyamayan, bu mücadeleyi veremeyen muhalefeti ne yapayım. 2015 Genel seçimlerine kadar Muhalefet boşluğunu dolduracak, 2015 genel seçimlerinde iktidara alternatif olacak Merkez ‘in açıklanmasına çok az kaldı. Maalesef muhalefete ve iktidara bugünden sonra Yeni muhalefet çok fazla pirim vermez. Benden söylemesi. Muhalefete verilen on iki yıllık avansın sonucu bu. Kaldı ki siyasetin büyüklerinin rahatsızlığı her ne kadar AKP’dense bile en büyük rahatsızlıkları muhalefetin başarısız olmasında.
Ülkeme hayırlı olsun. (ANAYURT: 07/08 MAYIS 2014) 

11 MAYIS ANNELER GÜNÜ YA BİR DEMET KIR ÇİÇEĞİ, YA DA BİR DEMET GÖNÜLDEN GELEN DUA İLE ANNELERİMİZİ BU GÜNDE UNUTMAYALIM., Cemal ÇALIŞKAN

11 MAYIS ANNELER GÜNÜ
YA BİR DEMET KIR ÇİÇEĞİ, YA DA BİR DEMET GÖNÜLDEN GELEN DUA İLE ANNELERİMİZİ BU GÜNDE UNUTMAYALIM
Cemal ÇALIŞKAN
CEMAL ÇALIŞKAN
Küçükken evden ayrılıp çalışmak için kırlara gittiğimde, sanki anamın öleceği aklıma gelir, gün boyu hep ağladım. Ogünlerde anamdan gayrı hiç kimse aklıma gelmezdi. Varsa yoksa yalnız anamdı aklıma gelen. Çok önceki yıllar, köyden çıkıp başka şehre gittiğimde, yanımda köyden götürdüğüm bir taş vardı. Yalnız kaldığım günler hep o taşla hasbıhal ederdim. Köyden uzaklaşıp yaşamaya ayak uydurup alışınca, köyle birlikte anamda aklımdan çıkıp gitmişti. Onun yerini aklımda Allah kalmıştı. Hep Allah'la beraber yaşar olmuştum. Anam hayatını kaybedip de gidince yeniden anam aklıma gelmeye ve anam aklımdan çıkmaz olmuştu. İşte anneler gününde samimiyetle bu duygularımı ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Anne denince, gönüllere bir sıcak his ve duygularla dolar kucaklar. Yanaklarımıza konan annelerimizin dudak busesinin sıcaklık duygusuna hangi şeylerde duyup hissederiz? Gönlümüzü akan manevi duygu aydınlığının sesini kulaklarımız işitiyor gönüllerimize ışıklar dolar. Annelerin bulunduğu evlerde şu sesler yankılanır “kızım, oğlum” ifade eden cennet kokulu ahenkli yankılanan sedaları duyarız. Annenin olduğu evlerde yaşam vardır. Huzur ve sevgi vardır. Annenin olduğu evlerde evlatlar mutludur, anneler çocuklarının isteklerine amadedir.  Annenin olduğu yerde yaşam kolaydır. Anneninim olduğu yerde çalışma sonrası herkes istirahata koşarken anne de mutfağa koşmuştur. Tek sebep aile mutlu olsun huzur olsun. Anne bulunduğu yerlere bereket, evlere uğur getirmiştir. Hayata canlılık katar, monotonluğu ve donukluğu evden kovar. Annenin olduğu yerde herkes yorulur, diğerleri hasta olabilir. Anne yorulmaz ve hasta olmaz. Anne sanki asker gibi her an nöbettedir.
Anne çocukları için hayaller kurar, çocuklarını bazen subay, öğretmen, avukat veya bir makamı işkâl ettiğini düşünür. Bu günlerin gelmesi ve o günü görmek için çocuklarıyla birlikte ders çalışır, onunla birlikte sabahlar. Onunla okul bitirir ve onunla yaşar. Anneler yemezler yedirirler, giymezler giydirirlerdi.
Okulda olduğum zamanlarda, sınıfın birinde öğrencinin biri camı kırmıştı. Camı kıran öğrencinin velisi okula çağrılmıştı. Aile gayet fakirdi. Anne şöyle dert yanıyordu.” Hocam, pazardan az sayıda meyve alırız. Çocukların yemesi için mevsimler geçer midemiz meyve görmez” demişti. Anneler hamile kaldıklarından itibaren çocuğuyla beraber yeniden doğar ve yeniden onunla büyümeye başlar. Çocukların anne karnında geçirdikleri dokuz ay, hamile olan anne, çocuğu için nelere tahammül edip nelerden çocuğu için mahrum kaldığını hala habersiz mi kalacağız? Bu sebeple dinimiz babanın bir hakkını söylerken, yerine annenin üç hak varlığından söz etmiştir. Anneler, çocuk doğduktan sonra bütün yorgunlukları sona ermiş, bütün mutlulukları tatmış olur. Bundan sonra dua eder. talihinin hayırlı olması için dua eder. Neden annenin duası Allah yanında makbul olduğunu, öğrenmiş olduk. Annelik kahramanlık muzaffer komutanlıktır.
Çocukların geleceği, küçüklüğünde gizlidir. Bu nedenle atalarımız “ Adam olacak çocuk, çocukluğundan belli olur” denmişlerdir. Adeta anne, doğan çocukta onun geleceğini görür. Onun gelecekteki elde edeceği başarıları hayal eder. Her konuşmalarında anneler çocuklarının geleceğine ve talihlerinin hayırlı olmasına dua ederler. Çünkü atalarımız “ağzından hayır çıkın ki, başına hayır gelsin” demişlerdir.
Nasıl ki elbise dilken terzi, diktiği elbisede kendisini ele verirse, davranışlarımızda ailemizi özellikle çocuğun hangi annenin kim olduğunu ele verir. Özellikle bu olaylar, küçük yerleşimlerde daha da bir açığa çıkar. Oğlan babasına, kızda annesini çeker demişler. Anneler ve evlatlar arasında hoş ve istenmeyen olaylar olması mümkündür. Bu olaylar anneleri daha da çok yıpratıyor. Annesine karşı yaptığı haksızlıklar evlatları, anne ölümünden sonra her hatırlanışta yıpratır, aklına geldikçe da hüzünlendirir. Anneler hamilelikte bile çocuğunu düşünerek doktorun verdiği ilaçları, çocuk zarar görür endişesiyle kullanmazlar. Zevklerinden vaz geçip mahrumiyetlere katlanırlar. Buna karşılık evlatlar nankörlükten asla vaz geçmezler.
Günümüzde unutulan güzel geleneğimizden bir tanesi de, köylerde bir çocuğun birden fazla “sütannesi” olurdu. Böylece çocukların sütkardeşleri, sütbabalar da olurdu. Böylece sevenleri, yardımcı olurdu. Her konuda önderimiz olan efendimiz anneler gününde de bize örnektir. Efendimiz annesini altı yaşında kaybetmişti. Bu nedenle efendimizi amcasının hanımı, Fatma Hanım eliyle büyütülmüştü. Efendimiz bu muhterem hanım vefat ettiği vakit, namazını kıldırmış, kabrine toprak almış ve ağlamıştı. Ağlamasının nedenini soranlara şöyle yanıt vermişti. O benim annemden sonra annemdir. bana kendi çocuklarından daha fazla itine ederdi. Onlardan önce beni doyurur, beni giydirir ve beni yıkardı. Cevabını vermiştir. Bütün bu kutlamalar bize “Avrupa’dan” gelmiştir diye, Bazı sığ düşünceliler küçümsemiş, bunları kapitalizme ve Hıristiyan kültürüne bağlamışlardı.
Hâlbuki dinimiz iyi şeyler konusunda şunu söylemiştir. Sunulan kapa bakmazdı. İçinde neyin var olduğuna bakardı. Avrupa’dan alınan sadece ilim değildi. Verdikleri öğütler de tutulmalıydı. İşte tarihi bir olay: Osmanlı padişahı 3. Ahmet Avrupalı bir Bilge kraldan gelecekten haber vermesi söyleyecek bir müneccim ister. Kral şu yanıtı verir.”Benim yıldızlarım aklımdır. Yıldızların ne dediğini bilen uzmanlarım vardır. Yeryüzünde nelerin olup bittiğini bilen, âlimlerim vardır. İstersen bunlardan sana göndereyim, diye cevap verir. Annelerimizin bir şey yapma aklımıza ve gönüllerimize yer etmelidir.
            ***  
    AHLAK İNSANLIĞIN ORTAK PAYDASIDIR
Cemal ÇALIŞKAN
İnsan Müşrik bile olsa, aile ve toplumdan edindiği alışkanlıklar örf- adetle güzel ve erdemli davranarak örnek davranışlı olabilir. Hicret öncesi peygamberimizi öldürmek için evini kuşatan kırk genç, isteselerdi sabahı beklemeden yalın kılıç eve girer, efendimizi öldürebilirlerdi. Fakat o gençler bunu yapmak yerine, sabahı bekleyip gözle görüp sabah aydınlığını beklediler. Neden mi? Çünkü Arap geleneğinde böyle insanı habersiz öldürmek yasak ve en adi kötü bir davranış olarak kabul ediliyordu. Habersiz öldürmek toplumda insanı küçültüyor ve ayıplanıyordu. İnsanlar bundan dolayı uzak duruyorlardı. Yani kalleşlik en kötü huy olarak kabul edilmişti. Bir Arap, hasmı tarafından öldürüleceğini anladığı zaman bir başka Arap’ın himayesine girerse, “o adam da onu himayesine aldığını ilan edip söylerse”, ona kimse zarar veremezdi. İşte bu güzel davranış esnasında efendimize Allah yol gösterip müşriklerin kurdukları tuzaktan kurtarmıştır.
Günümüzde olmayan bu güzel âdeti o günün müşriklerinde bulunuyordu. İşte bu güzel mertlik âdeti, müşrik Araplarda farklılık yaratıyordu. Günümüzdeki olaylara bakarak,  yani filana kızıp onun bir yakınını öldürmek, bilmem hangi habersiz gizli katillikler yapanların toplumda rağbet ve saygı görmesi, bu huyların yaygınlık kazanması ahlaki yönden toplumun ne kadar aşağıda olduğunun göstergesidir. Ülkemiz kendi evininin önünü temizlemek yerine, bazı desteklediği sivil örgütleri de kullanarak İslam ülkelerine idareye kalkışması, ülkenin geldiği tehlikeli hali gözden kaçırmayı, dikkatleri başka tarafa çekme gayesi gütmektedir.
İktidarın tahakkümü altına girmeyen, alnı secdeli İnsanları kötülemek ve dışlamak vatan haini yaftasını yapıştırmak, çok kolay olmaktadır. Siyaset insana olmazları olur yaptırıyor.
İktidar temsilcileri, dışarıdakiler için ağladıkları kadar, bu ülkeye vergisini verip askerlik yapanların çocukları içinde ağlamaları gerekir. Atatürk dinin yanlış anlaşılıp insanları ve ülkeyi felakete götürecek şekilde kullanılmaması için her türlü tedbiri almış olmasına karşılık, dini kullananlar tarafından alınmış olan bu tedbirler, bir bir ortadan kaldırılmıştır. Böylece toplumu dinle hipnoz etmenin yolları açılmış, yolcuları çoğaltılmıştır.
Günümüzü anlatan efendimizin sözleri” Bir zaman gelecek, kâfirler Müslüman topraklarını bir birlerine buyurun buyurun diyerek peşkeş çekecekler.” Orada bulunanlar  ” Ya Resulallah, o zaman Müslümanların durumu ne olacak?”diye sordular. Efendimiz “Müslümanlar çekirgeler gibi sayısı çok olacaklar. Fakat gönüllerine dünya sevgisi hâkim olacak. Saman çöpleri gibi dağınık ve güçlerini tüketmiş olacaklardır.”buyurmuştur.
            Günümüzde Irak, Suriye, Libya ve Afganistan’da bu gücü ve otoriteyi parçalayıp da ülkelerini bu hale sokanları Ak partililer ve bazı sivil toplum kuruluşları tarafından desteklemekte, inançları da amaçları için kullanmaktalar. Hiçbir insan hayatı, dünya kazancı için kullanılacak kadar basit olmamalıdır. Müslüman ahlakı inkârcı da, inkârcının ahlakı da Müslüman da bulunabilir. Müminin ahlakının bir inkârcı da bulunması, Onu Müslüman yapmaz, ama güzel insan yapar. Allah indinde Müslüman muamelesi görmese de, iyi insan muamelesi görür. Çünkü ayette” Salih amel işleyen Yahudi, Hıristiyan ve sabilerin yaptıkları iyi amellerin karşılığı ödenecektir” buyrulmuştur. Bir Müslüman’da da inkârcının ahlakının bulunması, onu inkârcı yapmaz. Yine o Allah indinde Mümin muamelesi görür, fakat iyi insan muamelesi göremez. 
Müslümanlığın inanç sisteminin tamamı Kuranı Kerimde, iyi insan yetiştirmeye hasretmiştir. Günümüzde İyi insan, İslam toplumunda pek de muteber görülmüyor. Çünkü bunun böyle olduğu sivil hayatımızda ve devlet kademelerinde bolca görülmektedir. Muhafazakâr kesimde İyi insan muteber değil, fakat uyanık ve işini bilen insanlar muteber tutuluyor. Kuran’da kâfirlerden söz edilirken” Onların Kabir ehlinin yaşamaktan ümitlerini kestiği gibi kâfirlerin de,  ahretten ümit kestikleri haber verilmektedir. Acaba Müslümanlar bir araya gelip bir şeyler yapmaktan ümitlerini mi kestiler. Niçin olaylara, dışarının ardına takılıp gitmekteler? Hz. Musa çölde giderken “Ya rabbi kulların en sevgilisi hangisidir? Allah “ beni anan ve beni unutmayandır.” –En hikmetlisi kimdir? -Allah “ Hak, adaletle hükmeden ve havasına uymayanlardır”. -En âlim kulun kimdir? -Allah “belki bir kelimeye rast gelirimde, o kelimeyle doğruyu gösterip bir felaketten insanları kurtarırım diye ilim toplayan kimsedir.” Buyurdu.-Benden âlim kimdir? -Allah, “iki denizin birleştiği yerde olan adamdır,” buyurdu.  Hz. Musa o adamı bulmak için yanındaki gençle kızıl denize gitti. -Hz. Hızır’la Musa’nın kıssası, Kuranda uzun uzadıya anlatılır.
Bazı ülkelerin başına gelecek olaylar, gelmeden önce belli olur. O zaman uyanmanın da faydası olmayacaktır. Ayet “yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen her hangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Bu Allaha göre kolaydır” buyrulmuştur.  Fakat Allah, olayların vuku bulmaması için tedbir almayı bize yasaklanamamıştır. Adım adım Kürtlerin güçlenip devlete kafa tutar hale gelmesinde ortamı hazırlayan kimdir? Suriye’yi zayıflatıp başına gelen felakete engel olmasına yardım etmek yerine, hem o devletin hem de bizim devletimizin başına bela olacakların güçlenmesine yardımcı olmak akıl karımıdır? Ya devlet başa, ya da kuzgun leşe deyip devletin gücünü ülkenin dağında taşında ve toprağında adaletle duyurulması temennisiyle…

7 Mayıs 2014 Çarşamba

TOPLUM VE TEŞKİLATLANMA; Nevzat Laleli, HAY-DER Genel Başkanı

TOPLUM VE TEŞKİLATLANMA
Nevzat Laleli, HAY-DER Genel Başkanı (*)
            İnsan, topluluk halinde yaşamaya mecbur bir varlıktır. İhtiyacı olan her şeyi bir insanın kendisinin yapması ve kullanması mümkün değildir. Değişik üretim ve imalat madde ve malzemeleri, ihtiyacı olan insanlar tarafından alınarak kullanır.
            Dışarıdan gelebilecek her türlü tehlikelere karşı da (düşman, tabii afetler) o tehlikenin bertaraf edebilmesi için yine insanlar topluluklar halinde yaşamaya mecbur kılar.
            Bizim toplumumuzda ilim öğrenmek ve nefis terbiyesi yapabilmek de gene toplum halinde (cemaat) yaşamamızı gerekli kılmaktadır.
            İnsanlar, toplum haline gelirlerken duruma göre ya öbek öbek (cemaat) olarak veya adına teşkilat (piramidi) şekilde bir araya gelmektedirler.
            Konumuz “teşkilat piramidi” olduğundan biz bu yazımızda piramidi ve bu piramidin oluş şekli üzerinde durmaya çalışacağım.
            Toplumun güçlenmesini sağlamak, o topluma gelebilecek her türlü tehlikeyi bertaraf edebilmek, toplumu oluşturan fertler arasında bir organizasyon kurmak, toplum için gereken işlerin yapılabilmesi için görev taksimatları yapmak, o görevlerin takip ve intacını sağlamak, insanların bir piramit görüntüsünde bir araya gelmeleri ile mümkündür.
            Piramidin en üstünde o topluluğu idare eden bir başkan bulunur. Bir aşağı kademede onun yardımcıları, danışmanları yer almıştır. Daha aşağı kademede yukarıdan verilen emirlerin ve isteklerin yapılmalarını sağlayacak yöneticiler gelmektedir. En alt tabakada ise yönetilenler yani halk (teşkilat üyeleri) yer alır. Bu piramidin tepesinde bir kişinin bulunmasına rağmen en alt kademesinde belki de milyonlarca insan vardır.
            PİRAMİDİN KARŞIMIZA ÇIKTIĞI YERLER
            Teşkilat piramidi, bu yapıya sahip derneklerde, vakıflarda, partilerde, belediyelerde, askeri kuruluşlarda, şirketlerde ve nihayet devletin kuruluşunda karşımıza çıkmaktadır.
            Bir derneğin başkanı vardır, yardımcıları vardır. İlk halkanın altında o derneğin il ve ilçelerde ki şube ve temsilcilikleri bulunur. Hepsinin altında o derneğin üyeleri yer almıştır.
            Bir askeri kuruluş olan orduda da başta bir Genel Kurmay Başkanı bulunur. Sonra Kara, hava ve deniz kuvvetleri komutanları ile Jandarma komutanı bulunur. Piramidin başından aşağıya doru inildikçe daha küçük rütbeli subaylar ve en alt tabakada ise erat (askerler) bulunmaktadır.
            Devlet yapısı da yine teşkilat piramidi şeklinde organize olmuş insanlar topluluğudur. En başta Devlet Başkanı veya Cumhurbaşkanı yer alır. Sonra Başbakan veya Bakanları, daha sonra Müsteşarlıklar ve Genel Müdürlükler bulunur. Her bir Bakanlığın il ve ilçelerde birimleri ve en tabanda da halk bulunmaktadır.
            Yukarıdan verilen emirler ve taleplerin aşağı katmanlarda ki insanlara ulaşması, aşağı kademelerde yapılan işlerin sonuçlarının (raporlarının) yukarıya iletilmesinde görevli insanlar vardır. Böylece bu piramidin aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya devamlı bir canlılık ve hareketlilik bulunur.
            Bu organize insanları yok etmek veya o toplumu kendi isteklerine esir etmek isteyen o toplumun düşmanları, öncelikle bu piramidin başında bulunan insanla uğraşırlar. Onu öldürerek (Pakistan Devlet Başkanı Ziya-ül Hak gibi) saf dışı bırakmak veya değiştirmek suretiyle piramidin içinde yer alan bütün insanları kendi arzularına göre kullanabilirler.
            ASR-I SAADETTE SOSYAL YAPI
            Peygamberimiz, İslam’ın ilk tebliğ (duyurma) döneminde yalınız bulunuyor ve yalınız çalışıyordu. Yapılan tebliğler karşılık buldu ve birer ikişer insanlar inanmaya ve Müslüman olmaya başladılar.
            Peygamberimiz, bu yeni Müslümanları eğitmeye, onları inandıkları bir davada nasıl fedakârlık (mal, gençlik, sıhhat, ilim ve nefes) yapmaları gerektiğini onlara telkin ediyor ve hatta bunu sadece nazari (teorik) olarak değil ameli (filen) yapmalarını da sağlıyordu. Bu işler için ise “darül Erkam – Erkam’ın evi” ni kullanıyordu. Bu sosyal yapılanma bugün bir alim veya bir Şeyh efendinin etrafında toplanan ve adına “cemaat” denilen şekildi.
            Ancak bu sosyal yapı Müslümanları, Mekke Müşriklerinin zulümlerinde kurtarmaya yetmiyor, Mekke’de yaşanan kötülüklerin Müslümanlara bulaşmasına engel olamıyor ve Müslümanların inandıkları gibi yaşamalarını sağlayacak bir ortam sağlayamıyordu.
            Müslümanlarda ki bu sosyal yapının değişmesi ve onların “Teşkilat piramidini” şeklinde organize olmaya başlamaları, ancak bisetin (Peygamberliğin) 12. yılında karşılaşıyoruz.
Medine’den Mekke’ye gelen 12 Müslüman, Peygamberimizle Akabe kayalıklarında buluşarak, ona biat ettiler. Medineli Müslümanlar bu biatlarıyla, Allah ve Resulüne iman etmekle kalmamış, Hazret-i Muhammed (s.a.s) Efendimizi kendilerine Baş (İmam, reis, komutan) olduğunu da kabul etmiş oluyorlardı. Nitekim Peygamberimiz, bu oluşumu gizli tutmak ve oluşumdan Müşriklerin haberdar olmasını önlemek için “Biat merasimini” Darül Erkam’da yapmamış, Mekke’den 10 km. kadar uzakta “Akabe kayalıklarında” yapmıştı.
            İmam-ı Gazali Hazretleri İhyay-ı Ulumiddin adlı eserinde Peygamberimizin 3 vasfı (özelliği) olduğunu, bunlardan ilkinin “Nübüvvet vasfı (Peygamberlik)” ikincisinin “İmamet (Başkanlık, liderlik, ordu kumandanlığı) vasfı” üçüncü vasfının ise “Hâkimlik, kadılık vasfı” bulunduğunu belirtmektedir.
            Asr-ı Saadet Müslümanları, Peygamberimizin Nübüvvet vasfına İman, İmamet vasfına biat, Hâkimlik vasfına da verdiği kararlara kabul etmekle karşılık vermişlerdir.
            (*) Gençlik inceleme yazı serisi

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Mehmet Necati GÜNGÖR; "MERKEZ SAĞ'DA HAREKETLENME"!...

                    MERKEZ SAĞDA HAREKETLENME...

“Merkez Sağ'ı ihya” hareketi başladı.
İlk toplantı, ANAP eski Afyon Milletvekili Gaffar Yakın'ın girişimiyle başladı.
Gaffar bey, ülke meseleleriyle yakından ilgili bir siyasetçi.
Ülkenin gidişatı ve geleceği adına kafa patlatan bir vatansever.
Gidişattan O da kaygılı.
Bu kısır döngünün ancak “Merkez sağ” diye bilinen siyasi geleneğin ihya edilmesiyle mümkün olacağını düşünüyor. “Tek başıma da kalsam, bu arayışı sürdüreceğim” dedi.
Ki, siyasi denklem de bunu gösteriyor.
AKP'nin içinde en az yüzde 30 oranında merkez sağ oy var.
DYP'den, ANAP'dan ve benzeri siyasi görüşlerden oy kümeleri.
Rahmetli Bölükbaşı'nın “zelzele çadırı” diye nitelediği, kendileri için geçici buldukları bu yerde “daimi iskân” için inşa edilecek konutlarını bekliyorlar.
Bitince hemen taşınacakları aşikâr.
Zira, bulundukları yerde adam yerine konulmadıklarını, sadece oy için dolgu malzemesi gibi kullanıldıklarını hissediyorlar.
Mutlu değiller.
Onun içindir ki bu yeri sahiplenmiyorlar.
“Evim de evim!” diyorlar.
Ama önlerine düşüp, “hadi taşınalım!” diyen yok.
İşte Gaffar Yakın, bu yolu açmak için yollara düşmüş.
İlk toplantı, geçtiğimiz Cuma günü Anadolu Kulübü'nde eski DYP'lilerle yapıldı.
Sonraki toplantı ANAP'lılarla olacak.
DYP'nin ağır topları oradaydı.
Toplantıya eski Milli Eğitim Bakanlarından Ali Naili Erdem başkanlık etti.
Esat Kıratlıoğlu'ndan tutun, Nevzat Ercan'a varıncaya kadar 50'ye yakın eski parlamenter ve bürokrat.
Söz alanlar, “gidişatın iyi olmadığı, ülkenin felâkete sürüklendiği” görüşünde ittifak halinde.
Merkez çatı olarak DP'yi düşünüyorlar.
DP sevdalılarından olan yazar Mustafa Nevruz Sınacı güncellenmiş program ve tüzük, tazelenmiş bir yönetimle DP çatısı altında yola devam edilmesini savundu.
Bu görüşe itiraz eden çıkmıyor.
Başka alternatifler de düşünebilir elbette.
Ana konu; “Merkez Sağ”ın yeniden yapılanması ve siyasette yeniden var edilmesi.
Merkez Sağın olmadığı bir siyaset noksanlıkla malül.
Herkes bunun bilincinde.
Günün en önemli konuşması ve vurgusu Ali Naili Erdem'den.
Herkesi dinledi, sonra her şeyi toparlayan etkili bir konuşma yaptı.
Ellerin, taşın altına konulma zamanıydı.
Dostoyevski'nin sözünü hatırlattı:
“Suallerime cevap arıyorum. Suallerine cevap bulamayanlar ızdıraplar içindedir” dedi.
“Hatip, elfaz-ı galizelere sığınmayan adamdır” dedi.
Adnan Menderes sığınmadı, Demirel sığınmadı, Özal sığınmadı vurgularını yaptı.
Böylece, sığınanın kim olduğunu anlatmış oldu.
“Düşünüyorsam vurun!” dan, “Düşünüyorsam varım!” noktasına gelmek zorunda olduğumuzu hatırlattı Erdem.
AP Grup Başkanı iken, 1963'lü yıllarda İnönü'ye sormuş:
“Sizce 1 numaralı mesele nedir Paşam?” demiş.
O da “Kişiliktir, şahsiyettir” demiş.
Siyasette kişiliğin önemine değindi.
Siyasetin, “kişilik” arayışında olduğunu hissettirdi.
Merkez sağ, kişilikli bir siyaset için, kişilikli bir lider arıyor.
Bakalım, ortaya çıkacak mı?
Mehmet Necati Güngör