27 Şubat 2014 Perşembe

DP'NİN DEMOKRASİ, ADALET VE HUKUK MÜCADELESİ; HÜRRİYET MİSAK'I İLE MİLLİ MİSAK...

Tarihi, Kadim ve Hakiki Demokrat Parti’nin Demokrasi, Adalet ve Hukuk Mücadelesi; Hürriyet Misak’ı ile Milli Misak…

DP’nin Demokrasi, Adalet ve Hukuk Mücadelesi; Hürriyet Misak’ı ile Milli Misak…
Mustafa Nevruz SINACI
         Tarihi ve kadim (gerçek) Demokrat Parti, mutlak bir ihtiyaç, hayati gereklilik ve mecburiyet sonucu kurulduğunda, Türkiye’de demokrasi, insan/vatandaş hakları, adalet ve hukuk yoktu. Anayasa da tanımlanan “kuvvetler birliği” ilkesi, sadece ve yalnızca müstebit İsmet İnönü anlamına gelirdi. Kuvvetler birliği’nin anlamı buydu. Zira dönem itibarıyla İsmet İnönü, hem CHP Genel Başkanı, hem Başbakan ve hem de Cumhuriyetin Reisi idi. Başbakan ve bakan nam hükümetin baş’ları (ve istibdadın icra unsurları) sadece kâtip hükmünde olup, Milli Şef’in emir ve direktiflerini yerine getirmekle memur ve mükellef kişilerdi!..
            Memleketin her yanında, hâkim ve hükümran Halk Partisi ceberrutları sâyesinde milli gelir kavramı alt üst olmuş, nüfusun kahir ekseriyeti açlık, yokluk, hastalık ve kıtlıktan kırılır hale düşmüştü. Üstüne üstlük, sefaletten bitap, biçare ve bin türlü ıstıraptan bizar vatandaş, bunca dert yetmezmiş gibi, bir de hükümet baskısı, haksız vergi takibi, gasp, irtikap, haraç, mezat vukuatları ve jandarma zulmünden bizar ve bitaptı…
            İşte, Demokrat Parti, Celâl Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşlarının; Cumhuriyet, Adalet, İnsan Hakları, Demokrasi ve Hukuk mücadelesi bu zor ve ağır şartlar altında başladı. Milli Mücadele, Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbını tekrar ruhlandırma yolunda başlayan ağır ve zorlu mücadele; Kararlı adımlar, meşakkatli merhaleler ve fazilet timsali tertemiz, berrak, şeffaf ve şerefli bir mücadele sonucu 14 Mayıs 1950’de kazanıldı.
Bu nedenle DP’nin efsanevi zaferine “Beyaz İhtilâl” ve “Demokrasi Bayramı” denildi.
Şimdi mücadele muhteviyatına ve aşamalara bakalım:    
I. DP KONGRESI 
(07 - 10 Ocak 1947) 
VE HÜRRİYET MİSAK-I
7 Ocak 1947 günü başlayarak dört gün süren DP I. Büyük Kongresi'nin Türk siyaset, adalet, hukuk ve demokrasi tarihindeki yeri çok büyüktür. Bu Kongre ayrıca Partinin bütün hayatında etkisi görülecek kararlara vesile ve olaylara da sahne olmuştur.
Tarihi ve kadim DP’nin ilk Kongresinde, delegeler adeta bir ihtilal havası estirecek kadar coşkuluydular. Aralarında Prof. Kenan Öner, Samet Ağaoğlu, Osman Bölükbaşı, Dr. Mükerrem Sarol ve Osman Sarol'un bulunduğu bir grup, “Parti Milletvekillerinin Meclis’ten çekilmelerini” istiyor; İktidarı, milletle karşı karşıya getirmeyi tek çıkar yol görüyordu.
Buna karşılık: Adnan Menderes, Refik Şevket İnce, Ekrem Hayri Üstündağ, Hulusi Köymen'in sözcülüğünü yaptığı ve zaman zaman Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve Refik Koraltan tarafından desteklenen grup ise, (ilerde "müfrit (aşırı/taşkın) ve muhafazakâr" kanat saflarında yer alacak bazı şahsiyetler), çok sert konuşmaları ile dikkatleri çekmiştir.
Bursa delegesi Fuat Ama, "istibdat devrinde millet padişaha karşı, 'senden büyük Allah var' derdi. Bugün de biz iktidar sevdalılarına, senden büyük millet var diyoruz" diye konuşurken, General Sadık Aldoğan, "Yapılacak iş, Anayasayı tadil etmek değil, Anayasaya aykırı kanunlar yapan CHP’ni yaptığı kanunlarla beraber süpürüp atmaktır” diyordu.. 
Kongrede, özellikle Bölükbaşı büyük tesir bırakmış ve Abdülhamit'ten bahisle, "Taçsız-tahtsız sultan istemiyoruz. 23 senelik idarenin adı ile tadı bir olmamıştır" biçimindeki konuşması ile İsmet İnönü idaresini çok ağır bir surette yererek kınamıştır. 
Sonuçta: 
Demokrat Parti milletvekillerinin Meclise katılmadan "sine-i millete" dönmesini isteyenlerin başında gelen İstanbul İl Başkanı Prof., Kenan Öner’in Divan Başkanı seçildiği Kongre’de (Kenan Öner ve onun gibi düşünenlere göre: Meclise girmek Halk Partisi iktidarını ve iktidarın devlet yönetimindeki "totaliter" görüşlerini, hele seçimlerdeki baskı ve hilelerini en azından affetmek olacaktı) genç kuşaklardan Ahmet Tahtakılıç, Ahmet Oğuz, Hasan Dinçer ile Samet Ağaoğlu GİK'e girmişlerdir.
Osman Bölükbaşı ise kulis aralarında, delegelere kendisini, "Ne de olsa hamurları tek parti devrinin teknesinde yoğrulmuş kuruculara karşı GİK’de demokrat düşüncenin garantisi olmak" vaadi ile takdim etmiş, nefes nefese konuşması ile delegeden delegeye koşmuş, ancak isteğine kavuşamamıştır. (Ağaoğlu, 1992: 58-59).
Nihayet Büyük Kongrenin 4. günü olan 10 Ocak 1947 tarihinde:, “Anayasaya aykırı kanunların tasfiyesi, Seçim Kanunu'nun güvenceli hale getirilmesi, devlet başkanlığı ile parti başkanlığının ayrılmasını” isteyen “Hürriyet Misakı” ilan edilmiş ve bu şartlar yerine getirilmediği müddetçe, Meclis'ten çekilip "sine-i millet"e dönme yetkisi, Kurucuların hâkim olduğu Genel İdare Kuruluna verilmiştir.  
Başlarında Prof. Kenan Öner'in bulunduğu hizip, şiddetli hareket edilmesini ve DP mebuslarının istifalarını vererek sine-i millete dönülmesini ve CHP iktidarının gayr-ı meşru olduğunun ilan edilmesini istiyordu. 
Samet Ağaoğlu, Bölükbaşı, Mükerrem Sarol, Osman Kapani ve İsmet Bozdağ bu düşüncede olanlardandı. 
Bunlara ilaveten kongrede delegelerin pek çoğu, büyük kongreye ait olan Meclis'ten çekilme yetkisinin, Kurucuların hâkim olduğu GİK’e verilmesi taraftarı olmamasına rağmen, kurucular bu konuda ağırlıklarını koyarak istedikleri kararı çıkartmışlardır... 
(Goloğlu, 1982: 155). 
II. DP KONGRESI
(20-24 Haziran 1949) 
VE MİLLİ MİSAK 
(MİLLİ AND)
            “ – Seçim kanununun ve seçimlerle alâkalı hükümlerin vaz’ından maksat millet iradesinin serbest tecellisini teminden ibarettir. Mevzuu kanunlara ve müesses nizama aykırı hareket, kuvvet darbesi, millet ve vatandaş haklarının ihlali neticesine varacağından, buna meydan verilmemek üzere;
Memleket için büyük zarar ve tehlikeleri mucip olacak bu hale müsaade edilmemesi, bu mevzuda haklarına tecavüz olunan bütün vatandaşların meşru müdafaa halinde kalmaları, haklarını Anayasa ve Türk Ceza Kanununun müeyyidelerine dayanarak hareket etmeleri kaçınılmaz bir zaruret olacaktır. Bu hususların rey sahibi bütün partilere ve Türk umumi efkârına bildirilmesi, ayrıca Hükümetin ve vazifelilerin keyfiyetten haberdar edilmelerinin temini zaruri görülmüştür.
Ancak, tek parti zihniyetini ve Halk Partisi iktidarını, kanunların ihlali pahasına da olsa devamını kararlaştırmış olanlar, kongremizin bu kararı almış olmasını halkı ihtilale teşvik mahiyetinde tefsir etmeye kalkışabilirler. Hal bu ki ihtilâl mevcut ve müesses içtimai ve siyasi nizamın cebren değiştirilmesine matuf bir hareket olup, yukarıda tarif/tavsif edilen hareketler ihtilal tabirinin tamamıyla şümulü dışında, meşru hakların ve meşruiyetin müdafaası mahiyetindedir. Bu itibarla vatandaş siyasi hak ve hürriyetlerinin kullanılmasına ve milli hâkimiyet ve hürriyet esaslarının tahakkukuna herhangi bir surette engel olacak kanun dışı hareketlerden tevakki olunması lüzumunu memleketin en yüksek menfaatleri hesabına belirtmek isteriz. Aksi yolda harekete teşebbüs edenlerin ise, milli vicdanın ifadesi olan millet husumetine maruz kalmak gibi ağır ve tarihi bir mesuliyete mahkûm olacakları muhakkaktır.”
Halk Partisi/CHP tarafından bu karar “Milli Husumet Andı” olarak algılanmış ve ard niyetle tahrik unsuru olarak kullanılmıştır. Oysa Hürriyet Misakı; Cumhuriyetin temeli Misak-ı Milli’nin tamamlayıcı/bütünleyici, vazgeçilmez bir unsuru olup 1938-1950 arası Halk Partisi ve hükümetlerince ısrarla takip olunan ve yer yer kin, nefret, şiddet, mezalim ve husumetle uygulanan despotizm ve demokrasi karşıtı diktayı hedef alan onurlu ve soylu bir duruştur. 
MİLLİ MİSAK VE HÜRRİYET MİSAK'ININ 
ETKİ VE YANKILARI
Demokrat Parti I. Kongresi'nde kabul edilen "Hürriyet Misakı", yaklaşık 7 ay sonra kısmen etkisini gösterip, semeresini vererek İnönü'nün, “partiler arasında tarafsız kalacağı ve DP'nin güvence altında muhalefet yapabileceği” sözünü vermesine yol açtı.
Daha sonra, 20 Haziran’da başlayıp 24 Haziran 1949’a kadar 5 gün süren II. Kongrede kabul edilen “Milli Misak”; Demokrat Parti hareketi’nin, millet tarafından önceleri muvazaa olarak algılan imajını temelden değiştirdi. Hürriyet Misakı’nın tamamlayıcı unsuru ve tam bir azim, irade ve kararlılık gösterisi niteliği arz eden Milli Misak, halkın büyük bir umut, itimad, özgüven ve heyecanla DP’ye sarılmasına vesile oldu. Esasında, zamanla durum bunun da çok ötesine geçti. Dönem itibarıyla başkaca hiçbir alternatifin olmadığı gerilim yüklü bir ortamda, geniş halk kitleleri; Baskı, sömürü, esaret, zulüm ve işkenceden kurtulmak umuduyla DP'ye, içtenlikle, samimiyet ve teveccühle sarılıp bağlandılar.
Sebep ve inandırıcı unsur “Hürriyet Misakı ile Milli Misak” idi…
MODERNLEŞME TARİHİNDE 
1950 SEÇİMLERİNE UZANAN YOL
Demokrat Parti ilk katıldığı 1946 seçimlerinde “iktidarın seçim pusulalarında hile yaptığını” ilan edip Recep Peker hükümetini yerden yere vuruyordu ve 1947’de yaptığı ilk kongresinde Hürriyet Misakı’nı kabul etti; bu, misak-ı millinin kasıtlı bir taklidiydi. DP, Hürriyet Misakına dayanarak, hükümetin demokrasiyle bağdaşmayan kimi yasaları geri çekmemesi durumunda meclise girmeyeceğini ilan etti. İsmet İnönü bu tehdidin önemini o saat kavradı. 
Çünkü oy pusulalarında yapılan hileler yüzünden Peker hükümeti hem içte hem de dış dünyada “meşruiyeti kuşkulu” ilan edilmişti ki bu görüş, ABD katında da onaylanmıştı.
Amerikan yardımının çok önemli olduğu bir dönemde İnönü hemen Peker’in istifasını istedi, yerine San Francisco Konferansı’nda Türk heyetine başkanlık eden Hasan Saka’yı getirdi. Ve CHP hemen “değişim siyasetine” soyundu. Kasım 1947 kurultayında ilk kez serbest girişimi savundu, Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’nın 17. maddesini geri çekeceğini açıkladı. Ardından dini siyasete alet ettiğini öne sürdüğü DP’yi alt etmek amacıyla okullarda din eğitimine izin verme kararı aldı. 
İsmet İnönü’nün yenilikçilere destek vermesine rağmen parti parçalanmadı; bu da CHP’nin içindeki disiplinin göstergesiydi. CHP’nin bu uzlaşmacı tutumu DP’de derin sorunlara yol açtı. Çünkü DP’lileri bir arada tutan şey, tutarlı bir siyasi program değil, CHP’ye karşı yürüttükleri ortak muhalefetti.
Demokrat Parti önderlerini fazla ılımlı bulan kimi milletvekilleri 1944’te İnönü’nün Genelkurmay Başkanlığı’ndan azlettiği Fevzi Çakmak’ın önderliğinde Millet Partisi’ni kurdu ve DP’nin meclis gurubu 1949’da yarı yarıya azaldı. 
Ama DP, böylece daha tutarlı bir partiye dönüştü; safra atmış oldu. İnönü Millet Partisi’nin DP oylarını böleceği inancından yola çıkarak, daha önceleri “İslamcı eğilimleri” nedeniyle dışladığı Şemseddin Günaltay’ı başbakanlığa getirdi. Seçim yasası muhalefetin dayatması sonucunda değiştirildi; 
Şubat 1950’de seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılması kararlaştırıldı.
Sonuçsa; 
CHP için 
tam bir hüsrandı!.. 
DP oyların yüzde 53.4’ünü alırken CHP yüzde 39.8’de kaldı. CHP seçim sonuçlarını itirazsız kabul etti, hatta İnönü, kimi durumdan vazife çıkarmaya meraklı askerlerin darbe yapmasını engelledi. Türkiye demokrasiyi benimsemişti; iktidar halkın oylarıyla el değiştirmişti. Bu demokrasiyi sindirme süreci on yıl devam etti.
Derken, 27 Mayıs’ta diktacılık, vesayet tutkusu ve elitizm yeniden hortladı.
Hürriyet misakı, Demokrat parti'nin kuruluşunun ilk yıldönümünde toplanan (7 ocak 1947) büyük kurultay sonunda yayımlanan bildirge. Özgürlüklere yönelik soyut bir özlemler paketi niteliğindeki bu bildirge, iktidar yanlısı basında ve hükümette büyük tepkilere yol açtı. İktidar-muhalefet ilişkilerinin sertleşmesi üzerine, cumhurbaşkanı İnönü ile DP Genel Başkanı C. Bayar arasında başlatılan görüşmeler, İnönü tarafından yayımlanan “12 Temmuz beyannamesi” ile yeni ve olumlu bir yörüngeye girdi. (18.10.2012, Aziz Üstel, Star Gazete)
            DEMOKRASİYE DOĞRU BİR ADIM: 
        12 TEMMUZ BEYANNAMESİ
İnönü, “meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız ve eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır” diyerek Peker hükümetinin muhalefet partilerine karşı tarafsız ve eşit yaklaşmadığını açıktan ifade ve itiraf ediyordu.
1945 yılı Türkiye’nin siyasi hayatında yeni bir dönemin kapısını açtı.  
II. Dünya savaşı sonrasında demokratik değerlerin kutsanmaya başladığı günlerde Türkiye de rejimini serbestleştirme yoluna girecekti.  Uzun yıllar sonra ilk kez iktidar partisinin karşısında bir muhalefet partisinin kurulmasına izin verildi. CHP’den ayrılan bazı milletvekilleri Demokrat Partiyi kurarak siyasal alanda muhalefete başladılar. İktidar ve muhalefet partisi arasındaki mücadele çoğu zaman gerginliklere sahne oldu.
Bu gerginliklerden biri 1946 seçimlerinin ardından yaşandı.  
Türkiye’nin ilk çok partili genel seçimi olan 1946 yılı seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Recep Peker’i başbakanlığa atadı. Demokratikleşme yoluna girmiş Türkiye’de, tek partili rejimle özdeşleşmiş bir kişiliğin başbakanlığa getirilmesi muhalefet partisinde büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Peker kabinesinin göreve başlaması ile iktidar ile muhalefet arasındaki gerginlik günden güne arttı. 
Peker muhalefete oldukça sertti. 1947 bütçe görüşmelerinde hükümeti eleştiren Demokrat Parti liderlerinden Menderes’e “maraz bir psikopat ruhun ifadesi”  şeklinde karşılık verecekti. Bu ifadeler muhalefetin meclis oturumlarını uzunca bir süre protesto etmesine sebep olurken iktidar muhalefet ilişkisini daha da gerginleştirdi.
İktidar ile muhalefet arasındaki ilişki gitgide bozulurken 7 Ocak 1947 tarihinde Demokrat Parti kurultayı toplandı. Bu kurultayda Hürriyet Misakı adı verilen bir rapor kabul edildi. Kurultayda kabul edilen raporda Anayasaya aykırı anti demokratik yasaların kaldırılması, yargı bağımsızlığı, seçim sisteminin yeniden düzenlenmesi, hükümetin ve idarenin tarafsızlığının sağlanması, parti başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılması gerektiği açıklanıyordu. Demokratik bir yönetim için gerçekleşmesi gereken bu isteklerin karşılanmaması halinde ise sine-i millete dönüleceği ifade ediliyordu.
Demokrat Partinin aldığı bu karar CHP ile DP arasındaki ilişkileri daha da gerginleştirdi. Nisan ayında yapılacak İstanbul ara seçimlerine Demokrat Parti girip girmemeyi tartışırken Recep Peker 1 Nisan da seçime katılmak istemeyen DP’ye “ istiklal mahkemeleri kanunun hala meri (yürürlükte)  olduğunu hatırlatıyordu. Bu gelişme Demokrat Parti ile CHP arasındaki ilişkileri tam anlamıyla kopardı. Demokrat Parti İstanbul’daki ara seçimlere katılmadı. İktidar ile muhalefet arasında gerginliğin sürekli bir şekilde artması üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Recep Peker ve Demokrat Parti lideri Celal Bayar ile haziran ayının ilk haftasından itibaren bir dizi görüşme yaptı. İnönü Recep Peker’den çok partili sistemin sağlam temellere oturtulmasını sağlayacak düzenlemeler yapmasını talep etti. Ancak Peker bu isteklere karşı çıktı. Bu gelişme üzerine 12 Temmuzda cumhurbaşkanı İnönü tarafından bir beyanname yayınlandı.
'12 Temmuz Beyannamesi’ adıyla ünlenen bildiri, 11 Temmuz günü radyoya ve Ajans’a verildi, 12 Temmuz günü ise gazetelerde yayımlandı. İnönü beyannamede, iktidar ve muhalefetin iddialarını dinlediğini, kendisinin her iki partiye de eşit mesafede olarak her iki tarafın da haklılık paylarının olduğunu ifade ediyordu. Bununla beraber  “meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız ve eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır” diyerek Peker hükümetinin muhalefet partilerine karşı tarafsız ve eşit yaklaşmadığını açıktan ifade ediyordu.  İnönü, “Muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır.  İktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinden emin bulunacaktır”  ifadeleriyle iktidar ve muhalefetin ülke demokrasisine katkı sağlamak için beraber çalışması gerektiğini belirtiyordu.
Bu beyanname ile İnönü Türkiye’nin yönünün çok partili demokrasi olduğunu tek partili düzene bir daha dönüş olmayacağını açıkça ilan etmiş oldu. Yaşanan bu gelişmelerin ardından Başbakan Recep Peker Ağustos ayının sonunda istifa etmek zorunda kaldı. (Ömer Aymalı- Dünya Bülteni / Tarih Dosyası)
12 TEMMUZ BEYANNAMESİ
Hükümet Reisi ve Muhalefet Lideri ile son günlerde memleketin iç durumu üzerindeki konuşmalarımı ve bu hususta kanaatlerimi ve fikirlerimi söylemek zamanı gelmiştir.
7 Haziran tarihinde görüşmek üzere çağırdığım Bay Celal Bayar bana DP idare heyetinin baskısı altında bulunduğunu beyan ve şikâyet etti. Haberdar ettiğim Başbakan, aynı mevzuları daha evvel aralarında görüştüklerini hikâye ederek, böyle bir baskının olmadığını, idare mekanizmasının memleketin huzurunu bozacak mahiyetteki tahriklere karşı çok güç durumda kaldığını beyan eyledi. Bundan sonra, iki tarafı bir arada dinlemek için, 14 Haziran tarihli buluşmayı tanzim ettim. Başbakan ve Yardımcısı Devlet Bakanı ile Demokrat Parti Genel Başkanı hazır bulundular. İki taraf arasıda karşılıklı tartışma içinde iki buçuk saat devam eden bu konuşma, başladığı noktada bitti. Demokrat Parti Başkanı, partisinin baskı altında bulunduğu noktasında ısrar ve partisinin kanun dışı maksatlar ve ihtilal usulleri takip ettiğine dair ithamları reddetti. Hükümet Reisi, idare mekanizmasının baskı yaptığı iddiasını kabul edemeyeceğini ve şikayet vesikalarını tetkik ve takibe hazır olduğunu tekrar söyledi ve Muhalif Partinin çalışma usullerini düzeltmesi lazım olduğu iddiasında kaldı.
17 Haziran tarihinde Bay Bayar’ı tekrar kabul ettim. Bana, vaziyeti arkadaşlarıyla görüştüğünü, benim durumuma karşı teşekkürle mütehassıs olduklarını söyledikten sonra, baskı vardır kanaatinde olduklarını ifade eyledi. Bunun üzerine; 2 defa görüştüğüm Başbakan, iktidar partisiyle muhalefet partisinin Büyük Meclisteki münasebetleri ve karşılıklı çalışmaları yolunda hayırlı terakkiler olduğunu takdirle söyledikten sonra.; “Biz de kendimize düşen vazifeleri sadakatle ifa edeceğiz, size söz veriyorum” dedi ve iki ay sonra Büyük Meclis toplanıncaya kadar partilerin münasebetlerinde itimadı artıran terakkiler olacağına ümidinin kuvvetli olduğunu ilave eyledi. Bu beyanatı Bay Bayar’a 21 Haziran tarihinde naklettim.
Bay Bayar, bu konuda fiili neticeye intizar edilmesi lazım geleceğini bildirdi. Bundan sonraki tartışmalar Muhalefet Liderinin Sivas nutkunda ve Hükümet Reisinin 2 Temmuz tarihli beyanatında ve ondan sonraki karşılıklı cevaplarda görülmüştür. Vaziyet hulasa olunursa, iki taraf şikayetlerinde ve savunmalarında ısrar etmiş ve şiddetli tartışmalar esnasında karşılıklı iyi niyetlerin ifadesi olan bazı tatmin edici parçalar hatırlarda kalmıştır. Siyasi havayı yumuşatan bir iyilik olmak üzere, dertleri bilenlerin, kendiliklerinden, karşı tarafı teskin edici tedbirler alacakları ümidi uyanmıştır. Bunun dışında olarak, durum, Muhalefet Partisi Liderinin “fiili bir netice beklemek” şeklinde ifade ettiği hükümde görülür. Yani, bir başka ifadeyle durum karşılıklı iddialar bakımından düğüm halini muhafaza etmiştir.
Şimdi ben, bu düğümü çözmeğe çalışacağım. İki tarafın şikâyet ve müdafaalarının delillerini tafsil etmekte fayda görmüyorum. Zaten bunlar umumi efkârca da kâfi derecede bilinmektedir. Gördüm ki, taraflardan hangisinin haksız yahut hangisinin daha evvel karşısını kırmağa başlamış olduğunu aramakta da fayda yoktur. Ben, idare mekanizmasının baskı yaptığını Hükümet Başkanının kabul etmemesini, öyle bir hareketi tasvip etmeyeceğini katiyetle beyan eylemesini, bir teminat ifadesi olarak aldım ve bunu Bay Bayar’a söyledim. Ben, Muhalefet Liderinin kanundışı maksatlar ve metotlar isnadını reddetmesini, muhalif parti çalışması için şart olan kanun içinde kalmak esasının göz önünde tutulduğuna ve tutulacağına dair tatmin edici bir teminat olarak kabul ettim ve Başbakana bunu söyledim. Her iki tarafla uzun konuşmalardan çıkardığım bu neticelere inanmak istiyorum ve inanıyorum. Bizi bu inanışa getiren bu durumu, memlekette siyasi partilerin çalışıp gelişebileceğine kati ümit veren en mühim merhale sayıyorum. Şimdiye kadar, memlekette geçen iktidar ve muhalefet tecrübesinin muvaffak olmamasını, bir seneden beri geçirdiğimiz tecrübelere, onların dayanamamış ve bu günkü siyasi durumu elde edememiş olmalarında görüyorum. Benim kanaatimce, bir buçuk seneden beri geçirdiğimiz tecrübeler ağır ve bazen ümit kırıcı olmuştur; amma, gelecek için her türlü ümitleri haklı çıkaracak bir muvaffakiyet temin edilmiştir. Bu durumu muhafaza etmek ve onun gelişmesini sağlamak, iktidar ve muhalefet partilerinin vazifeleri olmak lazımdır. Gelecek için tedbirler, benim kabul ettiğim gibi, şu noktadan hareket etmekle bulunabilir. Benim, bu son dinlediğim karşılıklı şikâyetler içinde mübalağa payı ne olursa olsun, hakikat payı da vardır. İhtilalci bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin metotları ile çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek lazımdır. Bu zeminde ben, Devlet Reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli görürüm.
İdare mekanizması, yani Valilerimiz ve maiyetleri, bir seneden beri çok ağır bir tecrübe geçirmişlerdir. Öyle zamanlar oldu ki, memlekette hükümetin mevcut olup olmadığı bile şüphe götürür idi. Sorumlu Hükümetin huzur ve asayiş vazifesi münakaşa götürmez. Fakat meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız, eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır. Bu arada, siyasi partilere mensup olan veya görünen hususi maksat sahiplerinin şirretliklerini pervasız olarak tesirsiz bırakmak hususunda partilerin dikkat göstermeleri icap eder. Siyasi partilerin hangisi işbaşına gelirse gelsin onları, idare mekanizmasında çalışanların, haklarına ve itibarlarına karşı adaletli bir zihniyette olacaklarına inandıracaklardır. Zannediyorum ki, Hükümet Reisi ile Muhalefet Lideri arasındaki son tartışmada, iki tarafı sebat ettikleri noktadan ayırmak gayretine düşmeksizin, her iki tarafın bekledikleri şeyleri söylemiş ve temin etmiş oluyorum.
Vatandaşlarıma, Hükümetle ve iktidar partisi ile muhalefet partisi arasında görüşme ve araya girme safhalarını olduğu gibi anlatmış olduğumu ümit ederim. Varmak istediğim netice, başlıca iki parti arasında temel şartın, yani emniyetin yerleşmesidir. Bu emniyet, bir bakımdan memleketin emniyeti manasını taşıdığı için, benim gözümde çok ehemmiyetlidir. Muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır. Büyük vatandaş kütlesi ise, iktidarın bu partinin veya öteki partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığı ile düşünebilecektir. Bu neticeye varmak için karşılaştığım güçlükler, çok zaman, yalnız ruhi mahiyette olan amillerdir. Bu güçlükleri yenmek için, siyasi hayatımızı idare eden, iktidarda veya muhalefetteki liderlerin samimi yardımlarını isterim.
Bu beyanatımı, neşrinden önce, Başbakanla Muhalefet Lideri görmüşlerdir.
12 Temmuz 1947, T.C. Cumhurbaşkanı - İSMET İNÖNÜ
(NÜVE FORUM, Tarihten olaylar – 12.12.2013) 

26 Şubat 2014 Çarşamba

Anadolu Gazeteleri kendilerini temsil edemiyor, (yoksa) ettirilmiyor mu?, Prof. Dr. İSA KAYACAN

Anadolu Gazeteleri kendilerini
temsil edemiyor, ettirilmiyor mu? (1)
                          Prof. Dr. İSA KAYACAN
Yıllardır sürüp gelen bir tartışma, bir soru zinciri, bir acabalar bütünlüğü beni hep düşündürmüş ve üzmüştür. Anadolu basını olarak adlandırdığımız, onlardan övgüyle söz etmek gerektiğinde, onların milli mücadelenin kazanılmasında harcı bulunan basının bütünlüğü olduğunu söyleye gelmişiz.
Ama geçen zaman içinde, bu söylemler sadece sözde kalmış, geçmişin hatırlatılması, övünülmesi, gururlanılması gerektiğinde ortaya konulanlardan öte geçememiştir.
            Bugün Anadolu Basını mensupları, daha doğrusu Anadolu’daki gazetelerin sahip ve yöneticileri sıkıntı içindedirler, Basın İlan Kurumundan kendilerine resmi ilan yayınlama karşılığı olarak aktarılan ücretlerin yetersizliğinden söz etmekte, yakınmakta, sıkıntılarını sık sık gazetelerindeki sayfa ve sütunlardan duyurmaya çalışmaktadırlar.
Belirli zamanlarda her yeni yılın başında açıklanan resmi ilan ücretleri gazetelerimiz için yeterli bulunmamaktadır. Anadolu’da gazete yayınlamak, hele kurallarına göre gazete yayınlayarak yıllarla birlikte ayakta kalabilmek, her babayiğidin gösterebildiği başarı değildir.
Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğünde görev yaptığım yıllarda daha çok onlarla, yani Anadolu Basını mensuplarıyla yüz yüze geldiğim ve sorunlarını yakından dinlediğim, Anadolu gazeteleri arasında iller itibariyle yaptığımız resmi incelemelerimiz sırasında edindiğim onların sorunlarıyla ilgili tecrübelerim ve herkes yaygın basınla ilgilenip övünmelere giderken;
Ben yönümü Anadolu Basınına çevirdiğim, oralardaki gazetecilerle iç içe olmanın mutluluğunu, gururunu yaşadığım;
Anadolu Basını Bölge Toplantılarını organize edip bu toplantıların içinde bulunduğum,  Anadolu Basını Özendirme Yarışmalarında Raportörlük ve Jüri üyeliği yaptığım, Anadolu Gazetecilerinin Basın İlan Kurumu temsilci seçim toplantılarını hazırlayıp, seçim toplantılarının Divan Başkanlığını veya Divan üyeliğini yaptığım, salondaki konuşmaların, tartışmaların tutanaklarını düzenleyenlerden ve imzalayanlardan biri olduğum için, yakından biliyorum.
Anadolu Gazete sahiplerinin Basın İlan Kurumu yönetimindeki temsilcileri 1,2 hatta 3 kişiyle yeterli olamamıştır ve bugünde yeterli olamamaktadır.
            Görünen ve aynaya yansıyan odur ki, Basın İlan Kurumu Genel Kuruluna Anadolu Basınının temsilcisi olarak seçilenler, ya orada seslerini duyuramıyorlar, ya da azınlıkta kalıyorlar, ya da İstanbul rüzgârı başka esiyor, bu rüzgârın etkisi altında kalıyorlar!
Anadolu Basınının öncelikle, varlığının kabul edilmesi, oradaki gazetecilerin de bölgelerinde önemli birer iletişim aracı, yayın organı ve bölgelerinin sesi oldukları gerçeği kabul edilmelidir.
            TEMSİL EDEMİYORLAR, ETTİRİLMİYORLAR
            Ara başlığımızdaki kelimeler, Anadolu Basınının kendi kendini temsil edip, edemediği, temsil ettirilmediği yönündeki değerlendirmeler karşısında donup kaldım.
Burdur ilimiz merkezinde günlük yayınlanan, bugün 60.yayın yılı içinde olan Burdur Gazetesinin 03 Şubat 2014 tarihli 19 bin 822. sayısında gazetenin imtiyaz sahibi Adnan Taraşlı imzasıyla, sağ sütunda boydan boya verilen, “Anadolu Gazeteleri kendini temsil edemiyor, ettirilmiyor” başlıklı yazıyı okuyunca;
Anadolu Basınının geçmişteki durumuyla, bugün ki durumu aklıma geldi.
Her şey gözümün önünden geçti teker teker.
            Adnan Taraşlı Anadolu gazeteleri için 01 Şubat 2014 tarihinden itibaren geçerli Anadolu gazetelerine verilecek resmi ilanların bir santimetresinin tek sütun yayın ücretinin 8.90 Türk Lirası olarak belirlenmesinin yanlış ve çok az oluşundan söz ediyor; “Eskiden PTT’den telefon görüşmelerinde, hem de koli paket gönderimlerinde indirim yapılırdı.
Anadolu Gazeteleri kendini
temsil edemiyor, ettirilmiyor mu? (2)
                                                      Prof. Dr. İSA KAYACAN
SEKA Anadolu gazetelerinin en büyük destekçisiydi, onlara özel tahsisler sağlardı.
Gazetelerin daha ucuza çıkarılmalarını sağlardı, destek olurdu.
Geçmişte korunan Anadolu gazeteleri bugün ne değişti de gıdım gıdım artırılan ilan bellerine mahkum edilmeye başlandı?”diye soruyordu.”
Anadolu gazetelerinin devletinin yanında, milletinin yanında olduğu için mi, Anadolu gazetelerinin tarafsız, yansız kuruluşlar oldukları için mi, Anadolu gazetelerinin güçlünün yanında yer almadıkları için mi?” diye sorularını sıralıyordu.
            İşin aslının Basın İlan Kurumunda Anadolu Gazete sahiplerini temsil eden üyelerin yetersizliğinden kaynaklandığını kaydeden Adnan Taraşlı’nın; “Basın İlan Kurumunda Anadolu Gazete sahiplerinin temsilcisi olarak seçilen üç üyenin seçiminde yapılan oylamalarda, gazete sahibi olmayan, sarı basın kartı bile taşımayan, çaycıdan, belediye çöpçü işçisine, hatırını kıramadığı için oy kullanan;
Albaydan ne olduğu bilinmeyen birçok insana oy kullandırılarak Basın İlan Kurumu Genel kurulunda bizleri temsil edecek üyenin veya üyelerin seçilmesinin sonucu olarak Anadolu Basını, Basın İlan Kurumu Genel kurulunda sahipsiz ve temsilcisiz kalmakta olduğu anlaşılmaktadır” şeklindeki sözlerinin yanlış olmadığını kabul etmeliyiz.
            Adnan Taraşlı;”Gazete girdilerinin Dolar ve EURO bazında her geçen gün artarken, işçi ücretleri her geçen gün artarken, yaşam şartları her geçen gün zorlaşırken, babadan kalma eski püskü teknoloji ile gazete çıkararak tarih  yazmaya devam eden eski gazeteci çınarlara, yeni teknolojik ürünlerle destekleme bile düşünülmezken, elektrik, su, kira bedellerinin arttığı, ancak ilan gelirleri yanı sıra, her geçen gün ilanların giderek azalması yaşanması güç, aşılması zor bir yola sürüklüyor Anadolu Gazetelerini” diyerek Anadolu Basınının bugün hangi şartlar altında yayın yapmaya,yaşamaya çalıştığını anlatıyor, Basın İlan Kurumu ilgili ve yetkililerinin dikkatini çekmeye çalışıyordu.
            BASIN-YAYIN VE
BASIN- İLAN KURUMU GENEL MÜDÜRLÜKLERİ
            Kanunda değişiklik olup olmadığını bilmiyorum. Olmadıysa Anadolu Gazete sahiplerinin Basın İlan Kurumu Genel Kuruluna gönderecekleri temsilcileri, Basın-Yayın ve  Enformasyon Genel Müdürlüğünce, Basın İlan Kurumunun Teşkiline  Dair 195 sayılı Kanunun 5-a maddesi gereğince, Anadolu Gazete sahipler veya  temsilcileri arasından seçilir ve Basın İlan Kurumu Genel Müdürlüğüne bildirilir.
Bu seçimler hep tartışmalı, kavga ve gürültülü geçer. Çünkü Anadolu Basınındaki uyanıkların sayısı az değildir. Gösterilen adayların bazıları, gazete sahibi bile değildir.
Ama uydurma ortaklıklar, birkaç hafta önce yayına başlayan gazete sahipleri, ya da belirli bir kesime göz kırpan, Anadolu’dan ve Anadolu gazeteciliğinden uzak isimler karşınızda aday olurlar.
Vekâlet konusu ayrı bir sorun ve üzerinde durulması gereken konudur.
Vekâletlerin noter tasdikli getirilmesi en doğrusudur.
Ama bu, sözde uyanıkların işine gelmez. Basın-Yayın yetkililerini de ikna ederler, birkaç seçimde uyguladığınız ve olumlu sonuçlar alındığını gördüğünüz, noter tasdiki, kaldırılır ve eskiye dönerek, tartışmaların, kavga gürültülerin yeniden yaşanması sağlanır.
O günün görevlileri, toplantıların organize edip yönetenleri bizler, salonlarda ter dökeriz, toplantıyı yönetmeye, sonuç almaya, tutanaklar utmaya çalışırız.
Bugün bunların daha ilerisine giderek, galiba daha farklı uygulamalarla, seçimler sonuçlandırılıp, Anadolu Gazetelerinin üç temsilcisi Basın İlan Kurumu Genel Kuruluna gönderiliyor. 
Anadolu Gazeteleri kendini
temsil edemiyor, ettirilmiyor mu? (3)
                                                      Prof. Dr. İSA KAYACAN
Ama onlar nasıl çalışmaya başlarlar,Anadolu gazetelerinin lehine hangi savunmaları yaparlar, temsil ettikleri Anadolu gazeteleri için ne gibi sonuçlar alırlar,bilmiyoruz!.
Sonuçta Adnan Taraşlı ve birçok gazetecinin haklı yakınmaları, üzüntüleri ortaya çıkıyor.
İlgililer duyuyorlar mı, dinliyorlar mı,varsa yanlışlıkların ortadan kaldırılması için çalışıyorlar mı, bilmiyorum, bilmiyoruz!.
            Bu gün yayınlarını sürdüren, Bartın, Antalya, Yeni Adana gibi, 90-95 yıllık gazetelerin, resmi ilan alabilmelerinde ayrı bir statü getirilmesi için yazılar yazıp, bunların Anadolu Basınının Çınarları olmaları bakımından, Anadolu Basınının yüz akları oluşu yönünde dikkat çekmiştim.
Sanıyorum, duyan ve ilgilenen olmadı!.
            Şimdi de, Malatya’da yayınlanan Görüş ve Siirt’te yayınlanan Mücadele gazetelerinde, Basın İlan Kurumu Genel Müdürlüğü ve Bölge ya da Şube Müdürlüklerinde görev yapanların, Anadolu Basınına bakış açılarındaki görüntülerden, denetlemelerde gazetelerde çalışanlara hitaplarındaki örnekleri okudukça üzülüyorum.
            Ayrıca, Basın İlan Kurumu Genel Müdürlüğünün gazetelerin tek çatı altında birleştirilerek tek isim altında yayın yapmalarını isteyen projesinin yanlışlığını geçmişteki tecrübelerimden biliyorum.
Bir zamanlar, Bitlis’teki tüm gazeteler ‘Bitlis Birlik’ adı altında birleştirildi.
Ama bu gazetelerin ayrı ayrı sahipleri, yani patronları vardı.
Onların yine yarı ayrı siyasi görüşleri vardı, gazetelerinde yer verilen manşetleri, haberleri vardı. Tek çatı altında bir araya gelmekle, bu görüş farklılıkları görünüşte gazeteye aktarmada ortadan kalkmadı.
Gerçekte görüş ayrılıkları duruyordu.
Kısa süre sonra ortaklıklar bozuldu, her şey eskisine döndü. Şimdi de yapılmak istenen gazetelerin sayısının azaltılması, Basın İlan Kurumu personelini fazla çalışmadan, ilanların sevkiyatını bir gazeteye yönlendirmesi kolaylığının sağlanmasından başka bir sonuç vermeyeceği bilinmelidir.
Ama yukarıda verdiğim örneklerdeki sakıncalar ne olacak, gazetelerde istihdam edilenlerin sayısında eksilme olacak mı, yani işsizlik meydana gelecek mi?

Düşünülüyor mu acaba? 

22 Şubat 2014 Cumartesi

Ukrayna, KIRIM-Venezuela-Orta Amerika…

Ukrayna, 
KIRIM-Venezuela-Orta Amerika…
Yalçın KOÇAK
            Bizde Gezi prova sahnesinin, işte bu üç devlette ki kanlı galası. Bilanço çok ağır. Arap Baharı dolmasının acısını 20-25 yıl sonra birlikte yaşayıp, göreceğiz Bahar mı, Karnabahar mı olduğunu.
            Dünya nüfusu artıyor, insanlar okuyor, uyanıyor. Dünya gelirinin %80’ini, yüzde yirmilik bir nüfusun yediğini, yani Dünyanın sömürüldüğünü öğreniyor ve karşı koymalar başlıyor.
            Bu yüzde yirminin, yüzde beşi şöyle kararlar alıyor ki, tarihte olanlardan anlıyoruz. Müslüman’ı, Müslüman’a kırdırtma, Ortodoks’u da, Ortodoks’a o zaman din adına düşmanlıklarda miras kalmıyor. Artan nüfusları azaltma, seyreltme, alan ve saha boşaltma.
            Kıbrıs’ın AB dönem başkanlığında Kıbrıs tenceremizi ısıtıyorlar, dillerinin altında Maraş var söyleyemiyorlar. Ben tapusunu ve aidiyetini ortaya koyayım.
Mal bizim işte ispatı. http://yalcinkocak.com/?p=570
            Menderes ve Zorlu’nun ipinin çekilme sebeplerinden birisinin de, 1959 Londra da yanlış koordinatlı rota verilerek  uçağının düşürülmesi veya düşürtülmesi hadisesinin altında; ortaya çıkarılan Kıbrıs Garantörlük haklarımız meselesi vardı, ana menü bu konu idi, uzun mesele ;
Kıbrıs’ın 5/4 ‘ü vakıf malıdır.(Barış harekatında alınan yer daha bu kadar değildir.)
Kıbrıs İngilizlere kiralık verilmiştir. Egemenlik haklarımız baki kalmak şartıyla.
(Kira bedeli yıllarca ödenmemiş olup isteyecek erkek daha doğmamıştır. En azından ben yazabilen makamındayım)
Maraş’ın tamamı 2 vakıf adına tapuludur. İngilizler kiraladıkları adanın bazı yerlerini bir müddet sonra Rumlara satmış ya da tapulatmışlardır. Orijinal tapular bulundu AİHM’ye sunuldu, Arestis ve Lozidu davaları düşürüldü.
            Greek (Meydan Larousse’ta hırsız demek) Mavros şimdi Abdullah paşa ile Lala paşa adına kayıtlı Maraş’ı çalmak hazırlığında, biz tapuları milletimizle paylaşalım, kirayı isteyecek erkek bir politikacımız yok, Müdafai Milli cemiyetinin parasını ödediği 2 Dretnot tipi savaş gemimizi de istememişiz İngilizden, belki yetti gayrı, Vakıf  tapulu yeri de veremeyiz diyecek bir babayiğit çıkar, kraliçemiz validemize gerçeği söyler.
            Kırım; Küçük Kaynarca anlaşmasıyla bizden ayrılmış şimdi Ukrayna’da olan otonom bir bölge, (ama özerk yönetimin Ataköy muhtarı kadar yetkisi ve bütçesi yok) Küçük Kaynarca’ya göre Kırım dan Rus bayrağı inerse buraya Türk bayrağı çekilecek. Çekmemişiz, istememişiz Rus bayrağı inmiş başka bir bayrak olan Ukrayna bayrağı çekilmiş. Şimdi o bayrakta inecek gibi ve Rus sözleşmesine, anlaşmasına sadakat gösteriyor. Çanakkale ve İstanbul boğazlarını sorunsuz ve problemsiz kullanan Putin; ümüğü sayılabilecek Kerç boğazının yaban ellere geçmesine elbette müsaade etmeyecektir, edemeyecektir.
            Hamamda keselendiğinde altından illaki bir Türk çıkacak Rus amcaoğlumuzun büyük çok büyük bizsiz çözemeyeceği bir problemi oluşmaya başlamıştır.
Dikkat edile;
            Tarihte entrika ve yalan dolanla kopanlar bir bir geri gelecekler de biz hazır mıyız?.
Kıbrıs’ı ısıtarak, Kırımı unutturmak isteyenler boğazda aynı masa da görüldüler... 

19 Şubat 2014 Çarşamba

SURİYE, ÜÇÜNCÜ TUR ÖNCESİ // Ahmet Kılıçaslan AYTAR

 ÜÇÜNCÜ TUR ÖNCESİ
resim: Funda TÜMER
Cenevre II Barış Konferansı ikinci tur görüşmeleri, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu'nun tek hedefi olan rejimi değiştirme ısrarıyla sonuçsuz kapandı.
Suriye rejimi anayasal, kanuni ve meşru sorumluluk olarak güvenliğin tesis edilmesinden birinci derecede sorumlu olduğunu savlıyor,
Suriye'nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü için BM garantisinde savaşan silahlı güçlere her türlü desteği veren devletlerin desteklerini kesmesini, sınırların denetimi için bir mekanizmanın oluşturulmasını istiyor -sonra, ulusal bir misak çerçevesinde toplumun tüm bileşenlerinin temsil olacağı genişletilmiş bir hükümetle  yeni Suriye'nin siyasi geleceğinin resmedilmesini savunuyordu -ki;
*
Bilim adamı Stephan Hawking, İngiliz The Guardian gazetesindeki makalesinde dünyanın tüm sağduyulu insanlarına tercüman oldu.
"Suriye'de yaşananlar,tüm dünyanın uzaktan izlediği iğrenç bir durum. Zekâmız, duygulara ve kollektif adalete tepki verme yeteneğimiz nerde? " dedi.
*
Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu'nun dostları, Barış Konferans'ı görüşmelerinin başlamasından önce rejimin karşısında oturacak tarafın sadece Koalisyon'la sınırlandırılmaması,çeşitli çıkar temsilcileriyle zenginleştirilmesi tekliflerini reddetmişlerdi.
İkinci tur görüşmelerde rejime karşı bir araya getirdikleri ve birbirinden çok farklı gruplar ve bireylerden oluşturdukları -o yüzden,her bir grubun diğer gruplardan ciddi farklılar gösteren bir takım hak ve iddiaları temsil eden Koalisyon yapısının görüşme performansını zayıflattığını gördüler.
Üstelik Özgür Suriye Ordusu da  çatışmalarda  -gerek, hükümet birlikleri -gerekse, radikal İslamcılara karşı yenilgiye uğramakta, Koalisyon'un elini  müzakere masasında zayıf bırakmaktaydı!
*
İkinci turun, Koalisyon'un düşük performansıyla sonuçsuz kapanması -ardından, bölgesel çıkarları ezilen ABD'de, Beyaz Saray Sözcüsü Jey Kerney Başkan B.Obama'nın Suriye ile ilgili askeri saldırı seçeneğin yer almadığı diğer tüm seçeneklerin yeniden değerlendirilmesini istediğini açıkladı.
İlkin, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu'nun yapısının değiştirilmesine el atıldı.
Sonra,Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın iktidar üzerindeki kontrolünün son bir yılda arttığı, Esad'ın avantajlı bir konumda olduğu sürece Suriye ile ilgili siyasi bir uzlaşının pek mümkün olmadığı düşüncesiyle Suudi Arabistan,Türkiye gibi ülkelerin Özgür Suriye Ordusu gruplarına  daha ileri silahları  vermesinin yolu açıldı.
*
Obama'nın kararı, Stephan Hawking'in Suriye'de yaşananlar ile ilgili  "Zekâmız, duygulara ve kollektif adalete tepki verme yeteneğimiz nerde? "sorusuna verilen yanıt gibiydi!
*
ABD, Rusya'nın Esad rejimine verdiği silah ve siyasi desteğin, Esad'ı güçlendirdiği, sivillere saldırmasını tırmandırdığı ve Suriye Sorununun görüşmelerle çözümünü zorlaştırdığından yakınıyor.
Bu çerçevede, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu, Esad'ı iktidardan uzaklaştırmaya çalışan ülkelerin istihbarat  uzmanlarının katılımıyla Washington'da "gizli bir toplantı" gerçekleştirildiği öne sürülüyor.
*
Bu noktada toplantıya katılan Türkiye'nin Suriye politikasını kısaca hatırlamak gerekiyor.
Batı ülkelerinin Suriye'ye askeri saldırı kararından geri adım atmasıyla,Türkiye'de AKP iktidarı Suriye ile ilişkilerini düzeltmek ya da önceki düşmanca politikalarını sürdürmek gibi iki durum arasında bir seçim yapma durumuna gelmişti.
Bir yandan, Cenevre II Barış Konferansına mesafeli yaklaşılıyor- bir yandan da, Suriye krizinden kaynaklanan tehditler ve Irak'ta şiddet olaylarının tırmanmasının milli güvenlik üzerindeki etkilerinden rahatsızlık duyuluyor ve içine düşülen diplomatik inziva nedeniyle oluşan güvenlik krizinden çıkış yolları aranıyordu...
*
Daha o günlerde dahi AKP iktidarının İsrail,Suriye,Irak,Mısır,Filistin,İran ile sürdürdüğü diplomasiden dönüp ilişkilerini düzeltmesi  pek olası görülmüyordu.
Reyhanlı'ya düzenlenen terör eylemini El-Kaide bağlantılı El Nusra Cephesi terör örgütünce üstlenilmesi -ardından,Özgür Suriye Ordusu'nun birçok bölgede mevzi kaybetmesiyle birlikte Kürtlerin Demokratik Özerklikleri doğrultusunda savaşmaları ve Suriye genelinde ağırlık göstermeye başlayan Irak-Şam İslam Devleti örgütünün (İŞİD) Özgür Suriye Ordusu'na karşı topyekün bir savaş başlatması durumunun Türkiye sınırına yakın bölgelerde hüküm sürmesi endişe oluşturuyordu.
O yüzden Milli İstihbarat Teşkilatı İŞİD ile müşterek çalışıyor, İŞİD'İn yalnız kalmaması, saldırmaması ve Türkiye sınırına operasyon yapmaması -fakat,
Kürtlerin sınırdan 50 km.içerilere sürülmesi karşılığında Özgür Suriye Ordusu'nun mevzilerinin dağıtılması, kontrolündeki bölgelerin IŞİD'in eline geçmesi gibi garip bir durum alabildiğince destekleniyordu.
*
Madem El Kaideci örgütler destekleniyor -o yüzden,dünyanın her yerinden gelen cihadçılar bir süre sonra Suriye'ye savaşa sürülmek üzere Türkiye'de iktidara yakın sivil toplum örgütlerince misafir ediliyordu.
Bu durum, El Kaide'nin Türk topraklarını kullanma kabiliyeti, NATO üyesi olan Türkiye'nin Suriye'deki iç savaşta oynadığı rol hakkındaki soruları uyandırıyor ve
Türkiye -hangi gerekçe ile olursa-olsun, devletlerin uluslararası ilişkiler açısından görevlerini belirleyen BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen kararlara aykırı davranmakla itham ediliyordu.
*
Şimdi,Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu'nun dostları,Türkiye'nin bu ithamlar dolayısıyla Suriye'de daha itidalli bir politikaya yönelmesi yüzünden
ana çatışmaları Suriye'nin güneyine,Ürdün ile sınır bölgelerine kaydırıyor.
Bu bölgelerde Suriye hükümetinin büyük askeri birlikleri bulunuyor.
Bir askeri senaryo gündeme getirilmektedir -eğer, silah gücü arttırılmış Özgür Suriye Ordusu  bizzat  Esad'a ya da bu bölgedeki hükümet birliklerine zayiat verirse rejimin avantajlarına son verileceği planlanıyor.
ABD Cenevre II  Barış Konferansı üçüncü turu için güç toplamaya çalışıyor -iken;
*
Stephan Hawking ve dünyanın tüm sağduyulu insanları " Hey! Zekâmız, duygulara ve kollektif adalete tepki verme yeteneğimiz nerde? " diye isyan ediyor...
19.2.2014
Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com

17 Şubat 2014 Pazartesi

AÇILIM BASKISI, İLERİ DEMOKRASİ KÂBUSU VE MİLLİ ŞUUR ÇAĞRISI!...

AÇILIM BASKISI, İLERİ DEMOKRASİ KÂBUSU VE MİLLİ ŞUUR ÇAĞRISI
Mustafa Nevruz SINACI
            İleri demokrasi, kardeşlik-barış ve demokratikleşme süreci gibi, dayatmalarla oynanan menfur oyun, devletimiz ve milletimizin doğal stabilizatörlerini (dengelerini) bozmuş, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hayatı paralize ederek felce uğratmıştır. Bu akıl tutulması, cebir, dayatma ve psikolojik savaşın yol açtığı şaşkınlık, sarhoşluk, kibir, kinaye ve başıbozukluktan yararlanılarak; 30 yıl boyunca huzur, güven, kısmi refah, özgürlük ve barış içinde hür yaşayan KKTC’ni yok etmek pahasına bir çılgınlığın malûlü olunmuştur.  
Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası, güvenlik, refah ve huzuru bakımından hayati öneme haiz “Milli Dava Kıbrıs”ı da kapsayacak biçimde etki alanı genişleyen senaryo kurgularının aslı, esası, hedef, amaç ve mahiyeti; 17 Aralık operasyonuyla birlikte deşifre oldu ortaya çıktı.
            Menfur maksadın boyutları açıklandı, bütün veçheleri ile kötü niyet anlaşıldı.
Muhalefetin inadına körlüğü, kronik sersemliği ve gaflet uykusunun düşmana verdiği öz güven ile sonsuz avantajlar sayesinde vahamet bütün boyutlarıyla görüldü. Ekranda iktidar biçiminde göründüğü halde, gerçekte “Adalet, Fazilet, Eşitlik, Hakkaniyet ve Hukuk” (hüküm ve hikmet) cihetiyle hiçbir karar ve icraata muktedir olamayan hükümet, kör ihanetin pervasız akıntısına kapılmış, büyük bir felâkete doğru bilinçsizce sürüklenip gitmektedir.    
Buna “dur” demek, başta ana muhalefet partisi olmak üzere; Mason, meczup, mecnun, kumarbaz, dönme-devşirme, etki ajanı, kripto ve fahişeler tarafından son 50 yıl içinde sinsice Meclise sokulmuş bulunan “Truva Atları”nın temizlenmesi.; Hali hazır, resmen kurulu bütün partilere aittir. Aksi takdirde, kamu vicdanında “tam sorumsuzluk, gaflet, dalâlet ve hıyanetle” mahkûm bu teşekkülleri millet asla affetmeyecektir!..      
            İŞTE OYNANAN OYUN,
MENFUR EMELLER VE ACI GERÇEKLER
            Evveli herkesçe malûm olmakla birlikte; Asıl felâket 30 Eylül 2013 günü açıklanan sözde demokratikleşme; Özde demokrasi, insan hakları, eşitlik, adalet ve hukukun üstünlüğü ile rejimin deformasyonu; Siyasal, sosyal, toplumsal, fiziki / fiili ve ilmi “kuvvetler ayrılığı” prensibinin anlamsızlaştırılarak “güç’ün tekelleştirilmesi operasyonu” ile ivme kazandı.
            “Anayasa Uzlaşma (yeni anayasa imal ve inşa) Komisyonu” akamete uğrayınca zuhur eden panik; “Hak yolunda ve millet hizmetinde muktedir olamayan iktidarı” adalet ve hukuk dışı arayışlara itti. Ne için?.. Kurucu Unsurun tesis-temin ettiği; 11 Kasım 1938 karşı devrimi ile ihanet sürecine giren Cumhuriyet Halk Partisinin yozlaştırdığı (malum ve menfur istibdat döneminde anlamsızlaşan, saptırılan, istismar ve suiistimal edilen) rejimi.; 07 Ocak 1946’dan başlayıp 27 Mayıs 1960’a kadar özenle imar, inşa ve ihya edilip orijinal haline dönüştürülen eseri imha, bölünmez bütünlüğü parçalama, ittihat ve tevhit-i ilga için!..
Aslında 11 yıldır yapılmak istenende bu idi! Şimdi bütün yönleriyle ortaya çıktı.
Ciddi bir araştırma yapılırsa, “milli görüş” denilen şeytani ütopyanın da malum icraat, ifşaat, ifrat, tefrit, tecrit, ayırma-kayırma, bölme, parçalama, Türk düşmanları, Ebu Cehil’ler, Hiram’lar, Abdullah Bin Sebe’ler ile iştirak ve işbirliği muhtevalı olduğu açıkça görülecektir.        
Kinayeten adına kardeşlik ve barış denilen; Vatana, insana ve İslâm’a ihanet yolunda, amaca ulaşmak için, her şeyin mubah sayıldığı; Yalan-talan, hırsız-yolsuz, anarşi, terör-tedhiş yoldaşlığının icabı ifa edilen, “açılım”ların yüz karası, içler acısı ve utanç verici haline bakın:         
            DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ’NDEN!...
            “Sizleri en kalbi muhabbetlerimle selamlıyor; birazdan Türkiye’ye ve dünyaya ilan edeceğimiz demokratikleşme paketinin, ülke, millet, bölge; ekonomi ve demokrasimiz; en önemlisi de birlik ve kardeşliğimiz için hayırlara vesile olmasını Allah’tan niyaz ediyorum.”
            “Özellikle, 3 Kasım 2002 seçimleriyle oluşan, 11 yıldır aynı istikamet doğrultusunda fedakârca görev yapan, milli iradeyi en güçlü şekilde savunup, milletin talepleri yönünde çalışan Meclis’imize, değerli milletvekillerimize huzurlarınızda teşekkür ediyorum”
            “İç barışımızı güçlendirecek, toplumsal birlik ve bütünlüğümüzü, geliştirecek, huzurumuzu tahkim edecek her adım, milletimizin en büyük temennisidir. Bu paketle, Türkiye’nin istiklâlini güçlendiriyor, özgürlük alanını genişletiyor, ufkunu daha da açıyor ve umudunu çoğaltıyoruz. En önemlisi de, şehitlerimizin uğruna can verdikleri milletimizin, birliğini, kardeşliğini, dayanışmasını daha da pekiştiriyoruz. Böylece vasiyetlerini yerine getirdiğimiz tüm şehitlerimizi, bu anlamlı günde bir kez daha rahmetle, minnetle yâd ediyor; Allah Onlardan razı olsun, mekânları inşallah Cennet olsun diye dua ediyoruz”,
“1950’de başlayan demokratikleşme tarihimiz..”
OYSA!.. 
ALDATAN PUT
- Millete muhabbet merhamet, adalet, eşitlik, hukuk, saydamlık ve dürüstlükle olur;
- Söz’de Demokratikleşme paketi, öz’de bölücü, ayrımcı, adaletsiz ve despotiktir;
- 11 yıldır atanan parlamenterler millet iradesini değil; Gayri milli AB+ABD, BOP ve BİP dayatması, BOP Eş başkanlığı emirlerini uygulamış; Vatan topraklarını düşmana satmış, Milli değer, toplumsal konsensüs, birlik-beraberlik, adalet-hak, eşitlik ve hukuk namına her ne varsa, binlerce yılın birikimi milli değerlerin deformasyonu için şuursuzca el kaldırmışlardır.
- Böylece iç barış berhava edilmiş, 0 sorun politikası ile dış barış da çökertilmiştir;
- Türkiye Cumhuriyeti’nin istiklâli güçlendirilmek yerine zayıflatılmış; Kötülerin, adi hırsız, yolsuz, soysuz, katil, anarşist, terörist, bölücü, barış, ahlâk, namus-şeref, dil-din, devlet ve hukuk düşmanlarının özgürlük alanı genişletilirken; Namuslu-dürüst, onurlu-soylu, yüksek karakter sahibi sorumlu iyi insan ve iyi vatandaşlarımızın.; Yegâne hak sahibi oldukları halde, özgürlük alanları bütünüyle kısıtlanmış ve pervasızca daraltılmıştır.        
- Şehitlerimiz alçakça rencide edilmekte, hain leşlerine bile şehit denilebilmektedir;
- “1950’de başlayan demokratikleşme tarihimiz..” Cümlesi doğrudur.
Ancak, 1950’de başlayan, aleni yalan-sinsi talan, soygun-vurgun ve aldatmaca furyası değil; Bil âkis; Milli kalkınma, Milli-Manevi, ilmi ve kültürel değerleri ihya; Dikta, vesayet, halka ihanet ve despotizmi ilga; Cumhuriyeti demokrasi ile ihlâsla bütünleştirip, milli birlik ve beraberliği tahkim; Halk için/halkla beraber, el ele ve gönül gönül’e, milletle beraber vaki bir kalkınma, gelişme ve çağdaş medeniyet düzeyini yakalama-aşma hareketidir..
Milleti bölme, devleti parçalama, halkı sefalete mahkûm etme, milli kültür ve manevi değerleri yozlaştırıp, Türk Milletini kimliksizleştirmeye, yozlaştırmaya çalışarak; Ahlâksızlık, namussuzluk, anarşi, terör-tedhiş, yalan ve talanı teşvikle vatan topraklarını düşmana peşkeş kalkışması değildir!..   
SİYASETTE FAZİLET DÜŞMANLIĞI
Pakette bahse konu, sözde siyasetin demokratikleştirilmesi (!?) öngörüsü:
            “Siyasi Partiler Kanunu’nun 11’inci maddesinde yapacağımız değişiklikle, partilere üye olmayı daraltan, kısıtlayan bazı engelleri ortadan kaldırıyor, Seçim Kanunu hükümlerine göre, oy verme hakkına sahip olan herkesin, partilere de üye olabilmesinin önünü açıyoruz. Bu amaçla, 11’inci Maddenin B bendindeki 6 kısıtlayıcı engeli ortadan kaldırıyor, yine Siyasi Partiler Kanunu’nda yapacağımız değişiklikle, farklı dil ve lehçelerde propaganda imkânını getiriyoruz. 298 Sayılı Kanunu’nun ilgili maddesini değiştirerek, parti ve adaylar tarafından yapılacak propagandalarda, Türkçenin yanında farklı dil ve lehçelerin de kullanılabilmesini mümkün hale getiriyoruz. Aynı şekilde, ön seçimlerde farklı dil ve lehçelerde propaganda imkânını getiriyoruz. SP Kanunu’nun 43’üncü Maddesindeki kısıtlayıcı hükmü kaldırıyor, ön seçimlerde de Türkçeden başka dil ve lehçeyle propaganda imkânını partilere sağlıyoruz…”
            17 ARALIK OPERASYONU VE GERÇEKLER
            Öncelikle yukarda sözü edilen: “Muhabbet, demokratikleşme, birlik ve kardeşlik.; Fedakârca görev yapan, milli iradeyi en güçlü şekilde savunup, milletin talepleri yönünde çalışan Meclis; İç barışımızı güçlendirecek, toplumsal birlik ve bütünlüğümüzü, geliştirecek, huzurumuzu tahkim edecek her adım.; Bu demokratikleşme paketiyle, Türkiye’nin istiklalini güçlendiriyor, özgürlük alanını daha da genişletiyor, ufkunu daha da açıyor ve umudunu daha da çoğaltıyoruz. En önemlisi de, bu paketle, şehitlerimizin uğruna can verdikleri milletimizin, birlik, kardeşlik ve dayanışmasını pekiştiriyoruz; 1950’de başlayan demokratikleşme tarihi!.” Gibi lâflar, bütünüyle iyi niyet ve devletin temel öğesi olan “İyi İnsan ve İyi Vatandaş” ilkesi, “halka hizmet Hak’a hizmet” fenomeni ve TBMM’nin varlık nedeni “Egemenlik, kayıtsız ve şartsız Türk Milletine aittir” düsturuna aykırıdır.
            17 Aralık’tan bu güne açıkça görülmüş, anlaşılmıştır ki; Pakette yer alan bu ve benzeri sözler kesinlikle samimi değil, sadece bir oyalama, göz boyama, hile ve aldatmacadır. Çünkü aynı paketin sonlarında yer alan: “SP Kanunu’nun 11’inci maddesinde yapılacak değişiklikle, partilere üye olmayı daraltan, kısıtlayan engeller ortadan kaldırılacak; Seçim Kanununa göre, oy verme hakkına sahip olan herkesin, partilere de üye olabilmesinin önü açılacaktır…”
            Siyasi Partiler Kanunu’ndan “adalet, fazilet, insanlık ve hukuk” atılmak isteniyor.
            “SPK 2. Bölüm: Siyasi Partilere Üye Olma:
MADDE 11 - (Değişik 1. fıkra: 4445 - 12.8.1999) On sekiz yaşını dolduran, medeni ve siyasi hakları kullanma ehliyetine sahip bulunan her Türk vatandaşı bir siyasi partiye üye olabilir. Ancak; (a) Hâkimler ve Savcılar, Sayıştay dâhil yüksek yargı organları mensupları, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri, yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri, Silahlı Kuvvetler mensupları ile yükseköğretim öncesi öğrencileri siyasi partilere üye olamazlar.
b) (Paket Gereği Kanundan Çıkartılacak Hükümler)
1 - Kamu hizmetlerinden yasaklılar,
2 - Zimmet, ihtilâs, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve istihlâk kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle mahkûm olanlar,
2. Basit ve nitelikli zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve istihlak kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle mahkum olanlar,
3 - Herhangi bir suçtan dolayı ağır hapis veya taksirli suçlar hariç üç yıl veya daha fazla hapis cezasına mahkûm olanlar, 3. Taksirli suçlar hariç beş yıl ağır hapis veya beş yıl ve daha fazla hapis cezasına mahkûm olanlar,
4 - Türk Ceza Kanununun ikinci Kitabının birinci babında yazılı suçlardan veya bu suçların işlenmesini alenî olarak tahrik etme suçundan mahkûm olanlar,
5 - Türk Ceza Kanununun 312. maddesinin ikinci fıkrasında yazılı halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etme suçlarından mahkûm olanlar, 5. Terör eyleminden mahkûm olanlar, 
6 - Siyasi partilere üye olamazlar ve üye kaydedilemezler. Yükseköğretim elemanları, yasaklamanın dışındadır. Bunlar hakkında Yükseköğretim Kanunu uygulanır.
ÜYELİĞE KABUL ŞARTLARI
MADDE 12 - Siyasî parti üyesi olmaya kanuna göre engel hali bulunmayanların üyeliğe kabul şartları parti tüzüklerinde gösterilir. Tüzükte üyelik için başvuranlar arasında dil, ırk, cinsiyet, din, mezhep, aile, zümre, sınıf ve meslek farkı gözeten hükümler bulunamaz.
Siyasî partiler üye olma istemlerini sebep göstermeksizin de reddedebilirler. Ancak, üyeliğe kaydını isteyenin istemini reddeden teşkilatın bir üste kademesine, parti tüzüğünde gösterilen şekilde itiraz hakkı vardır. İtiraz üzerine verilen karar kesindir.
ÖNSEÇİMDE PROPAGANDA İLE İLGİLİ HÜKÜMLER
MADDE 43 - Aday yoklamalarına katılan aday adayları için propaganda yapmak amacı ile açık hava toplantıları, örf ve âdete göre sohbet toplantısı sayılanlar hariç olmak üzere kapalı salon toplantıları tertiplenemez, duvar ilânı, el ilânı ve her nevi matbua, ses ve görüntü bantlarıyla propaganda yapılamaz. Bu tür toplantılarda başka aday adaylarına karşı kötüleyici beyanlarda bulunulması yasaktır. Siyasî partiler, tüzüklerinde gösterilmek kaydıyla aday adayları için bunların vereceği bilgileri de esas alarak aday adaylarının meslek veya sanat hayatlarındaki derece, başarı ve eserlerini, memlekete yaptığı hizmetleri gösterir, vesikalık fotoğraflarını taşıyan matbualar bastırıp dağıtabilir. Aday adaylarının soyadı alfabe sırasına göre düzenlenecek benzer bilgileri içeren matbualar sandık başlarına asılabilir.
Aday adayları, mensup oldukları partinin programı, büyük kongresinin ve yetkili merkez organlarının kararları ile partinin seçim bildirisi dışında, milli mahalli yahut mesleki çapta herhangi bir vaatte bulunamazlar ve Türkçe'den başka dil ve yazı kullanamazlar.
Aday adayları, önseçimlerde oy kullanacak partili üyelere veya yakınlarına maddi çıkar sağlama amacı güdemezler; önseçimlerde oy kullanacakları etkilemek maksadıyla meşru ve hukuka uygun olmayan davranışlarda bulunamazlar…”
Tasarlanan bu değişiklikler hayata geçtiğinde:
1. Hiç af çıkartmadıkları yalanına rağmen, esasa müteallik yasa “paket ve torba” biçim düzenlemelerle “denetimli serbestlik”, “tutuksuz yargılama” ve sair nam ve kapsamlar altında hapisten çıkan 117 bin civarında suçlu,
2. Yukarda arz ve ifade edilen 2820     Sayılı Siyasi Partiler Kanunu 11/b fıkrasının iptali ile yüz binlerce insanlık düşmanı, alçak, namussuz, şerefsiz-soysuz, karaktersiz mahlûk, hırsız -yolsuz, anarşist, terörist, katil, ırz düşmanı, bebek katili cani ve hain serbestçe siyasi partilere üye olabilecek.; Canları isterse parti kurabilecek ve her düzeyde seçme-seçilme hakkına sahip hale gelecek, getirilecek;
3. Azat edilme altyapısı ilmek-ilmek dokunan bebek katili, düzenlemeyi müteakip bir şekilde tahliye edilecek; Serbest kaldığında dilediği partiye üye olabilecek, başkan seçilecek ve seçilmesi halinde bakan ve baş bakan bile olabilecektir!..     
4. Siyaset iyice “iyi insan, iyi, onurlu, sorumlu, namuslu ve dürüst vatandaşların hakkı, işi ve görevi” olmaktan çıkacak; Bütünüyle pislik, hırsız-yolsuz, despot, demokrasi, adalet ve hukuk düşmanı, yalancı-talancı, soyguncu-vurguncu lânetli domuzlarının eline kalacak;
            KİRLİ ELLER VE MENFUR EMELLER
            
Bu değişiklik istemi ile öteden beri plânlanan ve kerameti kendinden menkul torba ve paketlerle Meclise dikte edilen müstakbel hedef belli olmuştur. Bu menfur süreçle başta bebek katili olmak üzere, bilumum hırsız, yolsuz, soysuz, katil, hain, terör-tedhiş unsuru hain, cani ve bölücü unsurlar meclise taşınmak istenmektedir. Bizim gaflet, dalâlet ve hıyanet ile malûl muhalefet, ya hâlâ, bu vahim ihanete uyanamamış, ya da işin kârlı “işbirlikçiliğine” yatmış olsa gerektir!...
            ŞURASI BİLİNMELİDİR Kİ!..
            Yıllar boyunca insan hakları, adalet, hukuk ve DEMOKRASİ diye haykıran, daha da doğrusu, tam bir mürailik, iki yüzlülük ve çifte standart kurgusuyla inleyen “dâhili ve harici bedhahlar”.; ABD + BOP + BİP ve AB hapları ile uyutulup gaflet tuzağına düşürülen, harici dayatma darbeleriyle narkozladıkları Türk Milleti’nin hıyanet ve dalâlet uykusundan dehşetle uyandığını yakında görecek ve “malum, melhus ve menfur tahrikleri ile” tüm vatandaşların “oynanan oyuna” uyanmasına vesile olacaklardır.. 
            NETİCE OLARAK:
            Haydi; İyi, namuslu, dürüst, demokrat, onurlu ve sorumlu İnsan’lar kazansın.
            Din tüccarı, misyon taciri kötüler kahrolsun, adaletsiz ve ahlâksızlar mahvolsun, tövbekâr olmayan, ıslah-ı nefs etmeyen, milletle hesaplaşmayan, insanlarla hellâlaşmayan, müzmin suçlular cemiyetten dışlansın!..
            Sonuçta:
            TC yurttaşları, ya Milli Birlik, Milli Devlet, Ayrılmaz-bölünmez bütünlük; Tek Dil, tek Bayrak, tek Millet, tek Başkent, tek Vatan emel ve idealine saygı duysunlar;
Ya da, canlarının istediği yere, defolup gitsinler!..
YANİ; Ya saygı duyun, sahiplenin; Ya da terk edin... (17.02.2014)
                ***
                 BAKINIZ (ZİYARET EDİNİZ// TIK'LAYINIZ) LÜTFEN!..

AÇILIM BASKISI, İLERİ DEMOKRASİ KÂBUSU VE MİLLİ ŞUUR ÇAĞRISI