29 Ağustos 2014 Cuma

Rifat Serdaroğlu : SİZE SAYGI DUYMAYACAĞIM!..

SİZE SAYGI DUYMAYACAĞIM!..
Rifat Serdaroğlu
Defalarca uymadığınız kuralların yazıldığı bir metin üzerine yalan yere yemin ettiğiniz için,
Anayasa’yı bilerek ve isteyerek çiğnediğiniz için,
Yasaları kendinize göre yorumlayıp uyguladığınız için,
Türk Adaletinin Yargıçlarına, isim belirtmeden dedikodu yapar gibi “Haşhaşin” diye hakaret ettiğiniz için,
Anayasanın 174. Maddesindeki “İnkılap Kanunlarına” hakaret ettiğiniz için,
Sonuç olarak “Hukuk Devleti” İlkesine ihanet ettiğiniz için,
 Size hiçbir zaman saygı duymayacağım…
Belediye ve Siyaset yoluyla servet sahibi olduğunuz için,
Servetinizin hesabını Türk Milletine açık-net olarak veremediğiniz için,
Yabancı Bankalarda 8 hesabı var, iddiasına belge ile yanıt vermediğiniz için,
17/25 Yolsuzluk-Hırsızlık operasyonu sırasında sizin, oğlunuz ile yaptığınız iddia edilen konuşmaları belge ortaya koyarak, açıkça kanıtlayamadığınız için,
Bakanlarınız “Yolsuzluk-Hırsızlık-Rüşvet” yüzünden istifa ettikleri halde, sizin hiçbir şey olmamış gibi koltuğunuzda oturmaya devam ettiğiniz için,
Sonuç olarak, “Namus-Ahlâk-Dürüstlük- Helal Kazanç” gibi kavramların içini boşalttığınız için,
 Size hiçbir zaman saygı duymayacağım…
Cemaat ve Tarikatların militanlarını devlete soktuğunuz için,
Türk Silahlı Kuvvetleri Komutanını, “Terör Örgütü” kurmakla suçlayan kumpasa geçit verdiğiniz için,
Milli Eğitimimizin, “Milli” niteliğini yok ettiğiniz için,
Dindar ve Kindar bir nesil yetiştireceğinizi söylediğiniz için,
Türk Gençlerinin Çağdaş Eğitim almalarını engellediğiniz için,
Mezhep ve İnanç açısından ayrımcılık yaptığınız için,
IŞİD katillerinin 13-14 yaşındaki kızlara tecavüz edip öldürmeleri hakkında tek söz söylemediğiniz için,
Irak’ta on binlerce Müslüman kadına tecavüz eden ABD Askerlerine “İnşallah sağ-salim ülkenize dönersiniz, sizi selamlıyorum” dediğiniz için,
Sonuç olarak, “Lâiklik İlkesine” ihanet ettiğiniz için,
Size hiçbir zaman saygı duymayacağım…
54 Bin insanımızın hayatını yok eden, gelecek nesillerimizin 400 Milyar Dolarını çalan uyuşturucu kaçakçısı terör örgütü ile pazarlık edip, TC Devletine muhatap ettiğiniz için,
Türk Gençlerinin ölümünden birinci derecede sorumlu olan eşkıya başı Barzani ile sıra gecesi düzenleyip eğlendiğiniz için,
Türkiye’nin bir bölgesinde PKK’ nın hâkimiyet kurmasına izin verdiğiniz için,
Türkiye’nin bir bölgesinde “Türk Bayrağını” taşınamaz hale getirdiğiniz için,
Türkiye’nin Güney sınırının El-Kaide, IŞİD gibi katillere bıraktığınız için,
Türkiye’nin göbeğine katillerin heykellerinin dikilmesine ve vatan hainlerinin isimlerinin bazı meydanlara verilmesine izin verdiğiniz için,
Sonuç olarak, “Türkiye’nin Bütünlüğü” ilkesine zarar verdiğiniz için,
Size hiçbir zaman saygı duymayacağım…
Kişi başına borcu 1963 dolardan alıp, 4900 dolara çıkardığınız için,
50 yılda 95 Milyar Dolar olan İç Borcu, 12 yılda 212 Milyar Dolara çıkardığınız için,
50 yılda 130 Milyar Dolar olan Dış Borcu, 12 yılda 372 Milyar Dolara çıkardığınız için,
50 yılda 63,7 Milyar Dolar olan Cari Açığı, 12 yılda 399 Milyar Dolara çıkarttığınız için,
İnsanları boğazlarına kadar borca batırdığınız için,
İnsanları, sadakaya muhtaç hale getirdiğiniz için,
Sonuç olarak, “Sosyal Devlet” ilkesini tahrip ettiğiniz için,
Size hiçbir zaman saygı duymayacağım…
Çevremizde kavgalı olmadığımız bir komşu bırakmadığınız için,
Size güvenip komşu ülkelerde yatırım yapan ve sizin yanlış politikalarınız sonucu binlerce iş adamımızı batırdığınız için,
Türkiye’yi çağdaş ülkelerden kopardığınız için,
Kökü haram olan ve tamamen emrinizde olan bir medya kurduğunuz için,
Sonuç olarak, “Basın Özgürlüğünü” katlettiğiniz için,
Size hiçbir zaman saygı duymayacağım…
Sizi oradan indirip, işlediğiniz suçların hesabını vermeniz için bir TC Vatandaşı olarak sizinle demokratik yollarla mücadeleye devam edeceğim. Mücadele yöntemim sizin yönetim tarzınıza uygun olacaktır. Fakat size asla saygı duymayacağım…
Eyy Türk Milleti, bu kadar ihaneti kaldırabilecek misin?
_________
Not: TBMM Başkanı Cemil Çiçek;
Siz, Hukukçu olmanıza rağmen Anayasayı hukukun arkasından dolanarak defalarca çiğneyeceksiniz. Yolsuzlukları örtmek için fezlekeleri saklayacaksınız, soruşturma komisyonu kurulmasını engelleyeceksiniz, Grup Başkan vekiline söz vermeyeceksiniz, uygulamadığınız tüzük atılınca “Ayıp” diyeceksiniz! Zengin yapınca “Flört”, gariban yapınca “Fahişe” olur deyişi bu tavır için cuk oturmuş! Önce devleti yönetenler Anayasa ve Yasalara uyacaklar, ondan sonra saygı bekleyecekler… İmam-Cemaat meselesi!

Yol haritaları ve kriz sarmalı! Bülent ESİNOĞLU

Yol haritaları ve kriz sarmalı!
Bülent ESİNOĞLU
PKK’yı terör örgütü olmaktan çıkaran altı maddelik yasa(6551) Meclisten geçince, siyasi iktidar, CHP’yi kendi suçuna ortak etmiş olmanın mutluluğunu yaşadı.
Bu sevinçle, bu yasaya dayanan yeni yol haritaları ve yeni kurul ve kurumlar oluşturma çabasına girdi. İzleme Komitesinin belirleneceğini açıkladı.
Bu yasa nedeniyle, gerek CHP’nin tabanında, gerekse MHP’nin tabanında öncülerde, çok yoğun bir huzursuzluk başladı.
PKK’yı terör örgütü olmaktan çıkaran yasayı, CHP Anayasa Mahkemesine götürmeyeceğini beyan edince, tüm umutlar Meclis dışı muhalefete kalmış oldu.
PKK’nın güneydoğuda devlet gibi davranıyor olmasını, Anayasal zemine oturtmanın adı; yol haritası olarak isimlendirildi.
Bu yolun sonunda, Birleşik Kürdistan’a varacağını uman PKK, gidişattan çok memnun.
Aslında yol haritasını PKK önceden çizmişti. Şimdi AKP ve CHP o yol üzerinden yürümeye devam ediyor. PKK’nın yol haritası ise; biraz müzakere biraz silah olduğundan, garantiye alınmış bir yoldur.
Yazımın başlığına kriz sarmalı ismini vermiştim.
Üç krizi bir arada yaşayacağımızı söylemek gerekir.
Birinci kriz vatan krizidir. Çünkü ülkemiz, toprak kaybetmekle karşı karşıyadır.
İkinci kriz; Siyasi iktidarın IŞİD’a verdiği desteğin ülkemize yayıyılıyor olmasıdır. Bu krizin, sosyal krizi de, bünyesine alacağı kesindir.
Üçüncü kriz ise; içinde bulunduğumuz bu karmaşa nedeniyle, çok yüksek faiz dahi versek, Batıdan sermaye akışının duracağı veya azalacağıdır. Avrupa’nın yaşamakta olduğu krizi de, buna ilave edersek, sıcak para akışının daha da sıkıntılı olacağı anlaşılır.
Vadesi gelmiş borçların, yeni borç alınmaksızın ödenmesi imkânsızdır. Zaten ekonomik kriz de buradan başlar. 60 milyar dolar cari açık, 230 milyar dolar 2014 yılında ödenmesi gereken borç var.
Cari açık döviz açığıdır. Yani yabacı paradır. Dışa bağımlı sanayinin sürmesi, yarı mamul alması içim döviz gerekir.
Ülke bu krizlerin içine, şu üç saldırı sonucunda geldi.
Cumhuriyet ve laikliğe saldırı, güneydoğuyu Türkiye’den koparma saldırısı yani Açılım ve Orduya Ergenekon saldırısı…
Amerika, Avrupa ve iktidarın birlikte hazırladıkları yol haritası, bu üç saldırı ile hayata geçirildi.
Muhalefetin iktidara hem program hem de uygulamalar açısında çok benziyor olması, umutsuzluğun artmasına sebep olmaktadır.
Umutsuzluğun asıl nedeni; bu siyasi iktidarın yarattığı sorunları çözebilecek bir alternatifin olmamasıdır.
Mevcut partilerin programlarıyla Türkiye bu çıkmaza girmiştir. Aynı programla çıkmazlardan çıkılamaz.
Borç almadan borç ödeyebilecek düzeni oluşturmaya mecburuz. Aksi takdirde, toprak kaybına uğrayacağız. Zaten Bulamaç ve Eşek adaları başta olmak üzere, 16 adamıza Yunan bayrağı ve Yunan askeri yerleşmiş durumdadır.
Öyle bir muhalefet ile karşı karşıyayız ki, bu adaların iktidarın göz yumması sonucunda işgal edildiğini dahi gündeme getirmemektedirler. Çünkü onlar da olaya aynı göz ile bakmaktadırlar.
AKP iktidarından önceki yıllarda, böyle bir durum olsa Genelkurmay açıklama yapardı.
AKP böyle durumlara ordunun vesayeti dediğinde, Genelkurmay da, hükümetten izin almadan acıkma yapamıyor.
Anlayacağımız, toprak ayamızın altından çekilecek ama haberimiz olmayacak. Bu kadar AKP propagandasının arasından gerçeği görmek ve onu açıklamak artık büyük bir mücadeleyi gerektiriyor.

28 Ağustos 2014 Perşembe

MİLLETİN YAŞADIĞI SÜREÇLER; Cemal ÇALIŞKAN

MİLLETİN YAŞADIĞI SÜREÇLER
                            Cemal ÇALIŞKAN
“Her gelen sağ iktidar, askeri harcamaları ne kadar azatlıklarını söylemişlerdi. Böylece PKK ve yandaşlarını güçlendirdiler.” Atalarımız her şeyde bir hayır vardır demişler. Rabbimiz, sizin hayır gördüklerinizde şer, şer gördüklerinizde de hayır vardır. Buyurmuş. Her beş ve on yılda bir ülke süreçler yaşamıştır. Her sürecin arkasından bir başkası takip ederek gelmiştir. 19. Yüz yılda Kiliselerin baskısına, Batının başkaldırıp dini ve din adamlarının dışlandığı tarihte diyebiliriz. Bunun sebebi kilise ve mensuplarının Tecrübe edilen bilginin sonuçlarının insan hayatının hizmetine sunulmasına, dolayısıyla aklın yüceltilmesine karşı çıkmışlardır. Bilimle uğraşanlarda bu yüzden kutsal varlıkları dışlamışlar, Tanrı inancının sonunun geldiğini söylemeye başlamışlardır.
            Bu tarihten itibaren dinden uzaklaşan insanlık, ırk ve milletçilikle bütünleşmeyi denemiştir. Sanayileşmeyle birlikte üretim fazlasını satabilmek ve yeni Pazarlar elde etmek için başka yollar denenmiştir. Denenen bu yollar dünyaya ölüm ve gözyaşı olarak geri dönmüştür. İşte Türkiye Cumhuriyeti, bu ölümlerin ve gözyaşlarının akabinde, yediden yetmişe verdiği mücadeleyle bir takım iç düşmanlara rağmen istiklal savaşını vererek kurulmuştur. Kurulduktan sonra da ayrı bir süreç yaşanmıştır. Bu süreç toplumu disipline edebilme süreciydi. Çünkü Ülkedeki insanlar Osmanlı bakiyesi olduğundan az da olsa, her türden ajan insanlar yaşıyordu. Bu insanlar tümüyle hayırlı olsaydı, Osmanlı yaşadığı hayırsızlıkları yaşamazdı.
            1960 askeri ihtilalı de yaşanacak bir süreçti. Çünkü o günkü iktidar bugünkü gibi arkamda halk desteği var diyerek, Devleti ve halkı istediği yöne sevk etmek yetkisini kendisinde görmeye başlamıştı. Bütün ipler Amerikan’ın elinde olup iç ve dış güvenliğimiz Notaya havale edilmişti. İstihbaratı sağlayanların parasını Amerika veriyordu. Bu süreçle birlikte Osmanlıdaki gibi yaşlı paşalar emekli edilerek ordu gençleştirildi. Çünkü Balkanlarda Bazı Osmanlı paşaları 80 yaşında olmalarına rağmen hale genç kızlarla izdivaç yapanlar oluyordu.
            12 Eylül süreci yaşanması gereken bir süreçti. İhtilalden önceki dönemi bilmekteyiz. Polisler güvenliği sağlayamıyorlardı. Korkularından kendileri dışarıya çıkınca üniformalarını çıkarıyorlardı. Bir olaya rast gelmemek için Allah’a adeta yalvarıyorlardı. Şehitlik ve gazilik gibi şerefler, devlet kademelerinde unutturulmuş, siyasiler eliyle polis polisle düşman edilmişti. 12 Eylül sonrası emniyetteki bu zayıflığın giderilmesi için tedbirler alınmıştır. Fakat 28 Şubat süreciyle eliyle bu gücü zayıflatmışlardır.
            28 Şubat sürecinin yaptığı olumlu işlerden en önemlisi eğitimin 8 yıl olması ve din istismarının engellenmesi olmuştu. Fakat bu günkü iktidar bu dengeyi fazlasıyla bozdu.  Aynı Menderes kafasıyla verilen oy oranına güvenerek devletin ve milletin her yönüyle oynamaya devam etmektedir. Her dönemin yaptığı olumlu icraatlar vardır. Ama sonraki gelenler iktidarlar bunlar tarafından yok edilmiştir.
            PKK olayı Türk devleti ve halkı için müspet bir şanstır. Çünkü uzun yıllar savaşsız yaşayan bir ordu, Osmanlı ordusu gibi savaş olduğunda dökülür. Başta Amerika ve büyük devletler askerlerinin muharipliğini kaybetmemesi için özellikle Müslümanların kanını dökmek, yeni silahlarını denemek için muharip ordusunu oluşmasını sağlamak, İslam Dünyasında yeni savaş alanları yaratmışlardır.    
            Devlet, PKK ile mücadele esnasında ordunun zayıflıklarını tespit etmeli ve bu eksiklikleri gidererek ordunun operasyon gücünü artırmalıydı. Fakat 30 yıldır siyasilerin esip gürlemesine karşılık halkın muhakeme gücünün zayıflığı da bunu sorgulayamamış, esip gürleyenleri desteklemeye devam etmiştir. Başarısız askerlerden de hesap sorulmamıştır. Asker ve siyasiler iki maymunu oynamışlardır. Yine de Askerler Osmanlı Ordusu gibi işlevsizlik ve tecrübesizlikten dolayı, bir savaş durumunda bozguna uğrama talihsizliği yaşamayacaklardır.  PKK olmasaydı Anadolu halkı vurdumduymaz olacak, din ve vatan sözlüleri karşısında heyecanlanmayacaktı.
            Günümüzdeki Ergenekon davası, Balyoz davası, askeri ajanlık gibi davalar doğuda PKK ile savaşan askerlerimizin maneviyatı üzerinde şok etkisi yapmıştır. Bu nedenle askerlerimiz hükümetin baskısıyla algı üstünlüğünü bölücülere kaptırmıştır. Fakat bunların ülkenin hayırsına olduğuna inanıyorum.
            Kürtler zayıf anımızı kollamaya devam edeceklerdir. Deniz askerlerindeki ajanlık davaları da hayırlı olmuştur. Çünkü gittikleri ülkelerden istedikleri kadar kaçak içki, sığara ve nice gayrı meşru işleri devletin haberi olmadan yapma durumunda olabilirler. Hiç olmazsa bu olaydan sonra askerler istedikleri kaçak malları ülkeye sokma veya gayri meşru kadınlarla ilişkiye girmenin mahzurlu olduğunu anlayacaklardır.
            İktidar tarafından paralel yapı olarak suçlanan casusluk isnat edilenler içinde iyi olmuştur. Bu günden sonra onun bunun adamı olmak yerine devletin ve milletin adamları olurlar. Demek ki yaşadıklarımız ve duyduklarımız, ülkenin güvende değildir. Bu yapılanlar devletin keşmekeşliğini göstermiş oldu. Fethullah hocanın çalışmaları da ülke için bir şanstır. Çünkü solculular, Müslümanlar bir arada yaşayamaz algısı kırıldıysa, buda az bir kazanım değildir.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

MİLLETVEKİLİ YAPMAN YANLIŞ OLMUŞ !.. ÖZCAN PEHLİVANOĞLU

MİLLETVEKİLİ YAPMAN YANLIŞ OLMUŞ !..
Cumhurbaşkanlığı seçimleri geldi geçti ama artçı sarsıntıları sürüyor. Özellikle CHP’de kılıçlar çekildi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun ifadesi ile CHP Ekim ayında kurultaya gidiyor.
CHP’de bir kesim Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığını bir türlü kabullenemedi. Önemli sayıda milletvekili, adaylık için yapılan başvuruya imza vermedi. Bunların seçim içinde çalışmadığı söylentiler arasında. Tabii ki; siyaset bu! Milletvekillerinin hepsinin kendine göre bir hesabı vardır.
Seçimden sonra Ankara Milletvekili Emine Ülker Tarhan, bir grup milletvekili ile Kılıçdaroğlu ve parti yönetimine ağır eleştiriler yönelterek, Kılıçdaroğlu’nu istifaya davet etti. Buna karşılık Kılıçdaroğlu’da“Burada üzülerek ifade edeyim ki, bu arkadaşlarımın çoğunu siyasete taşıyan benim. Eğer bir hata aranacaksa bunları getiren kişi olarak bende aranması lazım...” dedi.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu sözü, AKP iktidarını değiştirecek çalışmanın temelini oluşturan ve siyaset açısından önemli bir doğruyu ifade eden bir açıklamadır.
Kılıçdaroğlu haklıdır. Bugün ilk zorluk ve tökezlemede kendisine ağır eleştiriler getirenler, siyasete paraşütle kendisi tarafından sokulmuştur. Hem de parti tabanının ve kamuoyunun ağır tepki ve eleştirilerine rağmen!
Siyaset; emek, gayret, sabır, fedakarlık, çalışkanlık ve disiplin ister. Bu yoldan ter akıtarak gelmemiş olan adamlar, işte böyle nankörlük edebilirler. Onlar, çoktan kendini siyasi yapının üzerinde gören ve bulunmaz hint kumaşı misali insanlardır! Hem de artık milletvekili olarak üstün insan sınıfına geçmişlerdir. Böylece kendi istedikleri olmayıverince, hemen kazan kaldırıverirler. Bakın içlerinde doğru düzgün bir parti emekçisi var mı?
Rahmetli Bülent Ecevit bu konuda yıllar evvelinden neler söylüyor “... siyasete ilişkin yasaklar ortadan kaldırılmalıdır... bu yalnız sorunlara çözüm arayabilmek ve bulmak bakımından zorunlu olmakla kalmıyor; aynı zamanda, deneyimli siyasal kadroların yetişmesi bakımından da zorunludur. Çünkü politikacılık, kolay kolay sonradan edinilebilen bir yetenek değildir, politikada çekirdekten yetişilir genellikle.
Oysa bizde hele son dönemde ne oluyor? 40 yaşında, 50 – 60 yaşına kadar doktorluk yapmış, mühendislik yapmış, avukatlık, subaylık yapmış bir kimseye birden bire “gel seni milletvekili yapalım” deniyor. O zamana kadar politikayla hiç ilişkisi olmamış bir kimse... Seçilirse ertesi gün bakan olabiliyor, başbakan olabiliyor ve birden bire kendini politikanın ve devlet yönetiminin içinde, hatta başında bulunuyor. Deneyim kazanıncaya kadar da çoğu kez, hata üstüne hata yapıyor ve Türkiye deneyimli siyaset adamı kadrolarından yoksun kalmış oluyor.
Çok değer verdiğim bir politikacımız vardı, rahmetli oldu: Cahit Zamangil... Cumhuriyet Halk Partisi’nin Parti Meclisi üyesiydi. Değerli bir iktisatçı olduğu gibi amatör olarak keman da çalardı. Bir toplantımızda, kemandan örnek vererek şöyle konuştu:
“Bizde, sokakta rastladığınız herhangi bir kimseye, bu akşam filarmoni orkestrasının konseri var; ama başkemancı hasta, onun yerine sen çalar mısın?” desek, adam hayret eder,“ne münasebet, ben keman çalmasını bilmem ki” der... Ama aynı kimseye, “Ticaret Bakanı çekildi, gel seni Ticaret Bakanı yapalım dense, hemen kabul eder.”
Yani siyasette deneyimin gerekliliğini henüz fark edememiş bir ülkede yaşıyoruz.
Olaf Palme öldüğünde, Stockholm’deki cenaze törenine çağrılıydım, gittim. Sanat açısından, estetik açıdan, çok güzel düzenlenmiş, musikiye ağırlık verilen bir törendi. İçeriye bayraklarla partili erkekler girdi, hanımlar girdi, gençler girdi. Derken ellerinde yine bayraklarla, ilkokul çağında çocuklar girdi: “Bunlar kimdir?” dedim, “Partinin çocuk kolu”dediler. Çocuk yaşında politikaya alışıyorlardı.”
Bilmem anlatabildim mi? Liderler partilerini iktidara taşıyabilmek istiyorlarsa, tabiri caizse siyasetin çamurunda yoğrulmuş, liyakatli ve ehliyetli, çalışkan, dürüst, vefalı, ilkeli adamları; bir yetenek avcısı gibi bulup, TBMM’ye taşımalıdır.
Aksi halde iktidar olmaları veya uzun süreli iktidar da kalıp hizmet etmeleri olanaksızdır. Yanlış insan tercihleri, muhalefetin başarısını çok etkilemektedir. Kemal Kılıçdaroğlu haklıdır ama hatayı da (kendisinin kabullendiği gibi) kendi yapmıştır. Zaman her şeyin doğrusunu göstermektedir ama kaybeden ülke olmaktadır.
**
Özcan PEHLİVANOĞLU
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com

16 Ağustos 2014 Cumartesi

HER GENÇ KIZIN HAYALİ; Nevzat Laleli (HAY-DER Genel Başkanı) Flört yangını kitabım

HER GENÇ KIZIN HAYALİ
NEVZAT LÂLELİ
Nevzat Laleli, 
HAY-DER Genel Başkanı
Flört yangını kitabım        
Sizi ve çalışmalarınızı uzun süredir takip ediyorum. 
İnternet sitelerinde yazılarınızı okuyor bu konuda verdiğiniz konferansların notlarını takip etmeye çalışıyorum. Sonun da size bu mektubu yazmayı uygun buldum.
“Her genç kız gibi benimde geleceğe yönelik birçok hayallerim vardır. Öğrenimi tamamlamak, bir kariyer sahibi olmak, iyi bir iş sahibi olmak, sonra kendisini anlayan ve seven, kendisinin de onu sevdiği ve “kocam” diyebileceği bir erkeği olmak. Daha sonra çocuklarının annesi olmak… Bunlara bakmak, bu çocukları ile mutlu bir hayat yaşamak istiyorum. Bu hayaller için de en önemlisi hiç kuşku yok ki evleneceği erkeği seçmek, böylece mutlu bir hayatın kapısını aralamak, geliyordu.
Siz de karşılaştığınız olayları yazın…
Çevremde birçok kız arkadaşım, kendilerine bir takım erkek arkadaşlar bularak onlarla flört etmeye başlamışlardı. Her bir arkadaşım, delikanlı ile neler konuştular, neler yaptılar, nasıl heyecanlar yaşadılar bunları bana anlatıyorlardı.
Ben bunları dinliyorum ve içimden bir ses bana; “Senin bu kızlardan neyin eksik. Flört eden kız arkadaşlarına söylesen onlar da erkek arkadaşlarına söylerler ve sana da bir erkek arkadaş bulurlar. Veya sınıfta beğendiğin delikanlıya biraz hissettirirsen o seni hemen arkadaşlığına alacaktır.” diyordum.
Aynaya bakıyor, çirkin bir kız olmadığımı görüyordum. Hatta güzel bir kız bile sayılırdım. Boyum, bosum yerindeydi. Giydiklerime dikkat ediyor, eteğim ile ayakkabımın, çorabım ile çantamın uyumlu renkleri taşımasına dikkat ediyordum. Saçlarını itina ile tarıyor, ancak kabartarak delikanlıların dikkatlerini üzerinde toplamaktan kaçıyordum.”
Ama ben bu yolu tercih etmemiş, her şeyimi ama her şeyimi kendisine “kocam” diyebileceğim bir delikanlıya vermenin erdemini taşımak istiyordum.
Çevremde bir delikanlılar ile flört eden kız arkadaşlarım vardı. Ancak flört eden arkadaşımın o yılışık hallerini, oğlanın yapışkanlığını ve cüretini hoş karşılamıyordum. Sonra benden büyük bazı kızlar flört ederlerken, delikanlı tarafından terk edilmişler ve bu kızlar büyük yalnızlık içine itmişlerdi.
Yine çevremde flört ettiği ve kendisini çok seviyorum, dediği delikanlı ile evlenen ancak birkaç sene sonra boşanarak ayrılan bazı kızlar tanıyordum. Bunlar flört ederlerken, “kendi evleneceğim eşimi kendim tanımak ve daha sonra onunla evlenmek isterim” dedikleri halde evlilikleri fazla uzun sürmemişti.
Kendi kendime soruyordum, “Bu nasıl tanıma ve nasıl evlenme… Maden birbirinizi tanıdınız ve evlendiniz. O halde niçin boşanıyorsunuz?”
Boşanan kızların durumu gerçekten içler acısıydı. İlk evliliği boşanma ile sonuçlanan bu kızlara, evlenmek için hiç kimse talip olmuyordu. Bunlar kızken etraflarında pervane gibi dönen insanlardan artık kimse kalmamıştı. Boşanan bu kızlar toplum içinde ikinci derecede bile değil, ta dördüncü dereceden düşmüşlerdi.
Sonra annem veya babam, benin flört etmesini nasıl karşılarlardı? Her halde hoş karşılamazlar diye düşünüyordum. “Annem ve babam, benim her zaman iyiliğimi ve mutluluğumu istemişlerdir. Onların benim flört etmeme sıcak bakmamaları da yine benim iyiliğim içindir. Onlar memnun olmadıkları halde ben flört edersem onların kalplerini kırmış ve üzerimdeki haklarını çiğnemiş olmaz mıyım?” diye aklımdan geçiriyordum.
Geçenlerde ablamın (S) adında ki bir kız arkadaşı anlatmıştı. “Nişanlım Bülent, bana talip olmadan önce çok beni araştırmış. Hatta nişanlandıktan sonra da araşmasını sürdürmüş ve beni gözlemlemiş. Benim daha önce hiçbir erkekle konuşmamış biri olmadığı anlayınca bana talip olmuş ve benimle nişanlanmayı kabul etmişti” demişti.
İşin başında olması gereken en önemli şey, yaratıcımızın bu konuda ki emir ve yasakları nelerdir?” Çünkü flört yapanlar, kız olsun erkek olsun, bunlar birbirleri ile nikâhlı değillerdi. Ama yaşadıkları hayat sanki nikâhlı iki insanın hayatıydı.
Bu kafamı kemiren soruları din ve ahlak dersi hocası Ahmet Hoca, zaman zaman derste açıklık getiriyor; “Bakın çocuklar. Flört yapmak, dinimizde yasaklanmıştır. Yaratıcımız bir erkek ve kızı, ancak nikâhlanmak suretiyle bir birinin helali olabilirler. Flört yapan erkek ve kızın tutuşmuş oldukları elleri, bunlar birbirinin helali değillerse o zaman helakleri (dünya ve ahiret zararları) olur” diyordu.
Ama bu Hocayı dinleyen pek olmuyordu. Onlar birbirlerine, falan dizide kız oğlana ne demiş, oğlan kıza ne yapmış bunları konuşuyor, dizide seyrettiklerini kendileri de uygulamaya çalışıyorlardı.
İşte bütün bunları düşünüyor ve bir gün kendisinin de bu acı yalnızlığa itilmemesi için “yapılacak flörte ile bu yolla evlenmeye değer mi, bütün bu acılar?” diyordum.
Duyuyor ve takip ediyorum ki, HAY-DER, Hayırda Yarışanlar Derneği, “Yuvamız” diye bir büro açmış. Genç kızlar hayallerinde ki “Beyaz atlı prenslerini” oradan bulmaları mümkün olabiliyormuş.
Ne güzel bir haber bu… Böylece genç kızlarımız bünyesinde büyük tehlikeler taşıyan “Flört yapmak” yerine buradan kendileri işin uygun eş bulabilecekler” diyerek bizlere, selam ve saygılarını sunuyordu.  

14 Ağustos 2014 Perşembe

SİYASETTE MUCİZE YOKTUR; Rifat Serdaroğlu

SİYASETTE MUCİZE YOKTUR
Rifat Serdaroğlu
Siyasette çalışmayıp, üretmeyip mucize bekleyenleri sonunda mutlaka hayal kırıklığı bekler.Siyasette çalışmanın öyle 09-17 arası gibi mesai saati de yoktur. Siyaset haftanın 7 günü, 24 saat çalışma üzerine yapılır.
Türkiye’deki siyasi yapıda, örgütlerin bu tempoda çalışması için öncelikle Genel Başkanların çalışması ve kendi örgütlerini ateşlemeleri gerekir. Bunun yolu da parti kademelerinde çalışanların her zaman Genel Başkana veya Yardımcılarına ulaşabilmelerinden geçer. Bu aynı zamanda bir güven sorunudur.
İlçe Başkanı İl Başkanına, İl Başkanı Genel Merkez Yönetimine ve Genel Başkanına güvenmek ister. Başı derde girdiğinde, hakkı yendiğinde yanında parti büyüklerinin olacağına inanmak ister.
Bizdeki gibi “Lider Partileri” olan ülkelerde, Genel Başkan her konuşmasıyla, her davranışıyla örnek olmalı ve kendi örgütünü bilgi-günlük olaylar-ülke politikaları ile beslemelidir. Hazine yardımlarının en az yarısının parti örgütüne dağıtılması ve denetlenmesi şarttır.
Bir an için düşünün;
Programına ve kadrolarına güvendiğiniz bir siyasi partide görev aldınız.
Doğal olarak hedefleriniz de var. Belediye Meclisi-Belediye Başkanlığı-Parti Yönetimleri-Milletvekili olmak gibi hedefler.
Fakat Parti Genel Merkeziniz “Parti İçi Demokrasiyi” işletmiyor, tüm adayları Ankara’dan belirliyor, size eşit şartlarda yarışma şansını dahi vermiyor!
Siz çalışıyorsunuz, emeğinizi-zamanınızı-paranızı harcıyorsunuz, ama sizi adam yerine koyan yok. Üstelik bir gün, size sorulmadan bile görevden alınabilirsiniz. Sizde ve sizin durumunuzu izleyen diğer partililerde çalışma azmi kalır mı?
Türkiye’deki partilerin AKP hariç, tamamı böyledir.
AKP’nin ise bir siyasi parti olmadığını, cemaat ve tarikat koalisyonu olduğunu hep söylemiştim. AKP’de bırakın parti içi demokrasiyi, en basit bir konuyu bile tartışmak mümkün değildir. AKP’de biat kültürü hâkimdir.
AKP’nin İlçe ve İllerdeki parti görevlileri, Genel Merkezden gelen emirleri tartışmadan uygulamak zorundadırlar.
AKP içinde niye-niçin-neden-doğru mu gibi soru soranlar derhal dışlanırlar.
Şu son iki günde yaşadıklarımız, AKP’nin Anayasa-Yasa tanımazlığını, Erdoğan’ın bilerek suç işlediğinin açık kanıtı değil mi?
Yahu arkadaş, sen Cumhurbaşkanı seçilmedin mi?
Ne işin var senin AKP’nin balkonunda, toplantısında?
Anayasa ve Yasa gereği senin artık tarafsız olman gerekmiyor mu?
AKP’ de bulunan yöneticiler, milletvekilleri, bakanlar, teşkilat mensupları, kendileri ve partileri hakkında karar vermekten acizler mi?
AKP Parti kurulları, şaka olsun diye mi kuruldular? Bunlar göstermelik mi?
Tüm bunlar AKP’nin bir siyasi parti olmadığını, emir ve talimatla yönetilen cemaat-tarikat koalisyonu olduğunu gösteren net kanıtlardır.
Peki, böyle bir parti nasıl oluyor da sürekli olarak seçim kazanıyor?
Peki, nasıl oluyor da sürekli seçim kaybeden ve kazanacakları konusunda kendilerinin bile umudu olmayan Muhalefet Partilerinin yöneticileri yerlerinde oturabiliyor?
Türkiye’nin siyasetteki bu sarmaldan kurtulmasının reçetesi var mı?
Ne yapılmalıdır da, dürüst-bilgili-genç insanlar siyaset sahnesine çekilmelidir?
Nasıl bir örgütlenme ve çalışma yapılmalıdır ki, AKP önümüzdeki Genel Seçimlerde mağlup edilebilsin?
Siyasi Partiler, nasıl bir yapılanmaya gitmelidirler ki, Genel Başkan ve Genel Merkez sultası darmadağın edilsin?
Bu konulardaki görüşlerimizi yarın ve ertesi gün yazmaya gayret edeceğiz.
Hayatı boyunca bir partiye üye olmamış, bir partide yöneticilik yapmamış, oturduğu apartmanda bile yönetici seçilemeyecek adı “Yazar” olan bir sürü sepet ve sözüm ona “Araştırmacı-Anket Şirketi Sahibi” oğlaklar, öyle saçmalıyorlar ki, bunları yazmak elzem oldu.
“Aman bunlardan, yani siyasetten-partiden-demokrasiden bana ne” diyebilirsiniz. Yalnız kimse şunu unutmamalıdır;
Bizim gibi ekonomik gelişmesini tamamlayamamış, eğitim düzeyini gelişmiş ülkeler seviyesine çıkaramamış ülkelerde, “Aydın-Namuslu-Dürüst-Bilgili”
olduğuna inanan insanlar eğer siyasetle uğraşmazlarsa, ülkenin başına öyle biri gelir ki, Erdoğan’ı bile mumla ararsınız!
O çok güvendiğiniz servetiniz, varlığınız sizi korumaya yetmez. Çünkü her şeyiniz, hayatınız, çocuklarınız bir çılgın Molla’nın iki dudağından çıkacak hükme bağlıdır…
Sağlık ve başarı dileklerimle, 13 Ağustos 2014

IŞİD’dan bizi PKK mı, NATO mu kuruyacak!?, Bülent ESİNOĞLU

IŞİD’dan bizi PKK mı, NATO mu kuruyacak!?
Bülent ESİNOĞLU
İçinde yaşadığımız günlerde, Batı medyasının manipülasyonlarında bir artış gözleniyor.
Aynı IŞİD Suriye’de, 200 bin kişiyi katlederken, sanki katliamları Suriye devleti yapıyormuş gibi yayın yapan Batı medyası, konu Irak ulunca, IŞİD’ın denetim altına alınmasını gündeme getirdiler.
Bir yandan Barzani’ye silah ve askeri danışmanlar gönderirken, öte yandan da, PKK’yı IŞİD ile savaşan güç olarak gösteriyorlar.
NATO Genel Sekreteri “IŞİD Türkiye’ye saldırırsa, Türkiye’yi koruyacaklarını ifade ediyor.
Yukarıda ifade etmeye çalıştıklarım, salim kafa ile düşünüldüğünde, sanki ortada kendini savunamayan bir Türkiye var. Onu savunmak için, PKK ve NATO paçaları sıvamış, Türkiye’yi savunacak!
NATO Genel Sekreterinin yaptığı açıklamaya karşı, neden Genelkurmay Başkanı çıkıp bir açıklama yapmaz?
Neden Türkiye’nin kendini teröre kaşı savunacak gücü var demez?
Demez, diyemez. Çünkü tabi olduğu Hükümetin IŞİD ile başka ilişkileri vardır.
Batının Türkiye sözcüsü Hürriyet, bugün Manşetten bir haber veriyor.
Türkiye’ye girmek zor.
Pekala, Türkiye’ye girmek neden zor?
Çünkü PKK IŞİD’a karşı savaşıyor!
Yani Türkiye’yi PKK savunuyor.
Anlayacağımız, IŞİD üzerinden, PKK meşrulaştırması…
Hani PKK silah bırakacaktı?
ABD ve Avrupa’nın Büyük Kürdistan kurma karalarının fiiliyata geçtiğini görüyoruz.
İngiltere ve Fransa, Barzani’ye askeri destek vermeye başladılar.
PKK’ya olan desteklerini, Oslo Görüşmelerindeki, İngilizce konuşan sesten zaten biliyorduk.
IŞİD Suriye’de katliam yaparken, Esad’a saldıranlar, konu Kürdistan ve Barzani olunca, IŞİD karşıtı oldular.
ABD ve AB’nin Türkiye temsilcilerinin göremediği şudur; ABD Ortadoğu’da yenilmiştir. Dikiş tutturamamaktadır.
ABD’nin kullanmak üzere inşa ettiği, mezhepsel ve etnik bölünmeler, ABD’ye silah göstermektedir.
ABD’nin tüm planları ters tepmiştir.
Dış dünyanın Türkiye’ye bakışı anlattıklarım çerçevesindeyken, gelin bir de içerden bakalım.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra, bazı gerçekler su yüzüne çıkmaya başladı.
Hem iktidar partisinde, hem muhalefet partilerinde birden kaynaşmalar oldu, oluyor.
Türkiye’deki partilerin ve içinde bulundukları siyasal yapıların, Türkiye’yi yönetme kabiliyetinden uzak olduğu, bir kez daha ortaya çıktı.
Kendilerine ilke edindikleri, Batıcı İslamcılığın ve Batıcı sosyal demokratlığın,  ülkeyi ancak bölünmeye taşıdığı gün gibi aşikarlaştı.
Mevcut partilerle Türkiye’nin gideceği bir yer kalmadı.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığının bir zafer olmadığı kısa zamanda ortaya çıktı.
Ne var ki ortada muhalefet yok.
Arınç on aylık deneme hükümetinden bahsediyor. Muhalefetten hiç kimse, burası deneme tahtası mı demiyor!
Seçimin en önemli sonucu; CHP’li seçmenin, CHP’nin daha fazla AKP’lileşmesine dur demesidir.
AKP’li seçmen ise, yeterince oy vermeyerek, gidişattan memnuniyetsizliğini belirtmiştir.
CHP’li seçmen, partisinin daha fazla gericileşmesine sınır çizmiştir.
Partisinin tabanındaki ulusalcıları ve solcuları konsolide etmeden, İslamcılardan oy devşirmeye kalkan siyasetçilerin siyasetine dur demiştir.
AKP’ye gelince, AKP içindeki sıcak para sağlayıcıları, AKP içindeki mevzilerini tutmaya çalışmaktadırlar.
AKP’deki asıl kavganın, sıcak para işbirlikçileriyle, ideolojik İslamcılık yürütenler arasında olacaktır.
Orada da, parçalanma yakındır.
Yakındır, çünkü kavganın dayandığı unsurlar, tam da bir paylaşımın konusudur.

ÇATI ÇÖKTÜ, TEMEL SAĞLAM… Yalçın KOÇAK - 18. dönem Sakarya Milletvekili

ÇATI ÇÖKTÜ; TEMEL SAĞLAM…
Yalçın KOÇAK
18. dönem Sakarya Milletvekili
1946’nın “yeter!..” nidası 2014’te tezahür etti;
Ancak, (nihayet) Devlet Milletin oldu…
Nasıl oldu bu iş?
367’cilerin sayesinde…
Vesayetten galiba kurtulacağız.
İnönü’lü yıllarda Çankaya’yı millete açtılar.
İnsanlar Çankaya’nın bahçesinde pikniğe geldi. O günkü zihniyete göre “Halka Açılım” bu idi. Sonra onu da kaldırdılar..,
O bile çok gelmişti!.
Jakoben Cumhuriyetçilik (tepeden inme, dayatma, giydirme, zorakilendirme) önce devlet, sonra devlet ve hep devlet teziyle davrandı. Devletin memuru kendini devlet sandı. Halka hep yukarılardan baktı. 1950’ler de Haso’ların, Hüso’ların çocuklarına en fazla 10 yıl tahammül edildi.
Çok partili sözde demokrasimiz 10 yılda bir, ya ihtilal, ya da muhtıra ile engellendi.
Böylece, kısa siyaset tarihimiz partiler mezarlığına döndü.
Talebe hareketlerimiz biçildi, fikirlerin yeşermesin, gençlerin sivrilmesine müsaade edilmedi. Lider denen adamların gölgesinde ne sağda ne solda ot bitmedi, adam yetişmedi.
İthal adamlarla siyaset şekillendirildi.
Karaosmanoğlu, Derviş bunlardan bilinen ikisi;
Ya diğerleri!..
Ya gerisi?..
CHP ve MHP çok kısa sürede ve aynı anda, aynı zamanda hiç tanımadıkları bir isme nasıl “evet,  evet” dediler? Referans kimdi? Bu soru ortalıkta duruyor. Cevap verilmezse eğer, sakız olur ve her tarafa çekilir.
Partilerin Genel Başkanları değişse de kurumlar bu yükün altında kalır.
Bu işin is’ini temizleyemezler.
Dediğim dedik, Jakoben demokratlık.
CHP ve MHP olarak biz 1. Turu yaptık bir çatı aday belirledik.
2. Tur yapılıyormuşçasına “buyurun tıpış, tıpış bizim adayımıza rey verin” demeye gelen tavrı seçmen, vatandaş çok etik bulmadı, arkasını görmedi ve hissedar olmadı.
İyisiyle, kötüsüyle, dedikodusuyla, yediğiyle, içtiğiyle gözünün önünde olup 12 yıl Başbakanlığını yaptığı Recep Tayip Erdoğan’a götürdü reyini teslim etti.
Medya, televizyon, basın gene gümbürtü kıyamet.
Yazılan ve söylenenlere bir bakalım:
Katılım düşük (oysa AB ve ABD ortalamasının üzerinde), zafer sandığa gitmeyenlerin (yani dışarıda bir muhalefet daha var), tıpış, tıpışın protestosu (yerim dar, yenim dar bahanesi), partimin erimesini seyredemem (benden bu kadar), İhsanoğlu partiler üstü davrandı, miting yapmadı (şunun doğrusunu söylesenize; Biz adamı sahiplenmedik) şartlar eşit değildi (O zaman eşit olabilecek siyaset hanesinden bir aday koysaydınız, niye dışarıdan koydunuz. Deniz bey de fevkalade olurdu,  miting meydanlarını da doldururdu…)
Bu saatten sonra en doğruyu Ekmel Bey yaptı.
Tebrik ve sükûnet…
Demokrasimiz sağlam temeller üzerinde yükselmeli. Türkiye’nin yıldızı parlamalı ve yücelmeli, vesayetler son bulmalı, merkez ülke olmamız bilinciyle etrafa göz, kulak olmalıyız. Çitleri sağlam tutmak için komşuyu ve yaramazlarını kontrol altında tutma mecburiyetimizi unutmamalıyız. Yoksa bu coğrafyada bize rahat yok. Bunu da aklımızdan çıkarmamalıyız.
            Büyük bir olgunlukla yapılmış kampanyalar ve meydana konmuş sandık var.
Halkın sandığından çıkmış 12. Cumhurbaşkanı var.
Aslında kendimizi alıştırsak iyi olur.
Halkın iki dereceli bir seçimle seçtiği o baş: Devletin Başı, Halkın Başkanı olur.
          Ya Devlet başa, Ya Kuzgun leşe…
          Devlet Başkanımız hepimize hayırlı olsun.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

DİN, İDEOLOJİ, ÇIKAR KÖRLEŞTİRİR; Nurullah AYDIN - 12 Ağustos 2014-ANKARA

DİN, İDEOLOJİ, ÇIKAR KÖRLEŞTİRİR
 Nurullah AYDIN; 12 Ağustos 2014-ANKARA
Tarih boyunca; insanları felakete sürükleyenler, hep sürü halindeki halk kitlelerini, yanıltan kandıranlar olmuştur. Onlar nutuk ustalarıdır. Yalancılığın uzmanıdırlar.
Bilgisiz cahil halk yığınları; beden ve konuşma diline hakim olanların oyuncağı olduğunu fark etmez. Bir süre sonra gerçeği anlar ama yaşadıkları acılar, sürüklendiği felaketler onu kendine getirir. Ama onlar konuşmaya devam eder.
Palyaçolar, sirk cambazları çıkar gruplarıyla şov yapar. Doğru dürüst alt yapısı olmayanlar, bilgi birikimine sahip olmayanlar  sürü halinde düşünmeden, okumadan, anlamaktan, algılamaktan mahrum bırakılmış yığınlar, yaşa varol, der.
Bunlar; bilime mi önem veriyor?
Bunlar; akla mı önem veriyor?
Bunlar; evrensel değerlere mi önemi veriyor?
Bunlar; emeğe mi önem veriyor?
Bunlar; insan haklarına mı önem veriyor?
Bunlar; özgürlüğe mi önem veriyor?
Bunlar; tarihe mi önem veriyor?
Bunlar; hakka mı önem veriyor?
Bunlar; müslüman mı?
Bunlar; münafık mı
Bunlar; fasık mı?
Bunlar; mümin mi?
Bunlar; ahlaklı mı?
Bunlar; dürüst mü?
Bunlar; fasık mı?
Bunlar; dönek mi?
Bunlar; çağdaş mı?
Bunlar; adalet nedir biliyor mu?
Bunlar; mütevazilik nedir biliyor mu?
Bunlar; geçmişlerinden gurur duyuyor mu?
Bunlar; sözlerine güven duyulanlar mı?
Hayır
Peki neye önem veriyorlar:
Bunlar; mala
Bunlar; şöhrete
Bunlar; yalana
Bunlar; dolana
Bunlar; talana
Bunlar; yandaşa
Bunlar; istismarcılığa,
Bunlar; adaletsizliğe
Bunlar; haksızlığa
Bunlar; işbirlikçiliğe,
Bunlar; dönmeliğe,
Bunlar; hırsızlığa,
Bunlar; sahtekarlığa önem veriyorlar.
Önem verdileri ile önem vermedikleri karşılaştığında nasıl bir sonuç çıkar?

Günün Sözü: kişilere dogmalara tapınan insanların hayal kırıklığı kaçınılmazdır.

12. CUMHURBAŞKANI SEÇİMLERİ; Cemal ÇALIŞKAN

12. CUMHURBAŞKANI SEÇİMLERİ
Cemal ÇALIŞKAN
Siyaset alanı pazarda pazarcıların, çığırtkanlığına, camide görevlilerin, okul münazaralarında öğrencilerin ve televizyonda yarışmacıların görünüş ve konuşmaları itibariyle birbirlerine çok benzetmektedir. Buralardaki sarf edilen emekten ve alın terinden daha fazlası siyasi arenada sarf edilmezse başarılı olunmaz. Cami görevi yapan arkadaş ne kadar âlim olursa olsun,  ses ve hatiplik kabiliyeti yoksa cami cemaati yanında pek fazla itibar bulunmaz. Cami kürsüsünde konuşma yapan hoca efendi, konuşmasıyla cemaati etkileyemezse,  kendisini dinleyecek cemaat bulamaz. Pazardaki satıcı, iyi çığırtkanlık yapamazsa, malını alacak müşteri bulamaz.
Okul münazaralarında, öğrenciler tezlerini iyi savunmazsa, tezlerini sağlam temeller üzerine bina edemezlerse, yarışı kazanamazlar. Televizyon yarışmalarına katılan insanlar, kendilerine oy veren seyircileri ikna edecek davranış ve konuşmaları sergileyemezlerse, birinci gelemezler. İşte siyasi arenaya çıkan siyasetçiler de bunlar gibi olmalıdır. Yoksa başarılı olamaz. 12. Cumhurbaşkanı seçimleri de bunu bize göstermiş oldu. Galiba Ekmeleddin hoca bu anlattığımız olayları bile öğrenmiş olmamış ki gayet rahat, kahvede çay içerek secimi kazanabileceğine nasıl inanmış olabildi? Çünkü hiçbir acele, kaygı ve heyecan taşımadı. Demek ki kazanamayacağını zaten biliyordu. Üniversite kürsüsünden doktora öğrencilerine ders vermeye siyasetin benzemediğinin hocaya birisinin öğretmesi gerekiyordu.
Toplumun karşısında takdim edeceği kişinin ismini söylemekten aciz bir insana, toplum oy verir mi? Adama bunamış derler. İstiklal marşıyla, Çanakkale şirini bilmeyene kim oy verir? İhsan beyi destekleyenlere gelelim. Destekledikleri adayın tam ismini söylemekten acizler. Bu adayla, destekleyicileri arasında daha bir gönül bağı kurulmamış, kalplerinden bir birlerine giden yol oluşmamıştır. Oturup bir çay içip samimi şekilde konuşmaları da oluşmamıştır. Adayları ile destekleyicileri arasında yollar birbirleriyle kesişmemiştir.
Bu siyaset Son Osmanlı ordusu gibi başı belli olmayan, savaştan başka her şeyle meşgul olan askerlerden oluşan bir siyasi figür görüntüsünü vermiştir. Öbür taraf ise, Kurtuluş savaşındaki sadece vatanını düşmanlardan temizlemek için ölmekten ve öldürmekten başka çıkar yol olmadığına bütün gönlüyle inanmış askerlerden oluşan İstiklal savaşı ordusuna benzeyen bir siyasi figürü sergilemiştir. Sonuç olarak da başarı Atatürk’ün askerleri gibi olan siyasi taraf seçimi kazandı.
Ateş olmayan yerde duman olur mu?
Ben Ekmeleddin Bey ve destekleyenlerin de duman göremedim. Ateş olmayınca yemek pişer mi? Alın teri yoksa emekte yoktur. Kim Ekmeleddin Bey gibi emeği, ateşi ve heyecanı olmayan adama oy verir? Fakat Cumhuru temsil makamındaki insanda, heyecandan daha çok, akıl, izan ve hikmet bulunmalıdır. Çünkü heyecanın zirvedeki bir adamda bulunması, ip cambazın ipten düşmesi kadar ülkeye zarar verir. Ama kazanmak için bunun tersi gerekiyor. Cumhurbaşkanını Meclis seçseydi, mükemmel bir aday oludu. Ama halk böylelerini seçemez. Çünkü çok dürüst!
Bugün iktidar sahipleri dostla düşmanla, dostluk kurabilecek kadar serinkanlı olması gerekir. Cumhurbaşkanı başkomutan olduğu için söylevleriyle davranışları uyumlu olmak zorundadır. Askerler önce yapar sonra da yaptıklarını millete duyururlar. Yapmadan söylemiş olsalar, gülünç olurdu. Her zaman ve her mekânda devlet yönetiminde bulunanlar yanlışlara kulak tıkarsa, hikmet sahibi olan insanlar İdeoloji ve inançlarını bir tarafa bırakarak baskıcılara ve kulak tıkayanlara karşı güç birliği yaparlar.
Her dönemde böyle olmuştur. Buna örnek, hem CHP dönümünde hem de DP iktidarı zamanındaki yapılan despotizme karşı,  İnsan hakları ve hürriyet için ilk Mecliste Ali kemal bey, Avni bey, Ali Şükrü bey gibi insanlar çalışmalar yapmışladır. 1945 yılına geldiğimizde İstanbul Üniversitesi Anayasa prof Ali Fuat Başgil öncülüğünde insan hakları derneği kuruldu. Ahmet Emin Yalmanda bu derneğe katıldı.  
DP’li Tevfik Rüştü önderliğinde Mareşal Fevzi çakmak Paşanın da bulunduğu ikinci insan hakları derneği de DP Menderes iktidarı despotizmine karşı kuruldu. Bu derneğe emekli elçiler, generallerde katıldı. Mareşal Fevzi Paşa 1946’da insan haklarını arıyoruz. Milliyet ve ideoloji söz konusu değildir, diye bir yazı yazdı. Bunun üzerine DP’liler başta Mareşal ve diğer DP’lilerin partileriyle ilişkilerini kestiler. Hatta Mareşali komünistlikle suçladılar. Adamlar kendilerini iktidarın hışmından zor kurtardılar. Bugün paralelci dedikleri adamların uğradıkları zulmü görüyoruz. Tarih tekerrür ediyor. Bu günkü Başbakan da kendine muhalefet edenleri paralel devlet, paralel yapı, ateist, solcu ve terörist” sözleriyle suçlaması geçmiş dönemlerdeki olanları ve yapılanları hatırlatmaktadır.
Yukarıda değindiğimiz gibi 1Ekim 1947’de Ali Fuat Başgil ve Ahmet Emin Yalman önderliğinde  “Siyasete bulaşmadan, her türlü totaliter gidişe ve taassuba karşı çıkmak” amacıyla bir dernek kurup bir gurup aydınla bu doğrultu da çalışma yapmaya başladılar. Derneğin başkanlığını Liberal dindar Ali Fuat Başgil yapıyordu. Bu kurulan dernek, siyasi düşüncenin yanında, sosyal ve iktisadi konularla da ilgilenmekteydi.
Dernek insanların fiil ve hareketlerine sağlam güvence altına alınmasında ve ifade hürriyetinin gerçekleşmesinde önemli çalışmalar yapmıştır. Dernek bu günkü sivil toplum örgütleri gibi kaynakları ölçüsünde hangi alanda bir hürriyet ve insan hakkı ihlali yaşanıyorsa, kamunun dikkatini çekebilmek için çalışmalar yapmıştır. Bu derneğin çalışmasıyla CHP’nin karşısına güçlü bir muhalefet çıkarmıştır. Bu nedenle 1946 seçimlerinde iktidar, muhafazakâr olan Şemsettin Günaltay’ı Başbakanlığa getirmek zorunda kalmıştır. Böylece halk dini hürriyetin havasını teneffüs etmeye başlamıştır.

7 Ağustos 2014 Perşembe

Yahudi Cesaret Madalyası ve Recep Tayip Erdoğan; KEŞKE ALMASAYDI!...

Keşke almasaydı…
Selvi Sertkaya
Son günlerde siyaset erbabının tartıştığı konuların başında Başbakan Erdoğan’ın ABD Yahudi Kongresi’nden (AJC)  aldığı “Üstün Cesaret Madalyası” namı diğer “Davut Yıldızı” ödülü gelmektedir.
Özellikle İsrail’in hedef gözetmeden çocuklara ve sivillere bomba yağdırdığı dönemlerde bu ödül Türkiye gündemini ziyadesiyle meşgul etmektedir.
Başbakan Erdoğan, İsrail’in insanlık dışı saldırılarına yüksek perdeden tepki verince, muhalefet de, Yahudi Kongresi’nden aldığı “Davut Yıldızı” ödülünü iade etmeyen birisinin İsrail’e karşı takındığı tutumun inandırıcı olmadığını söylemektedir. 
Yahudi Kongresi Başkanı, geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan’a bir mektup göndererek 26 Ocak 2004 tarihinde verdikleri “Üstün Cesaret Madalyası” ödülünü geri istedi.
Bunun üzerine ödül hakkında bugüne kadar hiç konuşmayan Erdoğan “ödülünüzü alın başınıza çalın” diye çıkışarak bundan bile siyasi rant devşirmeye çalıştı.
Başbakan bir ilki gerçekleştirdi
Dünya Musevi Örgütleri'nin çatı örgütü olan ABD Yahudi Kongresi 1906 yılında kurulmuştur. Amacı; İsrail Devletini kurmak ve Siyonizm'i dünyaya egemen kılmaktır.
Açıkça söylemek gerekirse, bu örgütün Başbakan Erdoğan’ı ödüle layık görmesi son derece dramatik bir olaydır.
Çünkü Yahudi Kongresi 98 yılda (1906-2004) 11 kişiyi bu ödüle layık görmüştür.
Bu ödülü alanlar arasında “Büyük İsrail İdealini” gerçekleştirmek için mücadele etmiş eski İsrail Başbakanları ile Musevi asıllı kişiler bulunmaktadır.
Bu ödüle layık görülenler arasında İsrail Devleti’nin kuruluşuna hizmet etmiş, bölgedeki haydutluğuna destek vermiş ABD Başkanları yoktur.
Diğer ülke liderleri de yoktur.
Bunun tek istisnası Başbakan Erdoğan’dır.
Bu durum bile, ödülün sıradan kişilere verilmediğini, seçici davranıldığını ve ince elenip-sık dokunulduğunu açıkça kanıtlamaktadır.
Kaldı ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihsel süreç içerisinde İsrail Devleti’nin kuruluşuna mani olmuş, yayılmacı politikalarına tepki göstermiş bir ülkedir.
Ödülü veren örgütün Yahudi Kongresi olması, alanın Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan olması ödülü daha da önemli ve anlamlı hale getirmektedir.
Aklı eren öne çıksın
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı hangi başarılı hizmetlerde bulundu da Musevilerin çatı örgütü (AJC), Müslüman bir ülkenin Başbakanını böyle bir ödüle layık gördü.
Anlamak çok zor,
Kaldı ki, Erdoğan’ı Davut Yıldızı ödülüne layık gören örgütün misyonunu dünya-âlem bilmektedir.
ABD Yahudi Kongresi, Büyük İsrail projesini yaşama geçirmeye ant içmiş, 1948 yılında İsrail Devleti’ni inşa ederek bu amacına yaklaşmış bir örgüttür.
İnsanlığa karşı sinsi emelleri olan bu örgütün, tüm yaşamını Siyonist avcılığına vakfetmiş, siyasi kariyerini Yahudi karşıtlığı sayesinde elde etmiş olan Erdoğan’a ödül vermesini anlamak ne yazık ki imkânsızdır.
Tüm insanlığı yönetmeyi, sömürmeyi ve köleleştirmeyi hedefleri arasında sayan, Musevi olmayan, Siyonizm’e hizmet etmeyen herkesi düşman gören bir örgütün, kendisini İslam Mücahidi olarak tanımlayan birisine Yahudilerin en muteber ödülünü vermesini sıradan bir olay olarak değerlendirmek de mümkün değildir.
Keza, Başbakan Erdoğan’ın misyonunu da dünya-âlem bilmektedir. 
Dahası politik kariyerini Siyonizm, İsrail ve Yahudi karşıtı söylem ve eylemler üzerine bina ettiğini de herkes bilmektedir. 
Yaşamı boyunca her taşın altında Siyonist aramış, Yahudileri her musibetin müsebbibi olarak görmüş, İslam coğrafyalarında yaşanan ve yaşanmakta olan tüm kargaşa ve çatışmaların Siyonizm fitnesinden neşet ettiğine iman etmiş bir figürdür.
Aksini düşünmek saflıktır, akıl dışılıktır. 
Dünyanın ezberi bozuldu
Bugüne kadar Musevi asıllı kişilere verilen bu ödülün, Müslüman bir Başbakan’a verilmesinin arka planında ne olduğunu bilemiyoruz.
Anlaşılması imkânsız, ezber bozan bu olayın gerçek boyutu, gün gelecek saklandığı arşivden çıkarılacaktır.
Keşke almasaydı
Başbakan Erdoğan Kasımpaşalı üslubuyla “ödülünüzü alın başınıza çalın” demiş olsa da,
Bütün samimiyetimle ifade etmek istiyorum ki,
Keşke Başbakan Erdoğan’a böyle bir ödül verilmeseydi,
Keşke, Başbakan Erdoğan bu ödülü almasaydı,
Keşke, Başbakan böyle bir ödülü hak etmiş olmasaydı,
Keşke, Büyük İsrail davasına destek verdiği için “Davut Yıldızı” ödülüne hak kazanmış bir Başbakana sahip olmasaydık.
Arka planda ne var
Bu olayın arka planını tarihçilere bırakarak birkaç hususun altını çizmek istiyorum.
Bu ödülün verilmesinde; 
1- Başbakan Erdoğan’ın, AKP’nin ilk yıllarında “milli görüş gömleğini çıkardık”  ifadesini kullanmış olması,
2- Ebu Gureyb hapishanesinde ABD askerlerinin tecavüzüne uğrayan Nur Bacı’nın yürekleri parçalayan çığlığına kulakların tıkanmış olması,
3- Felluce’deki camilere sığınan yaralı Müslümanları otomatik silahlarla tarayan CONİ vahşetine gözlerin kapanmış olması,
4- Ebu Gureyp Hapishanesinde masum insanlara işkence ve tecavüz edilmesine, İslam mabetlerinde Müslüman kanı akıtılmasına isyan eden ve ABD’yi sert bir biçimde eleştiren TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış’ın siyasi kariyerinin bitirilmiş olması,
5- Irak işgali başladığında, Wall Street Journal'da yayınlanan ve bizzat Başbakan Erdoğan’ın kaleme aldığı makalenin bir yerinde:ABD’nin Irak’ta savaşan kahraman bay ve bayan askerlerin en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en az zamanda dönmeleri temennisi ile duacıyız.” İfadesine yer verilmiş olması,
5- Erbil’de Türk Subaylarının başına çuval geçiren CONİ’lere tepki gösterilmemiş olması,  
6- İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in TBMM Genel Kurulunda konuşma yapmasına imkân sağlanması etken olmuş mudur? Bilemiyorum.
Kahredici bir tablo
Bu süreçte beni kahreden yegâne şey;
Nur Bacı’ya tecavüz eden, mabetleri, türbeleri yerle bir eden, buralara sığınmış Müslümanlara ölüm kusan CONİ’lerin en az zayiatla ülkelerine dönmeleri için dua edilmesi olmuştur.
Özetlersek, bir tarafta Yahudi örgütünden ilk defa ödül alan Müslüman bir devlet adamı; Diğer tarafta; Müslüman bir devlet adamına ödül veren ABD Yahudi Kongresi,
Bu karmaşık problemi çözmek için daha fazla aklımızı zorlamayalım.
En iyisi bu işi tarihçilere bırakalım.

5 Ağustos 2014 Salı

TANSU (UÇURAN ÇİLLER) HANIM!....

TANSU HANIM!
Mehmet Necati GÜNGÖR
Ekmeleddin beyi destekleyeceği gazetelerde yayımlanınca etekleri tutuştu. 
Hemen bir açıklama: 
“İhsanoğlu’nu destekleyeceğim yönündeki haberler asılsızdır.”
Destekleseydi şaşardım.
O, şimdi iş kadını.
Otel işletiyor, villa yapıyor.
İşinin hatırı için Tayyip beyin yanında saf tutuyor olmasını anlıyoruz.
Korkudandır.
Baskın karakterli bir kadındı.
Eşi, bir bankanın batış hikâyesiyle anıldı.
“Uçuran”dı.
***
Onunkini beğenmeyip kendi soyadını verdi adama.
Ekonomi profesörü diye geldi,
En büyük kriz O’nun döneminde yaşandı.
Gelişinden dolayı Demirel’i suçladılar.
Oysa, 

“adımlarına dikkat!” 
diye uyaran Demirel’di.
Engin tecrübesiyle Tansu hanımı en iyi O teşhis etmişti.
***
Servetini toplumdan saklayarak prestij kaybetti. 
Kriz, mıriz, karşılıklı aklamalar, “çıkın” mıkın derken, partisini barajın altında bıraktı.
O seçimde verilmeyen oylardan ikisi bana ve eşime ait.
Gerekçesini anlatmalıyım:
Rahmetli Erzurumlu Naim Hoca davetlim. 

Bir başka davetliyi daha (Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz) beklerken, tv’den haberleri izliyoruz.
***
Kuşadası’ndaki çiftliğin Pelister’e değil; 

Çiller ailesine ait olduğunu öğreniyoruz.
Böyle bir yalanla iki yıl oyalanmış olmanın kızgınlığı ile kaskatı kesiliyorum.
İki yıl boyunca “çiftlik Pelister’e ait” yalanı ile aldatılmıştık.
Başka bir aldatması daha vardı ki; 
O da ABD’deki mal varlığını satıp şehit ailelerine bağışlayacağı vaadiydi.
Tutmadı.
***
Pelister olayı tepemi attırmıştı.
Naim Hoca’ya şöyle dediğimi hatırlıyorum: 
“Bu hanımefendi partinin başında olduğu sürece DYP’ye asla oy vermem!”
Niitekim, ilk seçimde ben ve eşim DYP’ye oy vermedik. 
Naim Hoca Tansu hanımı çok severdi.
“Etme Necati bey!” dediyse de dinletemedi.
***
TSK’nın terörle mücadelesinde başarılı yıllardı.
Başbakandı ya; 

O’na “Demir Leydi” ünvanını taktılar.
Şimdi bakıyoruz da;
“Demir” i gitmiş, 

“Leydi”si kalmış.
Eee, ne yapalım;
Demiri çürüten kendi pasıdır!