30 Temmuz 2015 Perşembe

SAĞLIKLI SİYASET AHLAKLI SİYASET; ANLARSIN!...Mehmet Halil Arık Emekli eğitimci – DENİZLİ

SAĞLIKLI SİYASET
AHLAKLI SİYASET…
Siyasi başarıyı, sadece köşe kapma zaferi olarak görenlerin,  ahlakı dışlamalarından daha doğal ne olabilir ki?
Hele bir de, ulaştığı her makam, zenginlik ve politik güçle, tatmin olmayan, bireysel ihtirasları öfkeyle beslene gelmişse onda ahlak, zaten soksan durmaz!...   
Demokrasi ne sadece sandıktır, ne de  %50+1 Milli İrade’dir  .
Nicel üstünlüğü sağlamak zafer sayılınca yöntemin gayri-yasallılığı ya da kirlenmişliği önemsenmez. Siyasette, nicelik Milli İrade adına nitelikleri yok sayan baskın karakter halini almışsa, bu tanımına göre her türden ayak oyunu da siyasetin fıtratı - cilvesi sayılır hale gelir… Ki bu siyaset ne sağlıklıdır ne de ahlaki..
*
Özetlersek : “Sağlıklı siyaset ahlaklı siyasetle başlar”.               
*
Siyasetçilerden, ahlak kuralları ve yasalar çerçevesinde görev yürütmeleri gerektiğine dair şeref ve namus sözü vererek yönetime talip olmaları istenir. Bu yemini ederler de!...
Ne var ki daha ilk adımlarında, ülkenin bekası ve toplumun refahı adına ne yapacaklarını düşünmek yerine, gelecek seçimdeki ikbal kaygısına düşüp bu yemini unutuvermek, kirlenmişlik değil midir? Ya bir de siyaset, hırsları gerçekleştirme fırsatı olarak görülürse….!
Bu telaşla atılır kirliliğe ilk adım… Ve devamında kirlenen olmakla kalınmaz, “kirleten” de olunur.     
*
Siyasetçinin asli görevi, toplumsal ahlaka uygun biçimde hukuk düzenlemesinde görev üstlenmektir. Göreve başlarken edilen yeminle de, bu asli görevin hakkıyla yerine getirileceğine dair toplum huzurunda verilmiş şeref ve namus sözüyle siyasetçi kendisini yükümlü kılar.
Sözün yerine getirilmemesi durumunda, yemin sahibinin düşeceği durum ve hak edeceği sıfat kendi yemini ile millet huzurunda ta baştan karar altına alınmıştır. Ne yazık ki; kirlenmişlik öncelikle bu yeminin bozulmasıyla başlar
*.      
Özetlersek: Ahlakı dışlayan siyaset kirlidir…
*
Hele hele; bir toplum kirli siyasetçiyi, fırsatlar yaratarak, kılavuz karga rolüyle meydanlara sürmüşse, artık o toplumun - burnundan topuğuna - nelerin içine batacağı ta başından bellidir. Ülkeleri açmazlara sokanlar işte o basiretsiz kargalardır. Şu da mutlak bilinmelidir ki; o basiretsiz kargalar kadar, o kargalara geçit verip ortam hazırlayanlar da suçun asli faili ve ortağıdır.
“Çağının tanığı olmak yetmez” diyerek gücünün, aklının, bilgi ve birikimlerinin yettiği oranda; ışık olmak, toplumun gözü kulağı, en çok da dili olmak adına yola çıkanlar siyaset arenasında hak ettiği yeri alamıyorsa; bu da kirlenmişlikte madalyonun öteki yüzüdür.
Eğer siyaset arenasında yer tutmak için, ya “suya sabuna dokunmaz olmak” ya da “icazetli yandaş olmak” ön koşulları isteniyor ve bu durum bir kirlenmişlik olarak görülmüyor ve karşı durulmuyorsa, ne kargaların kılavuzluğundan, ne de burunların batmışlığından şikayet etmeye kimsenin hakkı yoktur!...
Ne yazık ki; yeterli eğitim düzeyine ulaşamamış toplumlar siyasetin kirlenmişliğinden çok fazla rahatsızlık duymazlar. Zira bu durum onlara “işin fıtratı” olarak öğretilmiştir.
Öfkeli söylemlerle sokak ağzının siyaset meydanlarına taşınması da bu işin bir başka ayağıdır.
Bu durumun toplumda yarattığı tahribatlar sayılamayacak kadar çoktur. Biz bu olumsuzluklardan iki önemli başlıkla yetinelim:
Aydınların büyük bir bölümü, kirlenmişlikten ötürü saygınlık erozyonuna uğramış siyasete soğuk bakmaktadır. Bu soğuk bakışın meydanları kimlere bırakacağı “örneklerinden” bellidir.
Toplumsal yönetim bilimi olarak tanımlanması gereken siyaset, kirlenip de; liyakat – bilgi ve yetkinlik göz ardı edilince, devletin temel taşları kurumlar, işlemez hale gelirler.
Şu, açık bir gerçektir ki “bilgilileri yetkisiz;  yetkilileri bilgisiz, aydınları ilgisiz” toplumlarda siyaset, çıkan çivileri yerine oturtamaz… Öylesi toplumlarda görülür ancak, “parlamenter sistemi bekleme odasına aldık!” diyebilecek cesarett(!?!) sahibi “ileri demokrasi” tüccarları…            
Böyle bir ortamda kurumların, güvenilir biçimde, yasal çerçeve içinde işlevlerini sürdüremeyeceği açık değil midir?.
Eğitiminden hukuka, sağlığınsan maliyesine, ithalatından ihracatına, ordusundan, polisine…en geniş yelpazede tahribata uğramış kurumların topluma yeniden kazandırılmasının çok kolay olmayacağı açıktır. Ancak “erken başlamak için bugünden başlanmalıdır” ilkesinden hareketle siyasi ahlakın tolumda hakim kılınması adına ilk adım atılmalıdır. Ve bu adıma tepeden başlanmalıdır. Bu zorlu süreç göze alınmalıdır.
*
Özetlersek: Zorlu süreçler göze alınırken; kimlerin de “kimler kadar” cesaret sahibi olmaları gerektiği yakın tarihimizde açıkça beyan edilmiştir.
*  
Gün olup da; iktidarı paylaşmak zorunluluğu hasıl olunca “hesap yolunu” kırmızı çizgiler içine aldırma ve “saraylara” uzanan yolları kesme gayretleri karşı operasyon olarak ortaya konacaktır.
Bir seçim sürecinin üzerinden henüz “bir zaman” geçmemişken olası bir seçim yenilenmesi talepleri aynı oyunun farklı bir ayağı mı acaba?
*
Ah be kir; örtünmeye çalıştıkça daha çok açıkta kalmakta edep yerlerin!..
*
Ninem derdi ki; “Kir paçadan akmaya başladı mı; şalvarı dize indirmek faydasız… ”
(DEVAM EDECEK….)
25. 07 2015
Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci – DENİZLİ
mehmethalilarik@gmailçcom
0535 202 11 61
***
ANLARSIN!...
Zafer sarhoşuyken sen;
Tam da;
         savcı da,
               yargıç da,
                   tanık da benim derken…
Ve güç bende nutukları çekerken…
                                   Dönü verir devran…
*
Şaşarsın!…
       Çığlıkların da dindiremez öfkeni…
Alevlerde kalırsın;
               Kinin düğümlenir boğazında… yutamazsın!..
Saldırgan tavrını aynada görsen;
                              Kendini tanıyamazsın…
*
Geldi mi işin sonu, son istasyon muydu bu!?..
Gelmez kimse yardımına,
                              bekleme!... kes umudunu…
Sönen ocağın baykuşu çoktur!...
                              sana söylemediler mi bunu!?...
“Zulmile abad olmayı yeğ tutanın berbattır sonu!..”.
*
Tarih yazmanıdır gerçeğin…
         unutturmaz… yan tutmaz!...
Vaktolup erişince gün; suyu çekilir çeliğin!...
“Ne sultanlar, ne tiranlar gördü bu devran…”
Hitler, Mussolini, Pinoşe..
Saddam,  Çavusesku…Markos, Mobutu…
Ve yüzlercesi; kurtulamadı
                         tarihin çizdiği sondan…
Gün olur, devran döner;
              Sırça köşkler kırılır…
biter saltanat;
Tek başına yarıyolda… kalakalırsın!..
Savcısıyım dediğin divan, senin için kurulur.
            Geçmişin hesapları, bir bir sorulur!...
Bitmiştir deniz, gelmiştir sonu… y o-l u n
Tükenmişliğin resmidir bu!...
Tarih ister ki;
                 Çizdiği resimlerden ibret alınsın!... 
*
Gözyaşıyla kurulur vicdanlarda mahkemenin hası;
            Ve o gün, silinir gönüllerin pası!…
Vaktolup erişince gün;
                        Ve işte o gün…artık sen mah-kum-sun!...
*
Tak edipte cana,
            kalkmayagörsün
                        onyedisinde bir yumruk;
                                   havaya!...
Ve hatta;
           düşmüşse baharında bir çocuk taprağa…
Ve sarılmışsa tabut albayrağa; 
            Ne haller olduğunu anlayamazsın!...
Düşen yeşil yaprağa inat,
                      can kesiilir yürek!..
                                 kıpkızıl kan… kesilir bayrak!..
Ve tek yumruk olur milyonlar
                 Ve çocuk kokar toprak!...
*
Dil susar…
Vicdan susar mı sanırsın!?...
Ve işte o gün…
             a n- l a r- s ı n!...
                  son istasyondasın!....
Başın döner… Dolanır ayakların… …
Ve o an;
       canlar gelir aklına;
                  canını yaktığın canlar!.
Silivri, hasdal, hadımköy, Buca, Mamak… Ulucanlar!...
*
Bil ki; vicdanındır, yapışan y a-k a-n a…
*
Kala kalmışsındır ortasında yolun;
                                  kesilmiştir soluğun…
Vicdanın da dışlamıştır seni;
                yıkılmıştır sığınacak kovuğun…
                                       ve gelmiştir sonun!..
Son çare;
          Öyle yazar tarihler..
Ya havluyu atarsın, ya bırakıp kaçarsın!..
*
Milyonlar ayaktaysa; bil ki;
                   görünmüştür ışığın ucu..
Gidicisin…
        zorlama…
            kabullen sonucu!..
Der ki Köroğlu; “zulm ile abad olanın ahiri berbattır!..”
Ve Dadaloğlu; “Kurtlar sofrasına dönmüşse ülke;
                                          isyan haktır!...”
Demez, bu Osman; Bu Haşmet, Bu Ramazan bu Şaban;
Tarih bu!...  gün gelende;
                           görev ifa olacaktır!..
Verilmemiş hesaplar bir bir sorulacaktır!...
Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci – DENİZLİ

27 Temmuz 2015 Pazartesi

ALİ ERALP YAZDI: Sözün kısası: ONLAR GEÇMİŞTE RÜZGÂR EKTİLER, ŞİMDİ FIRTINA BİÇİYORLAR…

ALİ ERALP
ALİ ERALP, YAZDI:
Sözün kısası:

ONLAR GEÇMİŞTE RÜZGÂR EKTİLER, 
ŞİMDİ FIRTINA BİÇİYORLAR…

Ama olan yoksul, gariban çocuklarına oluyor. Bir bakın hele… IŞİD’in, PKK’nın katlettiği kişiler arasında bir tek bakan, başbakan, patron çocuğu var mı?

Onlar her cinayetten, her ölümden sonra bir tek şey yapıyorlar: Bol bol konuşuyorlar… Esip gürlüyorlar… Bir tek şey söylüyorlar:

“Failler yakalanacak, kanları yerde kalmayacak…”

Kınalı kuzular yok olup gittikten sonra, canlar heba olduktan sonra, kanları yerde kalsa ne olur, kalmasa ne olur? Failler yakalansa ne olur, yakalanmasa ne olur? Zaten geçmişte yakalananları da davullar zurnalar eşliğinde siz salıvermediniz mi?

Şimdi görmeyen gözlerin, duymayan kulakların, görmeleri ve duymaları için bir kez daha yineleyelim:
Bu Suruç katliamları, Şanlıurfa, Diyarbakır cinayetleri birer tertiptir. Plandır. Programdır…

Ne IŞİD, ne PKK ne de Ortadoğu’da faaliyet gösteren bir İslamcı cinayet çetesi ABD emperyalizminden habersiz adım atamaz… Kolunu bile kıpırdatamaz…

Ne de onun yerli ortakları, emir erleri…

ABD emperyalizminin her şeyden haberi vardır ve tüm bombalar onun bilgisi dahilinde patlatılmakta, cinayetler onun bilgisi dahilinde işlenmektedir…

Hedef Türkiye’yi Ortadoğu Cehennemine çekmek, onu bir “İLERİ KARAKOL” gibi kullanmaktır. Bu bombalardan, cinayetlerden sonra, hemen, hiç vakit kaybetmeden, İncirlik Hava Üssü”nün ABD Emperyalizminin emrine sunulması, kullanımına açılması bir şey ifade etmiyor mu sizce?

Hem de geçici bir hükümet tarafından, hem de böyle bir karar, TBMM’sinden geçirilmeden, TBMM’sinin onayını almadan…

Milletin öfkesini dindirmek için, gazını almak için, iş olsun, laf olsun torba dolsun diye her faciadan sonra onların yinelediği sözü biz, yüreğimizin, beynimizin derinliklerinden kopup gelen bir isyanla, bir hınçla, bir başkaldırı öfkesi ve içtenlikle yeniden haykırıyoruz:

“Bütün bu katliamların Failleri yakalanacak, kanları yerde kalmayacak, tek tek hesap sorulacaktır…”

15 Temmuz 2015 Çarşamba

BU BAYRAMDA SILA-İ RAHİM; Cemal ÇALIŞKAN

BU BAYRAMDA SILA-İ RAHİM  
   Cemal ÇALIŞKAN
“Yaşayanlardan istenmesi caiz olmayan şeylerin, ölmüşlerden istenmesi hiç caiz olmaz. Ziyaret edilen mezarlar bir kitap gibi okunabilirse yararlı olur.”
Bayram arifesinden başlamak üzere ölmüşlerimizin bulunduğu mezarlara erkekler, çocuklar, kadın ve kızlar olmak üzere akın akın ziyaretler başlayacaktır. Mübarek günler olduğu için aşırılıklarda olmuyor değil. Ölmüş olan insanlardan, müşriklerin putlarından isteklerde bulunduğu gibi türbede yatan ölmüşlerden şefaat ve dilek isteklerinde bulunanlarımız sayılmayacak kadar fazladır. Bunu yapanların tümü avam tabakasında olsaydı fazla mesele yapmazdık. Bunu çoğunluğumuz psikolojik toplum etkisiyle okumuş olanlarımız da yapmaktan uzak değildir. Bayramla birlikte Ramazansız ilk günlerimiz olacakdir. Bayram günlerinden başlamak üzere, davranışlarımıza dikkat etmeliyiz. Müflis olanlardan olmayalım. Müflis nedir mi diyorsun? Yarın kıyamet gününde kişi hayır ve hasenatıyla huzuru ilahiye gelir. Fakat ona, buna eziyet etmiş, hakkını yemiştir. Bu nedenle sevaplarını hak sahiplerine Hak Teâlâ verir. Sonunda bu adam yüzükoyun cehenneme atılır.” haberini unutmayalım. Bir taraftan hayır işlerken bunların elimizden gitmesine sebep olacak yaşamdan uzak kalalım.
Bu topraklar, çok savaşlar görmüş, bunların birçoğu Hakanlar arasında kardeş kavgaları olmuş,  mezhepler arasında olmuştur. Çevremizde bizim inancımızı paylaşanların bir birini hayvan boğazlar gibi boğazladıklarını gözlerimiz önünde bir birlerini öldürdükleri bir gerçektir. Öyleyse bu millet ve toplum olarak aynı tehikenin ülkemiz için uzak olduğunu kime söyleyemeyiz. Bu günleri din kardeşliğimiz için fırsat bilerek, dostluk ve akrabalıklarımızı sıklaştırmalıyız. Yeniden milli birliğimizi sağlayacak Fıratlar bulmalıyız. Lider takıntısına takılıp kalmayalım. Yeni liderler her zaman bu millet çıkaracak güçtedir.
 Sıla-ı rahimle ilgili peygamberimiz konumuza ışık tutar: ”Kim Allah’ın rızkını bol ve ömrünü uzamasını istiyorsa, sıla-i rahim yapsın. Fakire yapılan yardımda sadaka sevabı vardır. Ama akrabaya yapılan yardımda iki sevap vardır. Birisi sadaka, diğeri ise sıla-i rahim sevabıdır. Sebepsiz akrabayla ilgiyi kesmek cennete girmeyi zorlaştıracaktır. Sıla-i rahmi yerine getiren ise cennetin iki yüz yıl uzaktan kokusunu duyacaklardır.” Bu gösteriyor ki, sıla-i rahmi yerine getirmek, büyük bir ibadet derecesinde sevaptır.
Her Müslüman buna dikkat etmek zorundadır. Hz. Peygamberimiz hayatı boyunca sıla-i rahmi yerine getirmiştir. Onun bu davranışları bize örnek olmalıdır. Hep başkasının bizi aramasını beklemek doğru değildir. Hataları başkasında bulunduğunu düşünmeyelim. Kendimizi yeniden kontrol edip yaptığımız olumsuzlukları gözümüzün önüne getirmeliyiz. Yakınlarımızla temas kurmaktan çekinmeyelim. Dini bayramlarımızı birer fırsat olduğunu düşünelim. Peygamberimiz: “Ne mutlu o kimseye ki, kendi hatalarıyla meşgul olmaktan başkasının hata ve kusurlarına vakit bulamaz” buyurmuştur.
 İlk selamın verilmesi, ilk elin uzatılması çok önemlidir. “Veren el alan elden her zaman üstündür.”Bütün bunları dikkate alırsak, dünya mutluluğu da, Ahret mutluluğu da bizimle olacaktır. O zaman mutluluğu biz aramayacağız, mutluluk bizi arayacaktır. Mutlu ve huzurlu günler!
Dileğimiz bayramda olduğumuz bu günlerde, aklıselim öne geçsin, Müslümanlar arasında hiçbir ırkı kaygıların olmadığı kardeşlik duygusu hâkim olsun. Bu kardeşlik duygusu için her Müslüman doğup büyüdüğü yerleri ve akraba ziyaretlerini gerçekleştir gerekin.  Bu konuya peygamber efendimiz çok özen göstermiştir.  Hep canlı tutmuştur.                                                                                     
Sıla-i rahim: kişinin doğup büyüdüğü yerden hangi sebeple olursa olsun, orayı ziyaret etmesidir. Dinimiz, insanların doğdukları yerleri unutmamaları gerektiğini söylemiş, ara sıra bile olsa, oraları ziyaret etmeyi ibadet ve sevap kabul etmiş ve teşvik etmiştir. Bu konu türkülerimizde bile söz konusu edilmiştir. “Yârim İstanbul’u mesken mi tutun. Gördün güzelleri beni unuttun.” diye inleyen sevgiliyi ve sevenlerimizi bu bayramda merakta ve umutsuz bırakmayalım. Olanaklarımız el verirse sıla-i rahimi ziyarete gidelim.
Nasıl ki, Cuma günü duaların kabul edildiği saat,  günün içinde gizlenmişse, Kadir gecesi de bir yılın içinde gizlenmiştir. Çünkü değerli şeyler, uzun çaba ve alın teri dökmeden elde edilmezler. Bu nedenle atalarımız “Her geleni Hızır, her geceyi de Kadir bil” demişlerdir. Nedeni bunların gizli olmasıdır.
İnsan gerçekten Allah’a tam ulaşmak isterlerse, uzun zihin ve gönül muhasebesi yapmaları gerekir.
Örnek insan bir taraftan günah işlerken bir yönden de kendisiyle hesaplaşır. sonunda gönül aydınlığına ulaşır. Önemli olan şuurlu bir yaşamı paylaşmaktır. Müslümanlığı benimseyip sevdiğimizle birlikte bayramı geçirmeliyiz.
Bahar mevsiminde, sabahın güzelliğini, kuşların ötüşünü, gecelerdeki yıldızların raks edişini görmeden ömürleri tüketmek nasıl bir bedbaht bir yaşamaktır. Tabiatta bazı anlar var ki, olanları seyretmek bir ömre değer. İşte bunları büyük şehir insanı yaşayamıyor.
Bu hayat yarışı, bazılarına para, bazılarına makam ve şöhret kazandırırken, bazılarına da zorluk ve farkına varmadan birçok sefaleti beraberin alıp gidiyor. Çünkü burası imtihan dünyasıdır. İnsanlar dolayısıyla daha bencil ve ikiyüzlü yapıyor.
Bu yarış aynı zamanda insanlar arasında bir rekabettir. Gurbete gelen insanlar, yeniden geldikleri yerlere gitmek istemiyor. Çünkü büyük şehirlerde kaderlerini değiştirmişler, yeni bir hayata başlamışlardır.
Yoksulluklarını zenginliğe çevirmişler. Bunu unutmamak gerekir ki, hala orada yakınlarımız yaşamakta, olumsuzluklarla boğuşmaktadırlar. Onların her biri bizim yaşadıklarımızı yaşamaya devam ediyorlar. 
Cümleten güzel BayRamlar dilerim.

BİTTİN SEN BİTTİN‏!.. Rıfat SERDAROĞLU

BİTTİN 
SEN BİTTİN‏!..
Rıfat SERDAROĞLU 
Adamın namı almış yürümüş. Öyle usta bir atıcı imiş ki, uçan sineği bile metrelerce uzaktan vurduğu köy kahvelerinde anlatılır olmuş.
Sarıcalar Köyünün ağası “Kabaşeker’in Ahmet” adamlarına emir vermiş;
“Bu nasıl iştir? Köyde kasabada kimse benden bahsetmez oldu. Varsa yoksa bu avcı! Bulun getirin şu adamı, hünerini bir de bize göstersin!”
Emir demiri keser derler ya, Ağa’nın adamları avcıyı bulup getirmişler.
Ağa ve avcı önde, tüm köy halkı arkada ovaya doğru yürüyerek, ormana bitişik bir tarlaya gelmişler.
Ağa; Bak Avcı bu tarla benim, adı da Azmaklı Tarladır. 500 dönümden fazladır. Tarlanın bittiği yerde orman başlar. Buradan ormanda dolaşan Ceylanlardan birini vurursan, hem namın hem de aha şu 100 altın sana helal olsun.
Amma vuramazsan, tellal dolaştırıp senin palavracı olduğunu yayarım!
Avcı, tüfeğini omuzuna koymuş, dikkatle nişan almış ve ateş etmiş.
Ağa sevinçle bağırmış; “Bak vuramadın işte, Ceylan koşarak kaçıyor!”
Avcı; “Öyle değil Ağa, o vuruldu ama henüz farkında değil, 50-60 metre sonra düşer. Gönder adamlarını da Ceylanın ölüsünü getirsinler…”
İyi de bunu bana neden anlatıyorsun, dedim Urla-Balıklıova’dan Kasap Arnavut Ramiz’e!
Ramiz; Be aga, Tayyip’i kastediyorum. O, 7 Haziran’da vuruldu ama şu ana kadar farkında değil, kendisini sağlam sanır! Hala konuşur durur!
Eskiden onun için dünyayı yakardım, şimdi aha şu kibriti bile çakmam be ya...
Niçin böyle dersin be Ramiz Aga? Her seçimde Tayyip’e oy vermedin mi, üstelik tüm tanıdıklarına baskı yapıp oy verdirmedin mi, diye sordum!
Kasap Ramiz elini kafasına vurarak, makinalı tüfek gibi sıralamaya başladı;
“13 senede o zenginleşti, biz fakirleştik. Eskiden kilo ile et alanlar, dükkâna gelemez oldular. Geçen gün bir kızçe (kız çocuğu) geldi ve ‘Amca, annem kedimiz için 200 gram kıyma istiyor’ dedi.
O çocukların evinde kedi yok be Rifat aga! Onurlu insanlar işte bu durumda.
Tayyip’e oy verdirdiğim tanıdıklarım şimdi benimle dalga geçerler. Tayyip’in çocuklarının gemilerini, vakıflarını bana sorarlar!
Baktım dün akşam, deniz kenarında bir iftar vermiş. Çıkmış mikrofona bağırıp durur, PKK kötü, PKK hain diye!
Be Allahın kulu, sen bunları başımıza bela etmedin mi?
Oslo’da bunlarla masaya sen oturmadın mı?
Habur’da sen davul-zurna ile Asker-Polis katillerini karşılatmadın mı?
İmralı’daki Öcalan ile sen yıllarca görüşmedin mi?
Güneydoğu’da olanları biz bilmez miyiz? Daha dün Karabatak Necati’nin oğlu Şırnak’tan geldi. PKK orada devlet olmuş be ya, sen ne dersin!
Geçen gün İzmir’e gittim. Her tarafı Suriyeliler sarmış. Türkiye’de miyiz yoksa Suriye’de miyiz vallahi belli değil. Yakında bunlar, bizim evlere de dadanırlarsa şaşmayasın! Ah Tayyip ah, kendi vatanımızda bizi rahat gezmez hale getirdin ya, Allah bildiği gibi yapsın seni…”
Durdurmasam daha devam edecekti Ramiz aga!
Bir soru sorup, iznini isteyeyim dedim;
Tayyip, yeniden seçime gitmek ister. Seçim olursa yine aynı oyu alabilir mi! dedim!
“Be Rifat aga ben sana ne dedim?
Ben eskiden Tayyip için dünyaları yakardım ama artık onun için kibrit bile çakmam be ya! İnadına her yeri dolaşıp “Oy Vermeyin” diye bağıracağım.
Bak bir saattir konuşuyoruz. Dükkâna bir kişi olsun gelmedi. Akşama kadar burası böyle dedi…”
Bayramda görüşelim diyerek vedalaştık.
Anladım ki bu Tayyip iyice bitmiş. Yakında hesap verme dönemi başlayacak. Danıştay, YSK, RTÜK, Anayasa Mahkemesi derken, devlet bile bunlardan yüz çevirmiş. Sıra tüm yolsuzlukları bilen bürokratların konuşmasına geldi.
Bunlar bir konuşmaya başlarlarsa, seni ben bile kurtaramam be delikanlı!
Bittin sen bittin…

SİYASET VE ONUN SAHİPLERİ; Nevzat Laleli, HAY-DER Genel Başkanı

SİYASET VE ONUN SAHİPLERİ
Nevzat Laleli HAY-DER Gen Başk
Gençlik inceleme yazısı:                                   
Toplum üzerinde etkili insanlar ve bunları etki alanlarını inceleyen İmam-ı Gazali hazretleri, İhyay-ı Ulumud’din adlı eserinin İlim bahsinin son bölümünde (1. cilt sayfa 40) bunları yazmış ve tasnif etmiş. Gazali hazretleri; “ İnsanları iş, meslek ve sanatları üç ana gurupta toplanır.” dedikten sonra;
A. Yaşayabilmek için zaruri olan işlerdir ki bunlar dörttür. 
1) Yiyecek temini için Rençberlik (çiftçilik), 2) Giyecek temini için dokumacılık, 3) Mesken temini için inşaat, 4) Toplumun sevgi, saygı, yardımlaşma ve beraberliğini (birliğini) sağlamak için siyaset.
B. Bunlara yardımcı olup yapılmalarına imkân veren işlerdir ki bunlar ikiye ayrılır.
1) Rençperlik ve sanat için alet hazırlayan demircilik (makine imalatı) 2) Dokumacılığa hizmet eden hallaçlık ve eğirme işi gibi…
C. Bütün bu işleri tamamlayıp, süsleyen işlerdir. Rençperlikten elde edilen yiyecek maddelerini öğütmek, pişirmek gibi… Giyim eşyalarını boyamak ve dikmek gibi...
Bunları bir insanı uzuvları olarak düşünürsek, 1. Kalb, ciğer ve beyin gibi asıl uzuvlar, 2. Bu uzuvlara hizmet eden mide, damar, kaslar ve sinirler, 3. Bu asılları süsleyen şeylerdir ki, deri, tırnak, parmak ve kaşlar gibi organlardır.
Saydığımız şeylerin en şereflileri (önemlileri) asılları olup, asıllarının da en şereflisi siyasettir. Bunun içindir ki siyaset sanatı, özünde diğer sanatların aramadığı bir kemalât (olgunluk ve yüksek seviye) ister. Yine bunu içindir ki bu sanatın sahibi, diğer bütün sanatları kendisine hizmet ettirir.
SİYASETİN TARİFİ
Beşeriyeti (insanlığı) ıslah (düzeltme, terbiye etme) ile dünya ve ahirette selamete ulaştıracak doğru yolu gösteren siyaset, dört mertebe (kademe) dir.
Birinci ve en üstün mertebe, Peygamberlerin siyaseti, sevk ve idaresi olup Avam (halk) ve Havas (seçkinler) bütün insanların zahir (emir kumanda) ve batın (manevi sahalar) larına hükmetmeleridir.”
Söylenenleri bir tabloda gösterelim. (+) işaretleri tesir (etki) sahalarını göstersin.
                                                Etki         Havas      Avam
   Siyaset sahipleri            alanları   Seçkinler    Halk              
   
                                                       Zahir           +            +
  1. Peygamberler
                                                       Batın           +            +
 


               2. Emir sahipleri                  Zahir           +            +
          
      (Sultanlar)                  Batın           -             -
 


                                                       Zahir           -             -
  3. Âlimler (Şeyhler)
                                                       Batın           +            -
 


                                                       Zahir           -             -       
 4. Vaiz (Hatip) ler
                                         Batın          -           +
 
“İkinci mertebe Halife, melik ve sultanların siyaseti, sevk ve idaresi olup, avam ve havas bütün insanların zahir ve batınlarına hükmetmeleridir. Bunlar batına tesir (etki) edemezler.
Üçüncü mertebe Allah’ü teâlâyı ve dinini bilen, “peygamberlerin varisi olan…” âlimlerin siyasetidir ki, bunlar hiçbir sınıfın zahiri işlerine karışmayıp kimseyi zecir (zorla) ve men (yasaklama) edemeyecekleri gibi umum insanlar da kendilerinden istifade edemezler. Bunlar ancak kendilerine bağlı münevver (aydın) tabakanın batınına hitap edebilirler.
Dördüncü mertebe Vaizlerin (hatiplerin, konferansçıların) siyasetidir. Bunlar da ancak insanların avam kısmının (halkın) batınına (iç âlemlerine) hitap edebilirler.
DAREYN’DE SAADET
Siyasetin şu dört mertebesinden nübüvvetten (peygamberlik) sonra en şereflisi hiç şüphesiz emir sahiplerinin (sultanların) siyasetidir. Bunları öğrenmek ve ilimle amil olmak (öğrendiklerini uygulamak) insanları dünya ve ahiret de saadete kavuşturacaktır.”
Bu gün Müslümanlar maalesef ilimden uzaklaşmış bulunmaktadırlar. Üç günlük dünya ve onun menfaati bütün güçleri ile çalışmakta, ebedi saadetleri için gerekli çalışmaları yapmamaktadırlar. Ne kendileri ne de evlatlarının geleceklerini yeteri kadar düşünmemektedirler.
Ve tabii ortalıkta bir kör dövüşü sürüp gitmektedir. Âlim nedir? Ona hürmet ve saygı nasıl yapılacaktır? Emir sahibi kimdir? Müslümanlar arasında ikinci bir emir sahibi olabilir mi? Biat kime ve nasıl yapılır? İntisap etmek ne demektir? İktida’nın şekli ve müddeti (zamanı) nedir? Hatiplerin ve konferansçıların etkileri nereye kadardır? Müslümanların içinde bocalayıp durdukları ekonomik, sosyal, siyasi, ilmi ve ahlaki çıkmazlardan kurtulabilmeleri için ne yapmaları gerekir? Bu ve buna benzer daha yüzlerce soru bulunmakta ve bunlar çözüme kavuşabilmek için cevap beklemektedir.
Yukarıda İmam-ı Gazali hazretlerin belirttiği hususlar, dertlerin çözüme kavuşması için ele alınması gereken temel konulardır. Bir şeyin temeli hallolmadan tavanı ile uğraşıp durmak, bir arabanın kar, buz veya çamur üzerinde patinaj yapmasına benzemektedir. Onun için bir türlü mesafe alınamamaktadır.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

ARINMA BİLİNCİ., A.Kemal GÜL

ARINMA BİLİNCİ...
A.Kemal GÜL 
En güzel bir şekilde yaratılan insan, iyilik yapmaya da kötülük yapmaya da mütemayil bir yapıdadır. Bu yapısı gereği o kadar harikulade işler yapar ki bu yapılanları hayranlıkla izler ve gıpta ederiz. Ama yine aynı insan öyle kötü, çirkin şeyler yapar ki bu durum karşısında da hayrete düşer ve ‘’bunu insan yapamaz’’ deriz. İşte insan, hem iyiliği, güzelliği hem de şerri, kötülüğü temsil eden yönüyle iki zıt durumu bünyesinde birleştiren bir özelliğe sahiptir. İnsan, yaratılışındaki üstün özellikleri doğru bir şekilde kullandığı ve yaratılış gayesine uygun olarak yaşadığı takdirde melekten üstün hale gelmekte, bu gayeye uygun olarak yaşamadığı takdirde ise’’hayvanlar gibi hatta daha da aşağı’’ (Araf, 179.) bir duruma düşmektedir.
Bu durumda ‘’arınma’; Yüce Yaratıcıya samimi kul olanın içine düştüğü günahını ve hatasını terk edip, dua ve niyaz ile Rabbinden bağışlanma dilemesi ve O’na dönmesidir. Arınma, kişinin kendini yenilemesi ve iç onarımıdır.
Diğer bir ifadeyle ‘arınma’, Yüce Yaratıcı ile sevgi bağlarımızı yeniden tesis etmek, günah ile kirlenen gönül dünyamızı yeniden temizlemektir; arındırmaktır.
Ve bilinmelidir ki Yüce Yaratıcıya ‘’kul’’ olmaktan uzaklaşan insan günahlarla iç içe yaşamaya devam ederse zamanla günahını günah olarak görmez ve bunu normal bir durum olarak algılamaya başlar. İşte bu, günahın manevi dünyamızı kaplaması halidir.
Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez…( Ra’d, 11.)
İçinde bulunduğumuz bu mübarek ramazan ayında arınabilmenin, Yüce Yaratıcıyı kulluk mükellefiyetiyle memnun etmenin başta gelen şiarı düşkünün, yoksulun ve insani hak ve değerler adına sömürülenin yanında olmaktır; insan temel hak ve hürriyetinin gasp edildiği noktada Allaha kulluk mükellefiyetiyle hakkın ve adaletin gerçekleşmesi adına var olabilen enstrümanları kullanarak harekete geçebilmektir.
Okuduklarımızdan, öğrendiklerimizden bahisle zulüm altında inleyen akraba bir toplumun yaşadığı acı bir dramdan, kendilerine uygulanan zulümden, işkenceden ve katliamlardan bahsetmek istiyorum:
Bu oruç ayında Kızıl Çin Hükümeti Doğu Türkistan’da yaşayan Türklere uyguladığı inançlarına yönelik asimilasyon durumu, milli kimliklerini yok etme durumu.
Bir taraftan namaz ve oruç ibadeti yasaklanırken diğer taraftan da ‘’ gıda maddesi satan Doğu Türkistanlı esnafa işyerinde 6 çeşit içki bulundurma zorunluluğu ‘’ getirilerek buna uymayanlar tutuklanıyor. Yine Çin Hükümeti Müslüman Türklerin bulundukları bölgelerde ‘’içki festivali düzenleyerek Doğu Türkistanlı gençlere bu festivale katılmaları zorunluluğu’’getiriliyor.
‘’Doğu Türkistan’ın Kaşgar vilayetinde tesettürlü oldukları için gözaltına alınan eşlerinin serbest bırakılmasını isteyen Uygur Türklerine polis müdahale edince olayların çıktığından, 22 Haziran’da, çıkan olaylar sırasında 28 Türk, Çin polisi tarafından katledildiğini okuyoruz.
Doğu Türkistan’da şuan hiç kimsenin can ve mal güvenliğinin olmadığını, her gün binlerce gencin hapse atıldığını ya da öldürüldüğünü, keyfi tutuklama yargısız infazların devam ettiğini, onların kendisi ve ailesinin koruma savunma yetkisinin olmadığını okuyoruz.
Memurların, öğrencilerin, öğretmenlerin, kadınların ve 18 yaşından küçüklerin camiye girmelerinin de yasak olduğunu öğreniyoruz… Bu Allah’ın lanetlediği aşağılık ve iğrenç eylemler, durumlar değişik şekillerde vuku bulabilir.
Aslolan Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine ‘’oruç tutma ve namaz kılma yasağı’’getiren, tesettürlü kardeşimizi gözaltına alan ve bu iğrenç uygulamalara tepki koyanları katleden Çin Hükümetini şiddetle kınayabildik mi? Başta Türk Hükümeti olmak üzere, İslam işbirliği Teşkilatını, Birleşmiş Milletleri, uluslar arası insan hakları kuruluşlarını ve bütün dünya kamuoyunu Doğu Türkistan’da yaşanan insanlık dışı olayların durdurulması ve soykırım boyutuna gelen katliamların durdurulması noktasında millet olarak, sivil toplum kurumları olarak, hükümet olarak yapabileceklerimiz vardır.
Yüce Yaratana kul olabilme mükellefiyeti amaç ise veya O ilahi iradenin tahsis emrini yerine getirmek amaç ise, Yüce Yaratan’a karşı borcumuzu ödeme ya da ezilenin/ sömürülenin haklarının savunucusu mükellefiyetinin yapmaya çalıştığımız zorunlu ibadetlerin odağını oluşturduğunu görebiliyor muyuz? Ne dersiniz?
Kerkük’te, Suriye’de Türkmenler katlediliyor; nerede İslamcı mücahitler? Nerede onların insan hakları dernekleri, yardım kuruluşları?
Gerçek o ki, ‘’Türk değilsen, kapıları sana açan devşirme Türkler yardıma koşar, ama eğer Türk’sen, devşirmesi de devşirme olmayanı da kabuğuna çekilir beklermiş’’ sözü doğru olsa gerek.
Evet, biz ne icraat sergiliyoruz? Nerede bizim gür ve yerleri titreten sesimiz? O güçlü önderlerimiz nerede?
Evet, bu netameli coğrafyada huzur içerisine ilelebet kalmak ve yaşamak istiyorsak birleyerek oluşmak zorunluluğumuz vardır; bu da ‘’Türk kavramının Ulusal Kimlik’’olduğunu içselleştirmekten geçer.
Anlaşılan o ki milliyetçiler, toplumu yaklaşan tehlikeler karşısında ikna edebilecek inandırıcılıktan uzak ya da milliyetçilerin’’ tehlike’’ olarak gördüğünü, uğruna milliyetçilik yapılan o millet ‘’tehlike’’ olarak görmüyor olabilir.
Dikkat edin; ‘’piyasaya’’uyumlu bir dini anlayışın günümüzde hâkim olduğunu görelim. İslam’ı salt ‘’muamelat’’tan ibaret olduğu bir inanç manzumesi haline dönüştürüldüğünü görelim. Aldatan sizi Allah ile aldatmasın.
Sağlıklı ve şuurlu bir ömür dileğiyle Ramazan Bayramınızı kutlar saygılar sunarım.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

OLSUN BE…! Yalçın KOÇAK (18. Dönem Sakarya Milletvekili)

OLSUN BE…!
Yalçın KOÇAK
Yalçın KOÇAK
(18. Dönem Sakarya Milletvekili) 
Olsun be, Yaradan vardır.
Sanma ki zalimin ettiği kardır.
Mazlumun âhı, indirir şahı.
Her şeyin bir vakti vardır. Diyor ceddim Yunus.
Türkler ucu 5 bin yıl evveline dayanan Batı hedefli yolculuklarına Pelasg olarak başladılar, Etrüsk olarak devam ettiler (Batı tarihçilerinin yok ettiği kayıp halka Proto Türkler). Hunlar, Avarlar, Kumanlar, İskitler, Peçenekler Anadolu’ya adeta aktı.
Şamanizm ile başlayan İnanç dünyamız; İbrahimî dinleri kabullerle devam etmiş.
Hazar Medeniyetini yeteri kadar bilmiyoruz, (Alman arkeologlar 140 yıldır Hattuşşaş’ı kazıyor. Daha, 100 daha kazacağım diyor, İstanbul Gümüşsuyu’nda Alman Arkeoloji Enstitü Kütüphanesi kuruyor???) 
Karaim Türklerinin Musevilik bağları ve yılları maalesef bilim dünyamızca çalışılmamış. Ha keza Gagavuz'un (Aslında Gök Oğuz) İseviliğide. (Kes, biç, yapıştır. El, Etek öp, Çanta taşı garanti alırsın maaşı. Bu standartta akademisyenden ne beklenir ki?.)
Son gelişlerinde Müslüman geldiler başlarında da Sultan Alparslan gibi cengaver bir komutanları vardı. Horasandan gelen akrabalarını görünce Armenia da oturan Ermeniler ve Kürdistan denilen bölgede yaşayan Farisi kültürü ile yerlileşmiş Bayat boyları (proto Türkler- Musikimizde Bayati makamının diğer adı Kürdi makamıdır.) Sultan Alparslan’ın ordusuna katıldılar. Güç zafiyeti yaşayan Diojen savaş meydanından zor kaçtı, canını kurtardı.
Sultan Alparslan kendisine geçit töreni yapan ordusunu denetlerken gururlandı ve “ Böyle bir ordu ile beni kimse yenemez” diye böbürlendi, ayakları yerden kesildi, akşamına hasta olup yataklara düşen Alparslan üçüncü gün oğullarına vasiyet ederken dudaklarından şu sözler döküldü “ Mağrur oldum, Mağlup oldum “ Bu sözdü bizi iri ve diri tutan Selçukludan-Osmanlıya devam eden Cuma selamlığı ve “ Gururlanma Padişahım, senden büyük Allah var” telkininin espirisi unutuldu gitti.
Daha çok alkış alan gürlüyor, yağıyor, yağdırıyor, saydırıyor. Karşımda ki de bir insan, bir Türk, bir Müslüman düşünmeden, yarın yüz yüze bakacak, cenazelerde bile bir merhabasız ve tokalaşmasız melekleri dahi küstüren tavırlarla nefsinin girdabında kendisini kaybediyor.
Küfür ve Kafir kıyamete kadar devam edecek.
Zalim ve zulüm illaki bitecek.
Her zalim muhakkak ki ölümü tadacak.
Bu ülkede açlık sınırı 1349 TL ise ve yoksulluk sınırı 4395 TL sına dayanmışsa, bir yerlerden zulüm ekiliyor demektir.
Hala devlet sistemine adam alınıyor, tasarruf tedbirlerine rağmen araç alınıyor, çok dar çerçevede bir mali yapılanma idari reform hareketleriyle sağlanabilecek kaynaklar zulüm sınırı altında maişet derdi çekenlere çözüm olacakken,
Çözüm olarak bulunan yeşil kartlar, sosyal yardımlaşma fonları insanlarımızı dilenciliğe alıştırmakta ve “ Türklük el açınca biter” sözümüz, yere düşmemekte, karşılık bulmaktadır. Kimlik ve kişilik bunalımları ortaya çıkarmaktadır.
Hırsızlıklarda çabası. Kolay paranın yıktığı yuvalar, parçaladığı aileler. Pahalı metrekare bedelli, büyük reklam lansmanlı, şöhretlerce tanıtılan konut sitelerinin rantiye bedellerini millet yoksulluk olarak ödüyor, İşte bu Zulümdür. Rantiye de Ribadandır. Bu pahallı inşaatlardan Alınmayan, adeta hibe edilen gelir vergileride üstüne üstlük cebimizden çalınandır. Riba da haramdır, Hırsızlık da.
Yeni Hükümet, yeni Başbakanı bekleyen en önemli gündem hırsızlık ve yolsuzlukların üstüne gidilmesidir, Soframıza haram getirmeyiz diyen Davudoğlu Başbakanımız yoksulluk barajının imha edilmesi konusunda proje geliştirmelidir.
Adalette Reform, Yüksek Öğretimde ve Eğitimde, Sağlıkta Kalite, kalite,kalite   
Yarınlarımızı Üniversitelerimiz hazırlayacak.
Kaliteli yarınlar için,
Kaliteli Akademisyenler,
Kaliteli Okullar,
Kaliteli Milli Müfredat,
Kaliteli Öğrenciler,
Kim bilir; Belki bizlerde tekrar Geri Çağırılır; tekraren başlarız,
Noksan olan Maneviyat Eğitimimize.
Batı'nın Oryantalist mahfellerinde bizim için sarf edilen bir sözü kulak küpemiz yapalım'' Müslüman’a parayı ve İktidarı ver, O kendi kendisini yok eder''...

3 Temmuz 2015 Cuma

Sen, "TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ" Nedir ve Ne Değildir Bilir misin?..

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ NE DEMEKTİR?..
Soner YALÇIN
Gagavuz Türk‘ü, Hıristiyan’dır.
Yunanistan’daki Karaman Türk’ü de, Hıristiyan’dır.
Karaim ya da Hazar Türk’ü, Yahudi‘dir…
Altaylar, Tengrici’dir.
Saha-Yakut Türkleri Şaman‘dır.
Uygur Türk‘ünün kimi Budist’tir.
Azeri Türk’ü ya da İran Türk’ü Şii‘dir.
Anadolu Türkmen‘i Alevi’dir.
Ne sandın?
“Türk milliyetçisi” denilince aklına sadece Müslüman Sünni mi geliyor?
“Türk milliyetçiyiz” diyerek kimin ahlakını kime dayatıyorsun?
Bak kardeşim!
Dünyada ilk “Türk Derneği”, Macaristan-Budapeşte’de 1908 yılında
açıldı. Üniversitelerde ilk Türkoloji kürsüsü 1870 yılında Budapeşte’de kuruldu.
Macar Türklerini bilir misin? Turan fikrinin nereden doğduğunu sanıyorsun?
Bugün…Sadece Devlet Bahçeli‘yi bilmekle olmaz Gabor Vona‘yı da bileceksin!
Hâlâ Necip Fazıl mı okuyorsun; oysa Attila Jozsef‘i okumalısın!
Hadi Yusuf Akçura’yı, Sultan Galiyev’i bildiğini düşüneyim; Turar
Rıskulov‘u ya da Ethem Nejat‘ı bilir misin?
Sahiden “sağ” nedir, “sol” nedir hiç kafa yordun mu?
Tarihindeki Türk milliyetçi hareketler sömürgeciliğe karşı çıkarken, senin neoliberalizme/ vahşi kapatilizme karşı neden hiç sesin çıkmıyor?
Evet sen kardeşim!..
“Türk milliyetçileri” adını kullanarak kimin ahlakını kime dayatıyorsun?
Kızma bana…
Bak sana bir Türk efsanesini hatırlatayım.
Aytmatov uyarısı
Cengiz Aytmatov’u bilirsin.
Kırgız Türk’ü…
Türk birliğinin yılmaz savunucusu.
Dünya edebiyatına armağan ettiğimiz Lenin ödüllü usta bir kalem…
1980 yılında yazdığı bir romanı var: “Gün Olur Asra Bedel”
Okudun mu? Kişinin, öz köküne yabancılaşmasını anlatır. Bunu Türk “Mankurt Efsanesi”ne dayandırır. Şöyle….
Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri işe yarar köleler haline getirmek için belleklerini silerek “mankurt” haline getirirmiş..!
Bir insanı “mankurt” yapmak istediklerinde bak ne yaparlar:
- Tutsak kişinin saçları iyice kazınıyor,
- Kafasına devenin boyun derisi gerdirilerek geçiriliyor,
- Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanıyor,
- Yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde sıcak güneş altında dört beş gün aç susuz bırakılıyor,
- Sıcağın etkisiyle deve derisi büzülüyor ve bir mengene gibi kafayı sıkıştırıyor,
- Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlar yeniden uzamaya başlıyor,
- Fakat, deri kafaya o kadar yapışıyor ki, zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşiyor ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemiyor,
- Bu nedenle saçlar kafanın dışı yönünde değil, içine doğru uzamaya başlıyor,
- Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip, beyne doğru ilerlemesiyle tutsak büyük acılar çekiyor,
- Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölüyor,
- Sağ kalan tutsak zamanla kendine geliyor; yiyip içerek gücünü toparlıyor.
- Ama o artık bir insan değildir; ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olmuştur. Artık hafızası yoktur…
Kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmez hale geliyor.
Düşünememektedir…
İnsan olduğunun farkında değildir. Ağzı vardır, dili yoktur; kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köledir sadece.
Bilinci, benliği olmadığı için, sadece efendisine boyun eğen bir köle…
Evet… Mankurt, için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmektir…
Akıl yoksunluğunu ifade eden “mankurtlaşma” artık bir kavram olarak kullanılmaktadır.
Anadolu’da “mankafa” derler!..
Kimbilir…
Belki de…
Cengiz Aytmatov “Bozkurtları” uyarmak istemektedir…
Anlayana…
Türk Bayrağı’nın yakılmasını, göklerden/direklerden indirilmesini protesto ettin mi?
Hayır!..
Atatürk heykellerinin parçalanmasını protesto ettin mi?
Hayır!..
Bu ülkenin parsel parsel özelleştirme adı altında satılmasını protesto ettin mi?
Hayır!..
Türk kimliğinin-kavramının Anayasa’dan çıkarılmak istenmesini protesto ettin mi?
Hayır!..
Devlet nişanından, devlet kurumlarından Türkiye Cumhuriyeti ibaresi kaldırılmasını protesto ettin mi?
Hayır!..
Andımızın kaldırılmasını protesto ettin mi?
Hayır!..
23 Nisan, 19 Mayıs milli bayramlarının kaldırılmasını protesto ettin mi?
Hayır!..
Soma katliamını protesto ettin mi?
Hayır!..
Doğa katliamlarını protesto ettin mi?
Hayır!…
Kaçak Sarayı protesto ettin mi?
Hayır!..
Kuzey Irak’ta Türkmenlerin katledilmesini protesto ettin mi?
Hayır!..
Süleyman Şah Türbesi’nden kaçılmasını protesto ettin mi?
Hayır!..
Ülkenin parçalanma projelerini protesto ettin mi?
Hayır!…
Peki neyi protesto ettin?
Sadece… Bu ülkenin yüz akı sanatçısı Bedri Baykam‘ı protesto ettin..!
Beyoğlu Piramid Sanat Galerisi’nde Almanya, Fransa, Japonya ve ABD’den sanatçıların eserlerinin de yer aldığı “Çırılçıplak” başlıklı sergiyi “ahlaki değerlere” aykırı bulup Taksim‘e sokağa çıktın!
“Bizler; Türk Milliyetçileri, Türk İslam Ülkücüleri, Türk milletinin ahlak değerleri ile ters düşen ve sanat adı altında perdelenmek istenen bu çirkin sergiyi kabul edemeyiz.”
Demek:
Türk kavramının yok edilmesi, Türk bayrağının yakılması, Atatürk heykelinin parçalanması, Andımız’ın- ulusal bayramlarımızın kaldırılması, “ahlaki değerlere” uygunmuş ki sesin çıkmadı!..
Türklüğün sadece “bacak arasına” indirgendiğinin farkında değil misin!..
Bir kardeş mektubudur bu…