28 Ekim 2015 Çarşamba

ANKARA KALESİ; "Siyasal Rejimler ve Seçim Sistemleri" Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ 
SİYASAL REJİMLER VE SEÇİM SİSTEMLERİ
                                            Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Dünyanın  demokrasi ile yönetilen ülkelerinde ya da cumhuriyet rejimine dayalı olarak kurulmuş olan devlet düzenlerinin hemen hemen hepsinde; genel, yerel ya da özel seçimler yapılmakta ve seçilen insanlar toplumu temsilen yönetim mekanizmasında yerlerini almaktadırlar. Bu nedenle, siyasal rejimler ile seçim sistemleri arasında gözden kaçırılamayacak düzeyde yakın bir ilişki ağı bulunmaktadır. Ülkeden ülkeye değişen koşullar çerçevesinde ya siyasal rejimler seçim sistemlerini etkilemekte ve bu doğrultuda her devlet düzeni içerisinde rejimin yapılanmasına uygun bir çizgide seçim sistemleri ortaya çıkmaktadır. Ya da bu durumun tamamen tersi bir doğrultuda, seçim sistemleri siyasal rejimleri etkileyerek bir ülkenin yönetim biçiminin ortaya çıkmasında ana faktör olarak öne çıkmaktadırlar. Bu doğrultuda her iki olgunun birbirini etkileyen ve bu nedenle  kavramların incelenmesi sırasında her ikisinin de birlikte ele alınmasını zorunlu kılan  durumu, siyaset bilimi açısından öncelikle  belirtmek gerekmektedir. Birbirini dikkate almayan siyasal rejim ya da seçim sistemleri uygulamaları ya da değerlendirmelerinin bu durumda eksik kalacağı ortaya çıkmaktadır.
            Siyasal rejimler  , bir ülkede var olan siyasal kültürün ürünüdürler . Her ülkenin birbirinden çok farklı özelliklere ve koşullara sahip oldukları  dikkate alınırsa , her ülkenin kendine özgü bir siyasal kültüre sahip olduğu söylenebilmektedir . Ülkelerin  birbirlerinden ayrılan özellikler  ortaya farklı  siyasal sistemler ya da rejimler çıkartırken ,benzer koşullara sahip olan ülkeler arasında da birbirine yakın siyasal kültürler ve bunların sonucu olan siyasal rejimler    uygulama alanında görülebilmektedir .Bu doğrultuda siyasal sistemleri ya da rejimleri  ele alırken , bunların içinden çıktıkları  ülkelerin siyasal  yapılarını ve kültürel özelliklerini dikkate almak gerekmektedir . Bunların doğal sonucu olarak uygulama alanına gelen seçim sistemlerinin  değerlendirilmesinde ise , bütün bu bağlantıların genel anlamda göze alınarak  gerçekçi bir yaklaşımın geliştirilmesi önem kazanmaktadır . Dünyada hiçbir siyasal rejimin  içinden çıktığı siyasal kültür anlaşılmadan değerlendirilmemesi  gerekmektedir. Bu doğrultuda seçim sistemleri de siyasal rejimler üzerinden dolaylı olarak siyasal kültürler ile  yakın etkileşim içerisinde  bulunmaktadır . Ülkelerin  sahip olduğu koşullar ve bunun doğal  sonucu olan siyasal kültür yapıları , siyasal rejimler ile birlikte seçim sistemlerini de  biçimlendirmektedir .
            Uluslar arası alanda bir açılım yaparak dünya ülkeleri  incelendiğinde ,  ülkelerde var olan devlet düzenleri içinde siyasal kültürlere aykırı düşen  rejimlerin ya da seçim  sistemlerinin  gelip geçici olduğu , değişken koşulların ortaya çıkardığı  özel durumlarda  siyasal rejimler ya da  seçim sistemleri açısından genel bir değerlendirme yapılamayacağı görülmektedir . Geçici koşullar  kendine uygun durumlar ortaya çıkarsada , kalıcı bir siyasal kültür oluşturamayacağı için  genel kural olan etkileşim çizgisinde  kalıcı bir durum  gündeme getiremeyecektir .Geçici koşulların ortadan kalkmasıyla birlikte , tekrar eski duruma dönüldüğü için , geçmişin ürünü olan geleneksel siyasal kültür yeniden  öne çıkarak  siyasal rejimi ve  seçim sistemini eskisi gibi yönlendirmekte   ve  ülkenin kimliğine uygun düşen bir uyumu gerçekleştirmek durumunda olmaktadır . Siyasal kültür  ,rejim ve seçim sistemleri arasındaki uyum ,devlet düzenlerini  etkilediği için gelişmiş devletlerde ,siyasal rejimini geleceğini güvence altına alma doğrultusunda  çeşitli önlemler alınabilmektedir . Özellikle , ülkedeki anayasa bu açıdan kilit bir konuma gelmekte , siyasal rejimlerin bir anayasal sorun  ortaya çıkarmaması için , siyasal rejimler ile seçim sistemlerinin  anayasal düzen içerisinde uyum sağlaması devlet güvenliği açısından  önem taşımaktadır.
            Bugünün modern devletleri tarihten gelen siyasal gelişmelerin ürünü olduğu için  geçmişin birikimini taşımayan devletlere ,çağdaş bir siyasal yapılanma olarak bakabilmek pek mümkün değildir . Modern çağların dünyasının oluşturulmasında kilit bir rol oynayan Fransız devrimi ve getirdikleri bu açıdan önem kazanmakta ve her modern devletin  Fransız devriminin ürünü olan kuvvetler ayrılığı yapılanması içerisinde biçimlenmesine dikkat edilmektedir . Çağdaş anayasa hukukunun da temel kavramlarından birisi olan kuvvetler ayrılığı ilkesi ,bütün devlet yapıları açısından geçerli bulunmaktadır . Kuvvetler ayrılığı  ilkesi , modern devletlerin iç yapılanmasında yasama,yürütme ve yargı güçlerinin birbirlerinden ayrı olarak  yer almalarını  ve beraberce   yer aldıkları aynı devletin çatısı altında birbirini izleme ve kontrol etme mekanizmaları yaratarak ,devlet düzeninin bir uyum içerisinde sistemli  bir biçimde çalışmasını sağlamaktadır . Hukuk devletlerinde her şeyin anayasa uygun olması gerektiğinden , anayasalarda yer alan kuvvetler ayrılığı nazariyesi anayasa üzerinden devletin yapısını belirlemekte ve demokratik rejimleri mümkün kılan bir  siyasal dengeyi  devletler için bir temel norm  olarak ortaya koymaktadır . Yirminci yüzyıldan sonra uluslar arası alana çıkan her devlet , diğer devletlerin modern yapılanmalarından esinlenerek benzeri bir hukuk mekanizmasını kendisi için anayasalarında örgütlerken , parlamenter sistemlere yol açan hukuk devleti mekanizmalarında  kuvvetler ayrılığı ilkesi ana  prensip olarak yer almaktadır . Bu açıdan kuvvetler ayrılığı ilkesinin yer almadığı bir modern devlet modelinden söz etmek mümkün değildir .
            Kuvvetler ayrılığı ilkesi  anayasal düzen içerisinde devlet iktidarının paylaşılmasını öngördüğü için ,siyasal rejimlerin otoriter ya da demokratik bir biçim alması, bu ilkenin uygulamada yer almasına ya da ne kadar genişlikte sistem içerisinde düzenlenmesine bağlı  bulunan bir  durumdur .Bir ülkede siyasal rejimler ortaya çıkarken , anayasal ve yasal düzenlemeler bu durumun geleceğe dönük kurumlaştırılması açısından önem taşımaktadır . Bir hukuk devleti yapılanmasını temsil eden  anayasal düzen içerisinde kuvvetler  ayrılığı ilkesi  örgütlenirken, üç temel kuvvetin ana fonksiyonlarını yerine getirmeleri ve birbirlerini izleyerek  denetlemeleri  önem kazanmaktadır . Parti disiplini ile yürütme organının hakim tek parti  yönetimi altına alınması, mecliste yer alan iktidar partisi üyelerinin yasama denetimini yapamaz bir duruma gelmelerine yol açmaktadır . Yürütme gücünü ele geçiren   iktidarlar  seçim sisteminin  sağladığı bu durumdan yararlanarak yasama organını da  parti disiplini üzerinden baskı altına alabilmekte ve böylece  hukuk devletinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığı  uygulamasını devre dışı bırakabilmektedir . Yürütme organları üzerinden  iktidar ele geçirildikten  sonra , yasama organı siyasal  baskı altına alınarak otoriter rejimlere kapı açılabilmekte , daha sonraki aşamada yargı organları yandaş  kadrolar ile doldurularak  yargı denetimi de ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır . Kuvvetler ayrılığı  prensibinin uygulanmadığı durumlarda  rejim kendiliğinden otoriter bir düzene dönüşmekte ve   bu gibi durumları önceden önleyebilecek tedbirleri öngörmeyen  seçim sistemi de , büyük çoğunluklu siyasal iktidarların işbaşına gelmesini sağlayarak ,hak ve özgürlüklerin  anayasal düzen ya da hukuk devleti  yapılanması çerçevesinde  denetlenmesine şans tanımayan  hakim parti sistemlerini  gündeme  getirebilmektedir . İdeal olan , yürütmenin yasama ile dengelenmesi  ve hem yasama hem de yargı organları tarafından anayasal düzen içerisinde hukuk devleti yapılanmasına uygun bir çizgide denetlenebilmesidir . Siyasal iktidarı ele geçirenlerin  kendi programlarına ülkeyi ve devleti zorlamalarına  ve zamanla otoriter rejimlere kaymalarına karşı  , ulusal egemenlik ilkesine göre kurulmuş olan ulus devletler düzeni içerisinde,  toplumun diğer kesimlerini temsilen  yasama ve yargı organlarının  denetleyici ve dengeleyici etkinliklerinin gerçekleştirilmesi gerekmektedir .
            Modern devletlerin vazgeçilmez tamamlayıcısı olarak  öne çıkan çağdaş demokratik rejimlerin  var olabilmesi ve yaşamını sürdürebilmesi çoğulcu toplum yapısının geliştirilmesine bağlı bulunmaktadır . Bu tür toplumlarda birden fazla siyasal parti olabilmekte ve seçimler var olan siyasal partiler arasında bir yarış olarak geçmektedir . Geçmişin tek parti sistemlerinin geride kaldığı bugünün dünyasında çoğulcu toplum yapılarının ürünü olarak çok partili  rejimler öne çıkmakta ve seçim  sistemleri ile de bu  durum güvence altına alınmaya çalışılmaktadır . Çoğulcu toplum yapısı içinde her toplum kesimi kendi partisini kurarak siyasal rekabet alanına girebilmekte , böylece ortaya çıkan siyasal partilerin  rekabet ortamı,  anayasal çerçevede hukuk devleti anlayışına uygun olarak düzenlenmektedir . İfade özgürlüğünün en geniş düzeyde ele alındığı ve  yasalar aracılığı ile  güvenceye kavuşturulduğu toplumlarda  , her düşünce ya da toplum kesimi örgütlenerek kendi partisini kurabilmekte ve seçimlere girerek yerel ya da ülkesel  iktidarlara gelebilmektedir . Demokratik rejimlerin  bu doğrultuda var olabilmeleri  ve geleceğe dönük olarak sürdürülebilmeleri , anayasal düzen ile gerçekleştirilen hukuk devleti mekanizmalarına bağlı bulunmaktadır . Kendi ülkesindeki devlet yapılanmasına vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin  söz ve düşünce özgürlükleri doğrultusunda örgütlenerek  seçimlere girebilmeleri , çoğulcu toplumun olduğu kadar  çağdaş demokratik rejimlerin de  vazgeçilmez  ana esaslarından birisidir . Temel hak ve özgürlüklerin tanınması ve en üst düzeyde  herkes için gerçekleştirilebilmesi , ancak  kuvvetler ayrılığı nazariyesi ile kontrol altına alınabilen siyasal iktidarların  bulunduğu ülkelerde mümkündür . Bu çerçevede ,  bütün hukuk devletlerinde ve  çağdaş demokrasilerde kuvvetler ayrılığı ilkesi  vazgeçilemez bir ana uygulamadır . Demokratik çizgide siyasal rejimler ancak kuvvetler ayrılığı ilkesinin kesin olarak uygulanması ile mümkün olmaktadır.
            Siyasal rejimler  kuvvetler ayrılığı  ilkesinin uygulanması ile demokratik yapılara kavuştuğu gibi ,kuvvetler birliğine dayanan siyasal rejim oluşturma girişimleri de görülmektedir . Daha çok savaş dönemlerinde , yeni devletlerin kurulma aşamalarında  ya da  otorite boşluğu alanlarında  devletler arası rekabet yüzünden daha güçlü devlet  otoritesi oluşturma  eğilimleri doğrultusunda   ,güçlü devlet gereksinmesi  öne çıkabilmekte ve bu  gibi durumlara sürüklenen ülkelerde  kuvvetler ayrılığı ilkesini terk edilerek kuvvetler birliği arayışları öne çıkarılabilmektedir . Sosyalist rejimlerde kabül edilmeyen kuvvetler ayrılığı ilkesi yerine kuvvetler birliği uygulamaları öne çıkarılmıştır . Daha çok ideolojik bir yönetime yönelen sosyalist ülkelerde  başka ideolojiler yasaklandığı için , sosyalist  rejimin kurulması ve uygulanması doğrultusunda  sosyalist tek partiye dayanan tekilci rejimler  uygulanmak istenmiştir . Hakim tek parti konumundaki sosyalist partiler aynı zamanda sosyalist devlet ile bütünleştikleri için , parti merkezleri aynı zamanda devlet merkezi konumuna gelmiş ve bu yüzden kuvvetler ayrılığı ilkesi uygulanamaz bir noktaya gelmiştir . İki büyük dünya savaşı sonrasında oluşturulan soğuk savaş dengelerinde sosyalist yapılanmaların önü açılırken,  kuvvetler ayrılığından uzaklaşılarak  hakim tek parti ideolojisi doğrultusunda bir ideolojik devlet modeli ortaya çıkmıştır . Bu gibi ülkelerde başka  partilerin kurulmasına  izin verilmediği için ,seçimler göstermelik olarak yapılmış ve parti devleti kurmuş olan hakim sosyalist parti tek başına seçimlere girerek parlamentoda tek partili  bir siyasal rejimin geçerli olmasını sağlamıştır . Yirminci yüzyıl boyunca örnekleri görülen bu tür ideolojik devlet modellerinde , işçi sınıfı ideolojisi olan sosyalizme uygun bir tek partili siyasal rejim uygulaması sürdürülmüştür . Yirmi birinci yüzyıla girerken devre dışı kalan sosyalist sistemin yıkılmasıyla birlikte,  kuvvetler birliği  ilkesi devre dışı kalarak eski sosyalist ülkelerde de kuvvetler ayrılığı ilkesi doğrultusunda hukuk devletleri ve demokratik siyasal rejimlerin oluşturulmasına öncelik verilmiştir .
            Bazı  ülkelerde   kuvvetler ayrılığı ilkesi,var olan  siyasal rejimin eğilimleri ya da istekleri ile uyum sağlayamadığı noktada  devre dışı kalabilmektedir . Bazan halk kitlelerinin büyük sevgisini kazanan siyasal önderler otoriter rejimlere yönelme eğilimleri gösterebilmekte ,bazen de  emperyalist devletler  azgelişmiş ülkelerde kendilerine bağımlı siyasal rejimler oluşturmaya yöneldiklerinde  başkanlık sistemi gibi kuvvetler birliği esasına dayanan yeni rejim modellerine yönelebilmektedirler . Eski siyasal yapıların çöktüğü ya da dağılan imparatorluklar sonrasında ortaya çıkan otorite boşluğu alanlarının doldurulması çabaları içinde aynı bölge devletleri arasında ortaya ciddi bir siyasal rekabet çıktığı aşamalarda, bazı devletlerin yönetimleri sınır ötesi etkinlikleri artırma doğrultusunda , demokratik rejimleri otoriter bir yapıya sürükleyebilmekte  ya da ,normal demokratik parlamenter  rejim koşulları içerisinde  düşünülemeyecek doğrultuda  kuvvetler birliği oluşumunu gündeme getiren başkanlık sistemi arayışları içerisine girebilmektedirler . Daha çok  geçici koşulların gündeme getirdiği bu gibi durumların  süreklilik arz edeceği gibi yapılan  eksik ya da yanlış değerlendirmeler , ülke yönetimlerinde otoriter arayışları ve başkanlık sistemi girişimlerini  öne doğru çıkarmaktadır . Savaş ya da benzeri geçiçi koşullar ile , emperyal  maceralar  ülke yönetimlerinde  güçler ayrılığı yerine güçler birliği arayışlarını  bazen öne çıkarabilir ve bu doğrultuda kuvvetler birliği esasına dayanan başkanlık sistemleri canlandırabilir . Daha fazla otoriter yönetim peşinde koşan siyasal iktidarların hak ve özgürlükleri  dikkate almayarak, sahip oldukları iktidarlarını sınır ötesi bölgelere taşımayı amaçlayan kuvvetler birliği anlayışına  dayanan başkanlık rejimine  doğru yöneldikleri görülmektedir . Başka ülkelerde görülen benzeri arayışların demokratik parlamenter rejimler de sorun çıkardığı ve sistemin düzenli bir biçimde çalışmasını engellediği  bugünün koşullarında  kesinlik kazanmıştır .Anayasal çerçevede  hukuk devleti devam ederken ,  her şeyin kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun bir biçimde yürütülmesi gerekirken , anayasa değişikliğine gitmeden  yapılan başkanlık rejimi arayışları  ,kuvvetler birliği ilkesi doğrultusunda  yürütme gücü üzerindeki yasama ve yargı denetimlerini sınırlayarak hukuk devletinin zarar görmesine yol açmaktadır . Kuvvetlerin yürütmede birleşmesi  başkanlık sistemi üzerinden  diktatörlük rejimlerini , yasamada birleşmesi üzerinden de meclis hükümeti rejimlerinin  ortaya çıktıkları görülmektedir . Başkanlık rejimlerinde  en çok Amerika Birleşik Devletleri , Meclis hükümeti rejimlerinde ise İsviçre çağdaş örnek modeller olarak  bugün de varlıklarını sürdürmektedirler .
            Bugünün siyasal  bilimlerinde  , rejimler ele alınırken  ya kuvvetler ayrılığı ilkesinden hareket edilmekte ya da  ülkelere  göre farklı modeller öne çıkmaktadır . Demokratik parlamenter sistemler ile başkanlık rejimleri  kuvvetler ayrılığı ya da birliği esaslarına göre  tasnif edilirken , bir de ülkeler ya da devletler modelleri üzerinden siyasal rejimler ele alınabilmektedir . Her ülkede zamanla oluşan devlet modellerinin  diğer devletler ile rekabet düzeyinde  güçlenmek  için  geleceğe dönük olarak kurumlaşmak gibi  girişimlere kendiliğinden  girişmesi yüzünden, kuvvetler ayrılığı ilkesi zaman içerisinde terk edilerek kuvvetler birliğine dayanan başkanlık modelleri  arayışları öne çıkartılmaktadır . Orta çağ sonrasında bütün dünyayı beş yüzyıl boyunca yönetmiş olan İngiltere , Fransa ,Amerika ya da Almanya gibi  büyük emperyal devletlerin siyasal rejimleri  esas alınarak bu gibi örnekler üzerinden de siyasal sistemler ya da  bunun uzantısı olan seçimler ele alınabilmektedir . Her siyasal sistemin temelinde yöneten ve yönetilen ayırımı bulunduğu için , devletler ya da siyasal sistemler  varlıklarını sürdürebilme doğrulusunda yönetim kadrolarını oluşturabilmek ve bu alanda  uzman  kişileri  ya da toplum temsilcilerini yönetime getirebilmek için  belirli aralıklar ile genel ya da yerel seçimlere gidilmekte ve  seçilenler üzerinden ülke yöneticileri belirlenmektedir . Bir devleti ya da rejimi var eden  yönetimlerin yapılandırılmasında ya da belirlenmesinde seçimlerin önde gelen rolü vardır . Yönetimleri temsil eden kişilerin işbaşına gelmeleri ya da yetki alarak devletin başına geçmeleri sürecinde çeşitli yollar bulunmaktadır . Bunların başında fetih ya da veraset gibi seçim dışı yollar bulunduğu gibi  halef seçme,  bir makam tarafından atanma ,kura  gibi demokratik olmayan yollar da izlenebilmektedir . Parlamenter demokrasilerde ya da demokratik rejimler de ise  özel ya da genel seçimler esas alınmaktadır . Bu gibi rejimlerde demokratik sayılabilecek seçimler olmadan ülke yönetimleri belirlenemez . Bazan istisnai durumlar ortaya çıktığında , karma rejim modellerinin de gündeme geldiği görülmektedir . Demokrasiyi otokrasi ile dengelemeye çalışan  ülkelerde  karma yöntemlere baş vurulduğu  , Britanya İmparatorluğunda olduğu gibi vesayete dayanan krallık rejimi ile demokratik parlamenter demokrasinin birlikte yürütülebildiği görülmektedir .
            Yöneticilerin seçimi konusu , siyasal rejimler açısından  belirleyici bir faktördür . Bir  siyasal rejimin yöneticilerinin belirlenmesinde  hangi tür bir seçim sistemi uygulanıyorsa   , ona göre bir yapılanma  gündeme gelmektedir . Serbest ve genel seçimler  özgürce uygulanıyorsa ve herhangi bir sınırlama bulunmuyorsa o zaman  demokratik rejimlerin en genişini  gerçekleştirmek mümkün olabilmektedir . Yöneticilerin ya da siyasal iktidarların belirlenmesini sağlayan seçim sistemlerinde  herhangi bir sınırlama ya da ülke koşullarının getirmiş olduğu bir  farklı  kritere dayalı sınırlama söz konusu ise ,o zaman  demokratik  olmayan ya da sınırlı bir demokrasi içerisinde uygulama şansı bulan bir siyasal rejim gerçeği ile karşı karşıya kalınmaktadır . Batı uygarlığının dünyayı kapsayan bir alana yayılması ile gündeme gelen temsili demokrasilerde ,  siyasal partilerin ortaya çıkmasıyla birlikte serbest seçimler ve genel oy ilkeleri kabül edilerek bugünkü parlamenter sistemlerin oluşumunu sağlayan bir gelişme süreci tamamlanmıştır . Sadece vatandaşlara  , okumuşlara  ya da zenginler gibi ayrıcalıklı  zümrelere  tanınmış olan seçme ve seçilme hakkının zamanla  herkese tanınmasıyla gerçekleşen genel oy ilkesi ,aynı zamanda serbest genel seçimler uygulamasının da önünü açarak , çağdaş demokratik rejimlerin doğuşunu hızlandırmıştır . Avrupa ülkelerinde yaşanan  bu gibi  gelişmelerin sömürgeler üzerinden bütün dünya kıtalarına yayılmasıyla birlikte batı tipi parlamenter  sistemler dünyada  geniş uygulama alanı  kazanmış ve siyasal partilerin doğuşu ile birlikte  genel oy ve serbest seçimler  düzeni   giderek  öne çıkmıştır .
            Parlamenter sistemlerde demokrasi ile birlikte otokratik yapılanmaların da ortaya çıkmasıyla birlikte  seçim sistemlerinde karma yöntemlere başvurulmaya başlanmıştır . Demokratik bir meclisle beraber vesayet yolu ile gelen kralların otokratik yönetimlere başvurmasıyla  karışıklıklar yaşayan çeşitli ülkelerde  zamanla karma yöntemlere başvurularak sistemlerin yürümesi  sağlanmıştır . İslam ülkelerinde görülen  padişahlık ya da  hükümdarlık türü ülkelerde  , demokrasi ile otokrasinin yan yana götürülmesi parlamenter rejimlerin  önünün açılabilmesi  için gerekli olmuştur . Yönetilen halk kitleleri  serbest  ve genel seçimler yolu ile   yöneticilerini seçebilmelerine rağmen  krallık düzenlerini birlikte yaşatabilmişlerdir . Ne var ki , demokrasilerin önemli gelişmeler göstererek kurumlaşması nedeniyle krallıklar ya da benzeri  vesayetçi otoriter rejimler sembolik bir duruma düşmüş ve  ülke içindeki  demokratik gelişmelerin  önünü kesebilecek bir gücü kaybetmişlerdir . Zamanla  yöneticilerin tamamının halk kitlelerinin serbestçe katıldığı genel seçimler aracılığı ile belirlenmesi aşamasına gelinmesiyle de, otoriter rejimlerin  önü kesilerek insanlığın daha geniş demokratik ortamlarda yaşamını sürdürebilmesi sağlanabilmiştir . Serbest ve demokratik  seçim sisteminin daha yaygın uygulama alanına geçirilebildiği soğuk savaş sonrası dönemde , parlamenter  sistemlerin  daha da güçlenerek  otokratik eğilimlere karşı  özgürlükçü bir denge içerisinde  yoluna devam etme arayışında oldukları  görülmüştür . Bu tür  uygulamalar , seçim sistemlerinin siyasal rejimler için belirleyici olmasını gündeme getirmiş  ve  böylece otokratik eğilimlerin önü kesilerek  geleceğe dönük  arayış içine giren baskı rejimlerine  izin verilmemiştir .
            Siyasal  rejimlerin yapılanması açısından   belirleyici bir etki düzenine sahip olan seçim sistemleri  ülkeden ülkeye ya da dönemden döneme değişiklik gösteren   bir yapılanmaya sahip bulunmaktadırlar . Genel olarak çoğunluk sistemi ,nisbi temsil sistemleri ve de  karma sistemler olarak uygulama alanına getirilen seçim sistemlerinin birbirlerinden ayrılan birçok özellikleri bulunmaktadır . Çoğunluk sisteminde  en fazla oy alan partilerin adayları seçilirken , nisbi temsil sistemlerinde partilerin aldıkları oy oranına göre  değişen oranlarda bir nisbi temsilin gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir . Çoğunluk sistemleri  tek turlu olabildiği gibi iki turlu biçimlerde de yapılabilmekte ve seçmen iradesinin  daha net olarak biçimlenmesin de etkili olmaktadır . Nisbi temsil sistemlerinde  küçük partilerin parlamentoda temsil  şansı olabilmekte ve bu açıdan daha fazla demokratik bir yapının mecliste oluşmasına katkı sağlamaktadır . Nisbi temsil sistemlerinde artık oylar değerlendirildiği için , vatandaşın siyasal iradesi tam olarak parlamentoya yansıtılabilmektedir . Artık oylar ulusal planda değerlendirilmek üzere merkezde birleştirilmekte  ve artık oyların tamamı milletvekili sayısına bölünmesiyle ,milli seçim sayısı elde edilerek partilerin kazandığı milletvekili sayısı buna göre kesinleştirilmektedir . Nisbi temsil sistemleri  daha çok ülkelerin özel koşullarına bağlı olarak farklı biçimlerde uygulanabilmekte ve böylece  temsilde adalet ilkesi gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır . Ulusal artık sistemleri  nisbi temsil alanında uygulanabilirken  ,tercihli oy uygulamaları ile de vatandaşın eğilimleri daha tam olarak belirlenmeye çalışılmaktadır . Çoğunluk sistemi ile nisbi temsil sisteminin sakıncalarını ortadan kaldırabilmek üzere ,her iki sistemin birlikte uygulandığı ya da kaynaştırılarak daha net bir sonuç alınmaya çalışıldığı karma sistemler de   uygulanabilmektedir .
             Genel seçimlerde baraj uygulamalarına kalkışmak , siyasal rejimlerin kendilerini güvence altına alma girişimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır . Daha çok bütünleşmemiş ve farklı insan unsurlarının bir arada yaşadığı ülkelerde gündeme gelen seçim barajı uygulamaları , devletin modeline ve  siyasal yapılanmasına karşı çıkan radikal ve marjinal toplum kesimlerinin , parlamentoya girmesini önleyebilmek açısından baraj uygulamalarına gittikleri görülmektedir .  Seçim barajları aracılığı ile küçük partilerin meclise girerek  oyları bölmeleri önlenmekte ve böylece büyük partilere bir anlamda avantaj tanınarak ülkede  siyasal istikrarın gerçekleşmesi için elverişli bir ortam yaratılmaktadır . Barajlar ülke düzeyinde olduğu gibi  belirli bölgelerde ya da seçim çevrelerinde de gündeme getirilebilmektedir . Belirli bir seçim çevresinden  seçilecek milletvekilinin  daha önce tespit edilmiş olan  oy oranını seçimler sırasında alması gerekmektedir . Seçim çevresindeki toplam oylar milletvekili sayısına bölünerek  seçim çevresi barajı kesinleştirilerek , yeni seçilen temsilciler buna göre belirlenmektedir . Seçimler sırasında  parti merkez yönetimlerine belirli oranlarda kontenjan adayı gösterme hakkı tanınabilmektedir . Partilerin ihtiyacı olan uzman kadroların parlamentoya girebilmesi açısından gerekli olan bu tür kontenjan adayları kesinleşen listelerde yer alarak  genel seçimlerin sonucuna göre parlamentoya girebilmektedirler . Böylece demokrasilerin gereksinmesi olan uzmanlık birikimleri  ve bilgi potansiyeli  normal halk temsilcileri ile birlikte parlamentoların yapılanmasında devreye girebilmektedir .
            Seçim sistemleri  siyasal partilerin yapılanmasını etkileyerek siyasal rejimlerin  yapılanmasında önemli  roller oynamaktadırlar . Nisbi temsil sistemlerinin  genel olarak çok partili siyasal sistemlerin önünü açtığı göze çarpmaktadır .Bu gibi sistemlerde her parti aldığı oy oranında meclise girebilmekte  ,baraj olmaması durumunda doğrudan demokrasinin gerçekleşmesine yardımcı olmaktadır . Tek turlu çoğunluk sistemi parti sayısını azaltıcı bir rol oynamasına rağmen  daha çok iki partili sistemleri öne çıkarmaktadır . İki turlu seçim sistemleri ise en fazla çok partili sistemi gündeme getiren bir uygulamadır . Burada her partiye şans verilmekte ama yakın çizgideki partiler ikinci turda birbirlerini destekleyerek sonuç almak durumunda kalmaktadırlar . Seçim sistemleri partiler üzerinden siyasal rejimleri belirlerken  ülke ve bölge koşullarının da dikkate alınmaları gerekmektedir . Her ülkenin içinde bulunduğu durumlara ya da  sahip bulunduğu jeopolitik koşullara göre değişkenlik gösteren siyasal yapılanmalara sahne oldukları görülebilmekte ve bu nedenle de  seçim sistemleri ile siyasal sistemler arasında kesin bir tasnife dayanan değerlendirmeler yapılamamaktadır . Siyasal rejimlerin kimlik kazanmalarında  seçim  sistemleri kadar  siyasal partilerin de rolleri bulunduğu bilinmektedir . Ülkelerin özelliklerine göre ortaya çıkan siyasal partiler sisteminin de tıpkı seçim sistemlerinde olduğu gibi  rejimlerin kimlik kazanmasında ön planda gelen bir etkiye sahip oldukları  gözlemlenmektedir . Tek partili  , iki partili  ,çok partili  sistemlerin gelişmesinde  seçim sistemlerinin etkisi olduğu kadar  , siyasal rejimlerin gelişmesinde de   partiler sisteminin  rolü olmuştur . Az çok partili sistemler ile aşırı çok partili sistemler  , rejimlerin gelişmesinde farklı etkiler yaratmıştır .Oyları bölen aşırı çok partili sistemlerde siyasal istikrar ortadan kalkmıştır . Sürekli iktidar olma şansını elde eden  hakim tek partili ya da hegemonyacı çok partili sistemlerde ise üstün olan partinin devleti ele geçirerek parti devleti haline getirmesi gibi  anayasa hukukuna ve hukuk devletine aykırı düşen gelişmeler  ortaya çıkabilmektedir .
            Her ülkenin siyasal  rejimleri  ile seçim sistemleri arasında karşılıklı bir etkileşim düzeni vardır . Seçim sistemlerinin siyasal demokrasilerin varlığı ve gelişme  yönlerini doğrudan etkilemesi  konusu  siyaset bilimi alanında fazlasıyla tartışma konusu olmuştur . Bazı siyaset bilimciler seçim sistemlerini siyasal rejimlerin gerçek sihirli iksiri kabül ederek konunun önemini anlatmaya çalışmışlardır . Seçim sistemleri siyasal sistemlerin temel ögelerinden birisi olduğu kadar  aynı zamanda  siyasal gücün üstünlük tanınmaması gereken  değişkenlerinden birisidir .Kitle haberleşme araçlarının etkisiyle değişiklik geçirmiş olan modern siyasal toplumlarda seçimler ,sadece yönetimlerin belirlenmesi yolu değil ama aynı zamanda siyasal kararların alınmasına katılma olanaklarından birisidir . Vatandaşlar genel seçimler aracılığı ile  kendisine önerilen siyasetleri kabül ya da red edebilmektedir . Seçimler  yönetilenlerin temsil edilmelerini gerçekleştirdiği gibi aynı zamanda da toplumsal tabanın harekete geçerek sisteme katılmalarını sağlayarak  demokrasilerin işlerliğine katkı sağlamaktadır . Seçim uygulamaları vatandaşların parti çatısı altında toplanarak ortak hareket etmelerine yardımcı olmuş ,  hükümet ve devlet kadrolarının belirlenmesinde  toplumsal tabanın  tercihlerine açıklık getirmiştir . Artan nüfus kitleleri nedeniyle doğrudan  demokrasinin giderek olanaksızlaşması yüzünden temsili olarak demokrasiyegeçilmiş ve halkın temsilcilerinin devleti yöneteceği bir çağdaş siyasal rejimin oluşması hedeflenmiştir . Siyasal partiler adayları topluca seçim ortamına sunarak , vatandaş ile devlet arasında bir aracı kurum olarak misyon yüklenmişlerdir .
            Seçim sistemleri ile ile siyasal partiler sistemlerinin bir araya gelmesiyle birlikte siyasal rejimler kimlik kazanarak ortaya çıkabilmektedirler . Genel seçimler  ,seçime giren partiler üzerinden  siyasal  rejimlerin  oluşmasına ortam hazırlarken ,  aynı zamanda yönetimlerin yenilenerek  dinamik bir yapılanmaya yönelmelerinin önünü açmaktadır .Siyasal rejimlerin işlemesi ve kendini yenileyerek geleceğe dönük bir biçimde kurumlaşmasında, seçim  sistemlerinin önde gelen bir katkısı bulunmaktadır . Birden fazla partinin bulunduğu siyasal rejimlerde seçim sistemlerinin hem istikrarı hem de adaleti temsil etmek gibi bir misyonları bulunmaktadır . Bir ülkede uygulanan genel seçimler sırasında hem en üst düzeyde halk katılımının oylarının devreye girmesi  ,hem de seçim sonuçlarına göre ülkede güçlü bir hükümet oluşturularak istikrarın sağlanması  gerekmektedir . Adalet ve istikrar  hedeflerinden birisi ihmal edilirse o zaman   siyasal rejimleri ortadan kaldırabilecek düzeyde siyasal gelişmeler ortaya çıkabilir ve bunların sonucunda da ülkeler kaos ortamına sürüklenebilir . İstikrar unsuruna öncelik verildiği aşamada ortaya çıkan hakim parti rejiminin zamanla ortaya parti devleti çıkarması   da demokrasilerin ortadan kalkmasına neden olmaktadır . Bu gibi durumlarda  adalet ilkesinin ihmal edilmesiyle  , yargı ve yasama denetiminden kaçan  hakim parti yönetimleri  sonunda hukuk devletini ortadan kaldırabilecek   olumsuz durumlara sürüklenmektedirler . Ne var ki , bu duruma karşıt bir çizgide oluşturulacak  adil seçim sistemleri ise fazlasıyla  bölünmüş  bir siyasal tablo ortaya çıkardığı zaman da , bu sefer istikrarsızlık batağına doğru siyasal rejimlerin sürüklenmesi kaçınılmaz olmaktadır . Seçimler ,yöneten gruplar  ve yönetilen kitleler  arasında bir diyalogun kurulmasına  yardımcı olarak , siyasal rejimlerin gelişmesinde önemli olumlu katkılar getirmektedir . Seçimler topluma sunulan siyasetler üzerinde verilecek kararların belirlenmesini sağlayarak , ülkedeki siyasal rejimin  halk tabanından kopmadan devamlılığını  gerçekleştiren  bir mekanizmadır . Seçimlerde halk kitleleri verdikleri oylar aracılığı ile yöneten güçlere karşı tavrını belirlemekte, aldığı kararları kamuoyuna ileterek demokratik sistemin çalışmasına katkıda bulunmaktadır. Seçimler aynı zamanda işbaşındaki ekiplerin onaylanmasına, hükümetteki partinin yeni dönemde siyasal iktidarda kalıp kalmamasına da karar verilmesini gerçekleştirmektedir. Yöneticilerin yönetilenlere seslerini duyurmaları açısından bir fırsat olan seçimlerin, hukuka uygun bir biçimde uygulanmasıyla hem siyasal bunalımların önlenebilmesi hem de yöneticilerin diktatörlüklere kaymaları önlenebilecektir. İnsan bedenindeki nabız yoklamaları gibi, seçimlerin de  belirli aralıklar ile yönetilen halk kitlelerinin  tavır ve düşüncelerini yoklaması , siyasal rejimlerin  istikrarlı bir biçimde işlemesini  sağlayacaktır . 

22 Ekim 2015 Perşembe

DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE MİLLETVEKİLİ; - Nurullah AYDIN

DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE MİLLETVEKİLİ
Nurullah AYDIN // 5 Ekim 2015-ANKARA
Birçok ülkede şaibeli kişiler, milletvekili olarak mecliste görev alıp, kanun çıkaramıyor.
ABD: Belirli ihanet (vatana) davranışları ve suçlamaları olmadıkça bir kişinin kongre adayı veya üyesi olmasının önünde yasal bir engel bulunmuyor. Kongre üyesi olabilmek için, yaş, yurttaşlık ve seçildiği zaman eyalette ikamet etme şartı aranıyor. Bu anayasal nitelikleri karşılayan bir kişi seçildiği takdirde, bir iddianame ile takibat altında ya da bir suçtan mahkûm olmuş olsa bile anayasal olarak Kongre'de hizmet edebilme hakkına sahip. Ancak pratikte bunun uygulamasına pek rastlanmıyor. En küçük şaibeye karışan isimlere bile kongrede yer alma şansı verilmiyor.
ALMANYA: Düşünceyi açıklama, öğretim ve toplanma özgürlükleri gibi belirli temel hakların kötüye kullanılması sonucu Anayasa Mahkemesi'nce ilgili kişi, bu temel haklardan mahrum bırakılabiliyor. Vatana ihanet suçu ile birlikte demokratik hukuk devletini tehlikeye düşürme, dış güvenliği tehlikeye düşürme, diğer devlet yetkilileri ve temsilcilerine saldırı, seçimlerin engellenmesi, seçimlerde hile ve yanıltmalar yapmak gibi seçimlere dair belli suçlar, savunma araçlarıyla sabotaj ve güvenliği sarsan istihbarat girişimleri gibi ülke savunmasını tehlikeye sokan suçlarla suçlanan kişiler milletvekili olamıyor.
AVUSTURYA: Ülke mahkemelerince bir ya da daha fazla kasıtlı suç oluşturan davranışlarından ötürü bir yıldan daha fazla özgürlüğü bağlayıcı cezaya mahkûm olan kişi için seçilme yolu kapalı. Bu seçilme yetersizliği altı ay sonra sona eriyor. Süre, cezanın infazından ve özgürlüğün kısıtlanmasına bağlı olarak önleyici tedbirlerin yerine getirilmesinden ya da ortadan kalkmasından hemen sonra başlıyor.
BELÇİKA: Medeni ve siyasi haklardan mahrum eden mahkeme kararları seçilme yeterliğinin kaybedilmesine yol açıyor. Bazı durumlarda seçilme hakkının kaybedilmesi otomatik olarak gerçekleşirken, bazı durumlarda, örneğin ırkçılığa teşvik gibi bir suçtan mahkûm olanlarda, yargıcın ayrıca seçilme hakkının kaybedildiği yönündeki kararı bildirmesi gerekiyor.
HOLLANDA: Milletvekili seçilebilmek için diğer koşullara ek olarak oy kullanma yeterliğine de sahip olmak gerekiyor. Seçim Kanunu (Grondwet) göre, mahkeme kararıyla akli dengesizlik nedeniyle yasal yetersizlikleri olduğu tespit edilenler, cezaevinde tutulanlar, mahkeme kararıyla oy kullanma hakkından mahrum bırakılanlar, çocuklar üzerindeki ebeveynlik yahut velayet haklarından mahrum bırakılanlar aday olamıyor. Parlamento üyeleri sıradan vatandaşlar gibi soruşturma ve yargılamaya tabi.
İNGİLTERE: Bir yıldan daha uzun süreye mahkûm olanlar, cezasını çektikleri sırada aday olmaktan ya da milletvekili olmaktan men edilebiliyor. Avam Kamarası üyeliği için vatana ihanet ve seçimlerde yolsuzluk, iflas kısıtlamaları kurallarına tabii olanlar için de ayrı hükümler bulunuyor. Bir ya da daha fazla herhangi suçtan suçlu bulunmuş ve hapis cezasına çarptırılmış veya tutuklama kararı çıkarılmış veya süresiz olarak ya da bir yıldan fazla bir süreliğine tutuklanmış olan bir kişi hüküm ya da talimat uyarınca Birleşik Krallık'ta ya da İrlanda Cumhuriyeti'nde tutuklu olduğu müddetçe ya da tutuklanacağı halde yasa dışı bir şekilde kaçak olduğunda Avam Kamarası üyeliği için men ediliyor. 3 yıl süreyle adaylık yasağı da getirilebiliyor. Haklarında bir mahkûmiyet kararı ya da mahkeme kararı olmaksızın adaletten kaçan üyeler de ihraç ediliyor.
İSPANYA: Özgürlüğü bağlayıcı cezaya mahkûm olanlar ceza süresince, isyan, terörizm veya devlet kurumlarına karşı işlenmiş suçlar ise üyeliğin kaybına yol açıyor.
İSVİÇRE: Bir kişinin daha önce mahkeme tarafından suçluluğunun tespit edilmiş olması, milletvekili seçilmesine bir engel oluşturmuyor. Seçimlerde oy kullanma hakkına sahip her İsviçre vatandaşı, seçilme hakkına da sahip.
İTALYA: Kamu güvenliği ve ahlakını tehlikeye attığı gerekçesi ile haklarında önleyici tedbirler öngören nihai karar verilenler; Haklarında alıkoyma önlemleri veya şartlı tahliye öngören nihai hüküm verilenler, bu hükmün yasal sonuçları devam ettiği müddetçe; Kamu görevi edinmesini süresiz şekilde engelleyici bir suçtan hüküm giyenler oy kullanmadıkları gibi seçilebilme yeterliliğine sahip değil.
RUSYA: Bir mahkeme kararıyla yetersizliği tespit edilenler ya da bir mahkeme kararıyla tutukluluk altında bulunanlar oy kullanamadığı gibi milletvekili de seçilemiyor.
*** 
Ya Türkiye!!!!
Günün Sözü: Makam, unvan, zenginlik insanlar arasında eşitsizlik doğurmamalıdır.

21 Ekim 2015 Çarşamba

AK İSTİHBARATÇILAR - Rıfat SERDAROĞLU (Kalkanöz VATAN)

AK İSTİHBARATÇILAR
Rıfat SERDAROĞLU (Kalkanöz VATAN)
Bizim Ak İstihbaratçılarımızın gözleri görmez, kulakları duymaz, ağızları konuşamaz! Çoğu büyük bir olasılıkla okuma yazma da bilmezler!
Bilseler, en azından gazete okuyacaklar ve mesleğe yeni girmiş muhabir gençlerin, terör örgütleri mensupları ile yaptıkları röportajları görecekler ve elleriyle koymuş gibi bombacıları yakalayacaklar!
Tabii ki, AKP İktidarı ve Cumhur’un Başı’ nın kara kutusu izin verirse…
Israrla ve sürekli olarak yazıyorum, söylüyorum;
Başımıza gelen tüm dertlerin sorumlusu Erdoğan ve AKP İktidarlarıdır.
300 yıllık bir kanlı tuzağı, Vatikan’dan İngiltere’ye, Rusya’dan Amerika’ya, çeşitli ülkelerin istihbarat örgütlerinin ellerini soktukları, petrolden-doğal gazdan- uyuşturucuya kadar çok büyük paraların döndüğü bu oyuna, sığ bilgili ve milli hisleri olmayan, Türk Devletinin hafızasına güvenmeyen bir acemi ile müdahil olmaya kalkarsanız, başınıza bunların ve daha beterlerinin gelmesi kaçınılmaz olur.
Hele böylesine çok yönlü bir olayı, “Hallederiz abi, nasılsa beni severler sayarlar, biz kardeşiz” gibi basit, mahalle ağzı bir üslup, plansız programsız bir politika ve kırarak-dökerek-küstürerek-düşman ederek çözmeye kalkmak, tüm sıkıntıları sizin üstünüze yönlendirir. Sonunda ülkeniz bomba deposuna, terör tarlasına döner, dünyada yalnız kalırsınız…
Dinci terörün kaynaklarından sadece birini anlatıp, çözüm önerilerimizi sunalım;
Son günlerde herkesin merak ettiği, sorguladığı olay şudur;
“Nasıl olur da ülkemizden binlerce genç IŞİD gibi kafa kesen bir örgüte katılır?
Bunlar deli mi?”
Bu çocuklar elbette ki deli değiller. Aksine küçük yaştan bu yana, rasyonel akıl göz ardı edilerek sürekli eğitilen, beyinleri yıkanan ve birer militan olarak yetiştirilen zavallılardır.
Özellikle son 13 senedir, AKP İktidarının desteği ve korumasıyla bu şekilde eğitilen on binlerce gencimiz var. 2002 yılında 5-6 yaşında olan çocuklar, bu iktidarın göz yummasıyla, “Kaçak Kur’an Kurslarında” 20’li yaşlarda kendisiyle birlikte yüzlerce insanı öldürecek birer canlı bomba haline getirildiler!
Şimdi bu iddiayı “AKP karşıtlığına” bağlayanlar çıkacaktır. Açıklamaya çalışalım;
28 Şubat 1977 MGK’ nun 408 Sayılı kararına EK-A eklenen kararların 3-b maddesine göre, Türkiye’deki tüm Kur’an kursları Milli Eğitim Bakanlığının denetime bırakılmış ve kaçak olan kurslar kapatılmıştı.
Başta dinci-şeriatçı takım olmak üzere bazı aklı evvel demokrat geçinenler, ortalığı yıktılar!
Nasıl olurmuş böyle bir iş? Bu yapılan, kişi hak ve özgürlüklerine-inanç özgürlüğüne aykırıdır diye yıllarca televizyonlarda konuştular, gazetelerde yazdılar. Sanki Türkiye Cumhuriyeti, Lâik ve Üniter Devlet değilmiş gibi, şeriat taraftarlarını savundular!
Şu an tüm Türkiye’de 10 BİN adetten daha fazla Kur’an Kursu var, maalesef çoğu kaçak!
AKP Hükümetlerinin göz yummasıyla bu kaçak kurslar tamamen denetim dışıdırlar. Kimlerin eğitim verdiği, bunların yeterlilik derecesi, küçücük çocuklara ne öğretildiği, nasıl yetiştirildikleri, masraflarının nasıl karşılandığını Devlet de bilmez, kimse de bilmez! Devletin Kaymakamı-Emniyeti-Jandarması AKP’den korkusuna bunlara dokunamaz.
Bu izbe ve sağlıksız yerlerde, onlarca taciz ve tecavüz olayının meydana geldiğini, devletin kaynaklarından bilen biriyim. Kaçak kurslarda, genç beyinlere Cumhuriyet-Atatürk-Bilim düşmanlığı sürekli olarak işlenmekte ve birer militan olarak yetiştirilmektedir…
Sizlere iki feci olayı hatırlatıp yazıya son verelim:
-2008 yılında Konya-Balcılar Beldesi Kız Kur’an Kursu binası çökmüş ve 18 çocuğumuz ölmüş, 29 çocuğumuz yaralanmıştı. Ölen ve yaralanan çocukların anne ve babalarından bir kişi dahi şikâyetçi olamadı!
Aksine, “Allah bizlere sabır ve güzellik verdi. Çocuklarımızın hepsi güle oynaya cennete bizi bekliyorlar. Çocuklarımızın yüzü suyu hürmetine Allah bizi affedip, cennetine alacaktır” dediler!
-Canlı bomba olacak genç, erkeklik organının önüne çelik bir levha koymuş.
Ne yapıyorsun diye soranlara şunları söylemiş; “Ben nasılsa parçalanacağım. Ama orası sağlam kalsın, cennette beni 72 tane huri bekliyor! Hocam öyle diyor…”
Değerli Okurlar; Bataklığı kurutmazsanız, bu terörü önleyemezsiniz. Bu zavallı gençlerimize gerçek İslam’ı, bilimi, çağdaşlığı, insan ve vatan sevgisini öğretirseniz, böyle eğitirseniz, sonuç alırsınız!
AKP kafası böyle bir şey yapar mı? Kafalarına kaçak saray düşerse belki…
Not; 
Ben her yazımın sonuna, sağlık ve başarı dileyen bir not koyarım. Bu dilek siz değerli okurlar içindir. Bazıları bu dileği, yazılarda tenkit edilenler için sanıp kızıyorlar. Tüm iyi ve güzel dileklerim, sizler ve gençlerimiz içindir…

20 Ekim 2015 Salı

AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR SERENDİP ALTINDAL; Ordu Millet & Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR
SERENDİP ALTINDAL; Ordu Millet & Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Türkiye’nin, Suriye’deki iç savaş nedeniyle karşı karşıya kaldığı “mülteci (sığınmacı) krizi”, ülke dış politikasına yön veren ve hatta iç politika dinamiklerini de ciddi anlamda etkileyen bir sorun haline gelmiştir. Zira özellikle büyük şehirlerde ve Suriye’ye sınırı olan vilayetlerde büyük çaplı bir mülteci (sığınmacı) birikimi vardır ve bu birikim önemli toplumsal, sosyo-kültürel ve ekonomik sorunları beraberinde getirmektedir. Türkiye’nin yaşadığı mülteci krizine oranla çok daha düşük düzeyde bir krizle karşı karşıya olmasına karşın, Suriye, Irak ve Afganistan gibi ülkelerden kaynaklanan yasadışı göç dalgaları nedeniyle, kısa vadede olmasa da orta vadede çözülmesi güç toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlar yaşayabileceğini öngören AB, bu durumu engelleyebilmek için adım/adımlar atma kararlılığındadır. İşte, bu noktada, Türkiye, AB’nin radarına girmektedir. Alman Şansölyesi Angela Merkel’in Türkiye’ye düzenlediği “çalışma ziyaretini” de bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.
*
Türkiye, resmi istatistiklere göre 2,5 milyon kadar göçmeni (mülteciyi) topraklarında barındırmaktadır. Bu insanların 2,2 milyonu Suriye’den, 300 bin kadarı da Irak’tan gelerek Türkiye’ye sığınmıştır. Bu rakamların resmi istatistikleri yansıttığı ve önemli miktarda göçmenin de “yasadışı yollardan” Türkiye’ye geldiği bilinmektedir. Çok büyük bir bölümü Suriye sınırına paralel uzanan şehirlerde kurulan kamplarda ya da “devlet tarafından” kendilerine verilen dairelerde yaşayan bu insanların ihtiyaçları da Türkiye tarafından karşılanmaya çalışılmaktadır. Mülteci (sığınmacı) sayısı itibarıyla dünya sıralamasında ilk sıraya yerleşen Türkiye, bu insanların ihtiyaçları için tam 8 milyar dolar harcamış durumdadır. Buna karşılık, Türkiye’nin çağrılarına ve verilen sözlere karşın, diğer devletlerden (özellikle Batılı devletler) ve uluslararası örgütlerden gelen yardım miktarı toplam 418 milyon dolarda kalmıştır. Bu yönüyle, mülteci krizi bağlamında, Türkiye’nin özellikle Suriye meselesine entegre olmuş taraflar ve Batılı müttefiklerince yalnız bırakıldığı ortadadır.
*
Türkiye, karşı karşıya kaldığı ekonomik imkansızlıklardan ve AB’nin yaşanan “mülteci krizi” bağlamında elini taşın altına koyma hususunda gösterdiği isteksizlikten hareketle, kendi topraklarını kullanarak AB ülkelerine ulaşmak isteyen göçmenlerin önüne geçmeme gibi bir stratejiye yönelmiştir. Bu durum, göç yolu üzerinde bulunan Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Hırvatistan ve Avusturya ve İtalya gibi ülkeler başta olmak üzere, AB içerisinde ciddi rahatsızlıklara ve hatta üye ülkeler arasında sınır kontrolüne ilişkin sorunlar yaşanmasına neden olmuştur/olmaktadır. Brüksel, göçmenlerin yarattığı sorunlara çözüm bulunması gerektiğinin farkına varmışır. Bu bağlamda ise, üzerinde durulan husus, göçmenlerin (mültecilerin) AB topraklarına varmadan durdurulması, birlik topraklarına ulaşanların bir kısmının (özellikle eğitimli olanların) başta Almanya ve Fransa olmak üzere üye ülkeler arasında dağıtılması, geri kalan bölümünün ise Türkiye’ye gönderilmesi olmaktadır.
*
Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmelere ve ülkeye egemen olan otoriter söylemlere ilişkin AB kanadından ciddi eleştiriler gelirken, üyelik müzakereleri durma noktasına gelmişken ve üstelik seçimler öncesinde propaganda faaliyetlerine konu olma ihtimali çok yüksek olmasına karşın, Alman Şansölyesi Merkel’in, Türkiye’ye “çalışma ziyareti” gerçekleştirmesinin arkasında da AB’nin karşı karşıya olduğu mülteci krizine çözüm bulma arayışı yatmaktadır. Merkel, Türkiye topraklarını kullanarak AB topraklarına giren/girebilecek olan göçmenlerin yeniden Türkiye’ye gönderilmelerini ve Türkiye’de kalabilmelerini sağlamaya yönelik bir strateji çerçevesinde Türkiye’ye gelmektedir. Bu noktada kullanmayı planladığı husus ise Aralık 2013’te imzalanmış olan “Geri Kabul Antlaşması” olacaktır.
*
Türkiye ile AB arasında Aralık 2013’te imzalanan “Geri Kabul Antlaşması”, Türkiye’nin, AB içerisinde kendi vatandaşlarına yönelik “vize muafiyeti” sağlanabilmesini umarak imzaladığı bir antlaşmaydı. Halbuki bu antlaşmayı imzalamak, AB üyelerinin Türk vatandaşlarının 1963 tarihli Ankara Antlaşması’ndan kaynaklanan “serbest dolaşım” hakkını işletmeme yönündeki hukuksuz uygulamalarını, yani “oldu-bitti”nin kabul edildiğini ortaya koymaktadır. Nitekim AB tarafından Türkiye’ye yönelik olarak uygulanan vize kısıtlaması hem 1963 tarihli Ankara Antlaşması hem de AB’yi kuran antlaşmalarla çelişmektedir. Aralık 2013 tarihli Geri Kabul Antlaşması, gerçekleştirilen antlaşmalardan geri adım atılmaması (standstill) ilkesine olan aykırılığın Türkiye tarafından kabullenilmesini beraberinde getirmiştir. AB’nin vize konusunda Türkiye’ye yönelik olarak uyguladığı sınırlama, birliğin AB ile müzakere yürüten ya da aday ülke olarak belirlenen (özellikle Batı Balkan ülkeleri) ülkelere dahi derhal “vize muafiyeti” uyguladığı göz önünde bulundurulduğunda bir çifte standarda işaret etmektedir. Geri Kabul Antlaşması, AB’nin kendi topraklarına “yasadışı yollardan” gelen göçmenleri (sığınmacıları) AB toprakları dışında kalan ülkelere yollayabilmek için kullandığı bir uygulamadır. Türkiye de “zaten hakkı olan” ancak AB üyelerinin hukuksuz uygulamaları sonucu elde edemediği “vize muafiyetine” ulaşabilmek için bu antlaşmaya imza atmıştır. Aralık 2013’te imzalanan antlaşmanın içeriğine göz gezdirildiğinde Türkiye’nin Geri Kabul Antlaşması’nı tüm yönleriyle uygulamaya başlaması halinde dahi vize muafiyeti hususunda ancak “diyalog sürecinin” başlatılabileceğinin belirtildiğini, yani Türkiye’nin atacağı somut adımlara AB’nin ancak soyut bir düzlemde yanıt verdiğini görüyoruz.
*
Angela Merkel, Türkiye’ye gerçekleştirdiği çalışma ziyareti bağlamında, işte bu antlaşmanın altını çizecek ve Türkiye’den Geri Kabul Antlaşması’nı işletmesini isteyecektir. Böylece yüzbinlerce Suriyeli, Iraklı ya da Afgan mültecinin Türkiye topraklarına kabul edilmesi sağlanacak ve AB ciddi bir toplumsal, ekonomik ve siyasal yükten kurtulmuş olacaktır. Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’nin de bu antlaşmayı uygulamak için Merkel’den ve AB’den bazı talepleri olacaktır. Bu talepler ise, Türkiye’nin yararlandığı fonlar dışında 3 milyar Euro’luk yeni bir kaynağın Ankara’ya sağlanması, vize muafiyetininin yürürlüğe girmesi yönünde ciddi adımlar atılması, yeni müzakere başlıklarının açılması ve Türkiye’nin AB Zirveleri’ne davet edilmesidir. AB’nin bu talepleri karşılama yönünde ise ciddi anlamda isteksiz olduğu görülebilmektedir. Brüksel, Türkiye’ye “yararlanılan fonlara ek 1 milyar Euro”, vize muafiyeti hususunda karşılıklı diyalogun ve çalışmaların arttırılması, AB Zirvelerine davet ve bir müzakere başlığının açılması (Kıbrıs Rum Kesimi’nin vetosu nedeniyle bu konuda rahat adım atılamamaktadır) gibi öneriler ile gelmektedir. Yani AB, Geri Kabul Antlaşması çerçevesinde de “pazarlık” yapmaktadır. AB’nin Türkiye’den talebinin Ankara’ya çok büyük bir ekonomik, toplumsal ve siyasal yük getireceği ve bu taleplerin son derece “somut” olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin de Brüksel’den ve Merkel’den talebi aynı oranda somut ve derhal karşılanabilecek mahiyette olmalıdır. Uygulama zamana yayıldığı ve soyut ifadelere bağlanıp net bir şekilde imza altına alınmadığında, Türkiye genel olarak istediğini alamamaktadır/alamayacaktır.
*
Geri Kabul Antlaşması işletilip AB’ye giden göçmenler (sığınmacılar) geri alındığında resmi rakamla 2,5 milyon olan ama daha fazla olduğu bilinen sığınmacı sayısı 1 milyona yakın bir rakam ekseninde artacaktır. Türkiye topraklarına sığınmış kişilerin çeşitli sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlara yol açtığı ve Türkiye Ekonomisi’nin mevcut görünümünün (özellikle işsizlik gerçeği) bu insanların beraberlerinde getireceği yükü kaldıracak pozisyonda olmadığı dikkate alındığında, büyük çaplı ve süreklilik arz eden bir ekonomik ve teknik yardım, vize muafiyetinin sağlanacağına ilişkin net ve imza altına alınmış bir uygulama/plan ve bahsedilen 5 müzakere başlığının açılması sağlanamadığı takdirde Türkiye, bu yükün altına girmemelidir.
*
Türkiye’nin Suriye içerisinde “göçmenlerin (sığınmacıların)” yerleştirilebileceği bir güvenli bölge teklifi Fransa dışında hiçbir AB üyesi tarafından kabul görmemiştir. ABD de bu teklife karşı çıkmıştır. Bugün “güvenli bölge teklifine” baştan beri karşı çıkan Rusya’nın Suriye içerisindeki askeri hamleleri nedeniyle, böyle bir uygulamanın zaten gerçekleştirilemez hale geldiği dikkate alındığında, AB’nin anlaşma imzalandığı takdirde göndereceği göçmenler Türkiye içerisinde inşa edilecek kamplarda yaşamak zorunda kalacaktır. Bu insanların büyük bir bölümünün Suriye’ye geri dönme ümidini kaybettiği ve şansını başka ülkelerde denemek istediği dikkate alındığında, Türkiye’ye gönderilecek olan bu insanların gelecekte de Türkiye’de kalmak isteyeceği ve bunun Türkiye için büyük bir ekonomik ve sosyal yük olmasının yanı sıra, “yabancı düşmanlığını” dahi tetikleyecek bir gerçeklik yaratabileceği de ortadadır.
*
Angela Merkel, az sayıda göçmenin (mültecinin) Almanya’da kalmasına izin verdiği için “Nobel”e aday gösterilmiştir. Aynı ismin, şimdi, AB’nin üzerindeki yükü Türkiye’nin üzerine yıkmaya çalıştığı ve karşılığında da neredeyse anlamlı hiçbir şey vermek istemediği dikkate alındığında, Türkiye’nin ne denli büyük bir sorumlulukla karşı karşıya bırakılmak istendiği ortadadır. Üstelik Merkel, bu ziyareti tam da seçimler öncesinde gerçekleştirerek, sürekli eleştirdiği Türk Hükümeti’ne destek veriyormuş gibi bir görüntü yaratmaktadır. Yani bu ziyaretin, Türkiye’de iç siyasete ilişkin olarak da kullanılması ihtimali vardır. Son kertede, Geri Kabul Antlaşması’nı bu koşullarla işletmek çok da akılcı bir hamle olmayacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

15 Ekim 2015 Perşembe

AYASOFİA “Kutsal Bilgi”, Yalçın KOÇAK 18. Dönem Sakarya Milletvekili

AYASOFİA “Kutsal Bilgi”
Yalçın KOÇAK
18. Dönem Sakarya Milletvekili
“Kutadgu bilig”, kıymetli ve kutsal bilgi demek.
Yusuf Has Hacip 1019 ile Ayasofya’nın yapılışı 532 arasında Beş yüz sene var. Bize öğretilmeyen tarihlerden bir fasikül daha okumamız gerekecek galiba. Bu Ayasofya olmaya; 4.asırda Atilla’nın atlılarının Türk çadırının direğini diktikleri yer olsun, adı da şanı da Asya’nın ortalarından gelsin.
Bilenlerin araştırması gereken bir tarih hazinesi Ayasofya, küpleri SIR dolu, sarnıçları hala su dolu Kanuni’nin süt ağabeyi Yahya Efendinin bildiği Yuşa’nın emanetini saklayan Ayasofya.
Yüz yıllarca dünyanın merkezi, meridyenlerin sıfır noktası, saatlerin ve haritaların başlangıç noktası olan Ayasofya, Müslümanların Camisi, Ortodoks Âlemi’nin Hac kutsalı Ayasofya.
Kubbesindeki Alem ile dünyanın merkezi, şamdanında ki sarkaçla gizlerin hazinedarı Ayasofya.
Dersiam Molla Hüsrev’in, Müderris Kuşçu Ali’nin mihrap tuttuğu, minber doldurduğu, Ayasofya’nın birde Medresesi vardı. Fatih’in vakfiyesinden anlıyoruz, kefere C. Gurlit’in planlarından ve resimlerinden biliyoruz.
Ne garip medreseyi yıktıran bizim cefere 1935 yılının müzeler müdürü Aziz Ogan molozları da 1985’te kaldırılmış. Adamın görevi yıkmakmış, emri veren molozların kaldırılmasını istememiş, hani bir delinin kuyuya taş atması, 40 akıllının çıkaramaması hikâyemizde olduğu gibi 30 yıldır da sonuç alınamayan kayıp yıllar yaşanmaya devam etmektedir. Bilir misiniz  Ayasofya bu gün tuvaletsizdir. Tuvaletleri ve apteshaneleri bu yıkılan yapılardaydı.
Şimdi sıkı durun; önünde T.C. yazan ve göz bebeğimiz İstanbul Teknik Üniversitesinde ofisi bulunan hem de adının sonunda Türkiye Milli Komitesi gibi bizi kandırmak için sıfat da olan allameler konseyi (İCOMOS) Uluslararası. Anıtlar ve Sitler konseyi Türkiye Milli Komitesi. 1453’ten 1935 yılına kadar 482 sene İstanbul’un ilim ve irfanına hizmet eden Ayasofya Medresesini “Sahte eski Eser” olarak nitelendirmişler.
Belli ki Aziz Ogan’cılık yolunda yolcu olanlar yoldaş olan Batı sıfatlı, Batı suratlı ve Batıcı kafalı bu insanların diplomalarından, kariyerlerinden ve Jürilerinden de ben endişe duymaktayım. Acaba Bilimsel gradasyonları tam mıdır? Acaba Türklük ve Türkiye ile ilişkileri sadece konuştuğumuz lisan mıdır? Ayasofya Medresesine sahte eser diyenler, sahte Profesörler olmaya. Müze yapılması kararında ki sahte imzalarıyla meşhur Ayasofya hikayesinin son perdesinde sahte akademisyenlerin’’sahte eski eser’’ icadıyla karşı karşıyayız.
Ayasofya Medrese’si ihya edilirsiymiş, Ayasofya Dünya Kültür Mirası listesinden çıkarılırmış, ne ibretlik kafa. Fena mı olur, o kültür mirasından çıkarır ben kendi kültür mirasıma alırım. Senden de, ondan da kurtulurum.
Yetti garı sizden ve sıfatlarınız sahiplerinizden çektiğimiz, Bir kez de Batı ne der diye değil, benim için Ülkem ve İnsanım ne der diyerek tavırlı olun, emir kipiyle cümle kuramayan allameler.
Ayasofya bizim mi, onların mı Ya HU?
Oksidantalist kafalara Pes Ya HU,
Oryantalizmin ileri karakollarına, Yuh Ya HU,
Soframızdan beslediğimiz o dört sıfata, yazıklar olsun Ya HU???

14 Ekim 2015 Çarşamba

El Arabası, Rıfat Serdaroğlu: ​Bazı siyasetçiler var, bunlar aynen arabası gibidir

EL ARABASI
Rıfat Serdaroğlu
​Bazı siyasetçiler vardır, bunlar aynen el arabası gibidirler.
Arkasından ittirirseniz yürürler ve belki bir işe yararlar. Arkasından itmezseniz bıraktığınız yerde kırk sene dururlar, yine kıpırdamaz ve hiçbir işe yaramazlar!
Fakat bunları arkasından ittirenin aklı ve yönü karışıksa, yol yöntem bilmiyorsa işte o zaman milletin başına büyük dertler açarlar.
Ahmed-i Sani’ nin fedaisi, Mam Celal ile Kak Mesud’ un kardeşi, Obama’nın Pilli Tavşanı Kiziroğlu böyle biridir. Reis abisi, Saraydan kaktırmazsa hiçbir iş yapamaz. Reis’in kafası zaten doğuştan karışık!
Çocukken babası, komşu kızına asıldığı için boynundan tavana asmış, dayısı son anda yetişip kurtarmış! Gençliğinde kendisiyle, çevresiyle, ahlâk anlayışıyla, dürüstlük ile kavga eder hale gelmiş!
Daha sonra Cumhuriyetin kurucu ilkelerine- Türk’e-Türk Milletine karşı dururken, Gülbettin Hikmetyar-El Kaide- Müslüman Kardeşler- El Nusra-Hizbullah ile gönül ilişkisi içinde olmuştur.
Bu ikili ve badem ekibi, yanlış politikalarla çevremizde kavgalı olmadığımız tek komşu bırakmadılar. Sınırlarımızı elek haline getirdiler.
Ortadoğu’nun tüm serseri-terörist- manyak katilleri, ülkeye elini kolunu sallayarak girdiler. Büyük şehirlerimizde bombalar patlamaya, insanlarımız yüzlerle ifade edilen sayılarla öldürülmeye başlayınca, "Bize destek olun, teröre karşı bir ve beraber duralım"ikiyüzlülüğünü Türk Milletine satmaya kalktılar.
Anadolu’da bir söz vardır; "Sarımsağı nerede yediysen, git ağzını orada kokut!"Kimlere Tırlar dolusu silah, bavullar içinde para gönderdiyseniz gidin onlardan yardım isteyin! Kimlerle Oslo’da-İmralı’da-Kandil’de-Habur’da halvet olduysanız gidin onlardan yardım isteyin. Kimlerle can cana, kucak kucağa olup Türk Ordusunun komuta heyetini zindana attırdıysanız, gidin onlardan yardım isteyin!
Bu ikilinin ve badem ekibinin önünde iki yol var;
-Ya Türk Milletinden özür dileyip, çekip gidecekler,
-Ya da sonları tüm insanlığa ibret olacak, ibret! Tercih onların…
PKK’nın Nebbaşları:
Ankara’da 10 Ekim’de yaşadığımız büyük felâketten sonra, kimlikleri belirlenen canlarımız defnedilmeye başlandı. Cenaze törenlerini içimiz yanarak, onlarla birlikte ağlayarak izliyoruz.
Bir şey daha izliyoruz! Hemen her cenazede, tabutların üstündeki PKK veya DHKP-C paçavralarını görüyoruz! İnsan ister istemez kendine soruyor;
Bu törene katılanların hepsi PKK’ lı mı?
Elbette ki değil! İşin doğrusunu izninizle anlatmaya çalışayım.
54 Bin insanımızın hayatını çalan, Türkiye’nin tüm gençlerine eğitim-sağlık-iş olarak harcanması gereken 400 Milyar Doları, boşa harcatıp heba ettiren dıştan kurmalı PKK denen uyuşturucu kaçakçısı terör örgütü, her toplumsal olaydan bir pay kapmak ister. Her cenazeye gönderilen 15-20 tane PKK’lı milis, tabutun üstüne hemen örgüt paçavrasını örter, karşı çıkanı anında devre dışı bırakır, sloganlarla, işaretlerle o cenaze topluluğunu PKK şovuna dönüştürürler.
Cenaze sahibi aile, kaybettikleri canın acısından dolayı hiçbir şeyin farkında bile olmaz, televizyonda rezilliği gören halk ürpererek bu olayı seyreder.
Bu alçakça kışkırtmayı dün İstanbul-Ümraniye’de bir genç, PKK’nın kafasına geçirdi! Harun Katurlu adındaki genç, Ankara’daki feci olayda babası Ahmet Katurlu’yu kaybetmişti! Cenaze töreninde, babasının tabutunun üzerine
PKK paçavrası sermeye kalktılar. Harun, o paçavrayı yere atarak bağırdı;"İstemiyorum sermesinler, babam onların yüzünden öldü!"
Daha sonra kendisine taziye ziyaretinde bulunmak isteyen Selahattin Demirtaş’ı da kabul etmedi…
Gerçek budur. Türk Bayrağının altında yaşamayı şeref kabul eden İstanbul’daki işadamları, lütfen bu onurlu çocuğa sahip çıkın. Onu da kendi evlatlarınız arasına alın. Size bu yakışır…
Değerli Okurlar;
Twitter kısa mesajında bile 160 karakter var, fakat cenaze evlerini, ölülerimizi bile istismar etmekten utanmayan bu şerefsizlerde bir tek karakter bile yoktur. Nebbaş bunlar nebbaş…

9 Ekim 2015 Cuma

TÜRK MİLLETİNE MENSUB GENÇLERE; A. Kemal GÜL

TÜRK MİLLETİNE MENSUB GENÇLERE
A. Kemal GÜL
Kendini Türk bilen, Türk duyan, Türk olmakla övünen ve tarihimize, yurdumuza, ulusumuzun yarınlarına inanan her yurttaşı Türk kabul eden, gerçekçi, insancı bir milliyetçilik anlayışı, amacı da ulus sınırlarımız içinde yaşayan Türk halkının kendi öz değerlerini temel kültürünü, çağdaş uygarlık ilkelerine göre işleyip geliştirmek, onu iç-dış bütün bağlayıcı, engelleyici öğelerden kurtararak ilerletmek refaha kavuşturmaktır.
            Meşhur şarkıcı FEDON “BEN RUM KÖKENLİ TÜRKÜM dedi de nesi eksildi. Hem etnik kökeninin hem de ulusunun adını söyledi. Bu ülkenin vatandaşı olmanın başka ulusu yok ki. Bu topraklarda Türk ulusu dışında bir başka ulusun varlığından bahsetmek, sınırlarımız içinde bir başka devletin varlığını kabul etmek demektir.
            Emperyalist devletlerin dahi övgüyle  andığı  ve kabul ettiği eşsiz komutan ve büyük lider ATATÜRK’ÜN önderliğinde Türk’ü ile Kürdü ile Çerkez’i ile Arnavut’u ile lazı ile… Vs oluşturduğu bu milletin kan dökerek, can vererek kurduğu devletin sınırları içinde yaşayan ahalinin adı “Türk milletidir” ve rejimi “cumhuriyettir” .
            Özellikle yarının gerçek aydınları gençler; bu asil millete mensubiyetle öğün çalış ve güven. Tahsil sürecinizde öz değerlerinizden taviz vermeden nitelikli ve fayda üreten birer seçkin olmanız ve şuurlaşmanız adına  engin tarihimizden, başarılı simalarımızdan kendinize  örnek alacağınız insanlar olmalı. Hedefiniz olmalı.
            Türkiye’de adet haline gelmiş göstermelik işlerden kaçının, sırf üniversite bitirdi desinler diye ananız babanız Amerika’da mastır yaptı diye öğünebilsin diyerek yüksek öğrenime gitmeyin. Sonunda ancak kendinizi kandırırsınız. Temel gayeleriniz kendinizin ufak çıkarları ötesinde, kendiniz dışında, bu ülke, bu ulus, Türk Dünyası, Avrasya, insanlık için olsun, yüksek hedefleriniz için çalışın. O zaman kendi durumunuz da kendiliğinden düzelecektir. Maddiyat ve maneviyatı dengeleyin.
            Formülünüz bilim “+” gönüldür. Bu iki kanadın biri eksik olursa ne kendinize ne de insanlığa hayrınız dokunur. Gündelik siyaset, çıkar grupları, dışarıdan güdümlü gizli veya açık cemiyetlerden uzak durun.
            Atatürk’ün dediklerini rehber edinin. Onları işte bu günler için demiş, yazmış. Türkiye’nin şerefli, refahlı, itibarlı ve bağımsız geleceği için Atatürk yolumuzu çizmiştir. Dış ülkelerden ve onların yerli kuyruklarından medet ummayın.
Gayeleri bize yardımcı olmak değil çıkarlarını korumaktır, milli menfaatlerinin gereğini icra etmektir. Türkün adını tarihte ilelebet yaşatacak sensin. Dünyanın neresinde olursanız olun kimliğinizi, Türk dilini, Türk tarih ve kültür bilincini binlerce yıllık geleneğini kaybetmeyin.
 Dış ülkelerde ne kadar kimliğinizi korursanız yabancılar da siz o kadar itibar edecektir. İnsana veya maddeye kul olmayın. ALLAHA samimi kulluk mükellefiyetinin ruhunu kavramaya çalışın.
            Başkasını taklit etmeyin. Kendi yolunuzu çizip azimle yürüyün. O zaman herkes sonradan sizi taklit edecektir. Eğitimde önce meslek, gerçek bir beceri, bir altın bilezik sahibi olmaya bakın. Ne yaparsanız yapını en iyisini yapın. Siyasetçinin, bilimcinin en kötüsü olacağınıza tamircinin parmakla gösterilen en iyisi olmak yeğdir.
Türk okuluna, eğitimin Türkçe verildiği okullara gidin. Konulara merak sarın, not için çalışmayın. O meslekte yararlı olacak bir yabancı dil öğrenin. Bülbül gibi konuşup yabancılardan ayırt edilemez hale gelmek hiç şart değil.
            Unutmayın ki Türk olmak bir kafa, gönül işidir. Türk kültürüyle, diliyle ata sevgisiyle Türk’tür. Soy sop meselesi karıştırarak o her şeyimizi borçlu olduğumuz şerefli atalarımızı karalamaya çalışan iç düşmanların kitaplarına, yaygaralarına kulak asmayın. Kültür genleri, ırk genlerinden daha önemlidir. Vatanı, milleti için her türlü fedakârlığa hazır bir taban gerekiyor. Bu taban son elli yılda hayli eritilmiş, kafası, gönlü karıştırılmış, birbirine düşen kesimler, dışa bağımlı sahte aydınlar içinde vatanın geleceğini düşünmeyen daha da acısı vurdumduymazlaşmış kalabalıklar oluşturulmuştur. Bu durumda gerçek bir önder çıkabilse bile başarılı olma şansı pek azdır. Şimdi yapılacak iş hızla bu toplumun yeniden kaynaşmasına, bilinçlenmesine vatanını, milletini kendisinden önce düşünen insanların çoğalmasına ön ayak olmaktır. Türkiye’yi tekrar Kuvay-i Milliye ruhu, Atatürk ruhu kurtaracaktır.”
            Türk’ün Türk’ten başka dostu yok der eskiler. Doğru bir sözdür. Ancak, dost ve müttefiklik adı altında Türk’ü kullanan emperyal güçler vardır. Son yıllarda ve bugünlerde İslam Coğrafyasında, bölgemizde oynanan oyunlara bakmanız yeterli bir kanıttır.
Devleti yönetme geleneğinden habersiz, içinde bulunduğu Tarih ve Kültürden habersiz, cumhuriyet değerlerine saldırarak beslenen muktedirlerin itibar gördüğü ülkemde müttefik dostlarımızın âli görüş ve yönlendirmelerine (!) ihtiyaç duyulmaz mı?
Biz bizi anlamalı gençliğimizi de aynı azim ve irade ile yetiştirmeliyiz. Bilimi ve kültürü koruyan genç bilim ve sanat insanlarının yoluna ışık tutmalıyız. 
Milli şuurla beslenerek âli görevlerini icra eden değerli öğretmenlerimize, aydınlarımıza saygı ve hürmetle selam olsun! 

Sadece Suriye mi, Suudi dolarları ne olacak?, Bülent ESİNOĞLU

Sadece Suriye mi, Suudi dolarları ne olacak?
Bülent ESİNOĞLU
Amerika, Suriye’yi AKP ile birlikte istikrarsızlaştırarak, dünyanın önüne, çok büyük sorunlar koydular.
Bu işin kısa evveliyatına bakarsak, bu günlerde olanları daha iyi anlarız.
Amerika dünya enerji kaynaklarına olan hâkimiyetini sürdürmek için, Rusya’yı kontrol altında tutmak istedi. Bunun için Rusya’ya ve Rusya’nın arka bahçesindeki ülkelerde, Renkli devrimleri destekledi.
Rusya’nın, kendisini toparlamak için, belli bir zamana ihtiyacı vardı. Bu zamanı kazanmak adına, Doğu Avrupa’daki nüfus alanlarının, ABD denetimine geçmesine göz yummuştu.
ABD Rus arka bahçesinde, en son renkli devrim denemesi Güney Osetya ve Ukrayna’da gerçekleşti. Moskova’nın üç yüz kilometre uzağındaki, Amerikan denetimi, Rusya’yı kesin savunma durumuna soktu.
Artık, savunmanın bir çare olmadığını gören Putin, Kırım’ı ilhak ederek, Amerika’ya ilk kesin cevabı vermiş oldu.
Beş yıla yakın zamandan beri, Suriye’de IŞİD ile ne yaptığı belli olmayan bir Amerikan vekâletler savaşı yaşandı.
Amerika Suriye’ye girmek için IŞİD gibi radikal İslam-i örgütleri bahane ederek girmişti.
Rusya da, Suriye’ye girmek için IŞİD’ı bahane ederek girdi. Aslında Fransa ve İngiltere de aynı bahane ile Suriye’ye girmişlerdi.
Asıl maksatları ise, kesinlikle Suriye değildi.
Amerika Suudi Arabistan’ın güvenliğini sağlamak, Kürdistan Kurmak ve Körfez ülkelerinin dolar üzerinden petrollerini satmasını sağlamaktı.
Çünkü Suudi petrolü ve Körfez petrolü dolar ile satılır. Amerika hiçbir zahmete katlanmadan petro-dolar üzerinden sömürü mekanizmasını işletir.
Rusya’nın Suriye’ye girmesi, esas olarak Amerikan dolarını tehdit etmek içindir. Suudiler petrolü başka para üzerinden satarsa, Amerikan ekonomisi ve Batı ekonomisi çöker.
Şimdi Amerika’nın asıl korkusu budur. Nasıl ki, Saddam petrolü dolarla satmayacağım deyince, Irak’ı işgal etmişti. Tıpkı Kaddafi’nin petrolü altın dinar ile satacağım dediğinde, başına gelenler gibi.
Suriye meselesi petro-dolar meselesidir.
Çin’in, Rusya’yı Suriye konusunda sonuna kadar desteklemesi de, bundandır. Çin’in asıl kavgası dolarladır. Çin silahlı savaş yapmaz, ticaret savaşı yapar.
Burada Türkiye ne yapacaktır? Asıl önemli olan konu budur.
Görünüşe bakılırsa, Erdoğan tamamen Batının yanında yer alarak,iktidarını sürdürmeyi düşünecektir. Onun asıl derdi Türkiye değil, kendiiktidarının devamıdır.
Türkiye’nin askeri hava alanlarına, Kanada, Avusturalya gibi, 77 milletten uçakların ve askerlerin gelmesini görünce, başka bir anlam çıkaramayız.
Rus uçaklarıyla dalaşacaksın, Amerikan uçaklarına kucak açacaksın.
İki süper kuvvet kozlarını Suriye, Doğu Akdeniz ve Körfez’de paylaşmak üzere hazırlanıyorlar.
Bloklar şöyle oluştu. Amerika, Suudi Arabistan, İsrail, Türkiye, Katar ve Körfez ülkeleri bir tarafta, Suriye İran, Rusya, Çin, Lübnan Hizbullah’ı öte tarafta…
Türkiye’nin çıkarları ise bölge ülkeleri ile birlik olup, Suriye’deki terörün temizlenmesini sağlamaktır. AKP iktidarının çıkarı ise; Amerika ile birlikte olmaktan geçmektedir.
Bu büyük sorunla baş edebilmek için, Milli bir hükümete acilen ihtiyaç vardır. AKP iktidarı, Türkiye’yi çok kötü bir sorunun parçası haline getirmiştir.
Tek çıkış,  milli duruş sergileyecek ve ileride iki büyük kuvvetin hiç birisinin yanında olmayarak, tarafsız bir çizgi izleyecek bir Milli Hükümete ihtiyaç vardır.

3 Ekim 2015 Cumartesi

'Operasyonel Resim' Ve Dağa Çıkanlar!.., Banu AVAR

'Operasyonel Resim' Ve Dağa Çıkanlar!
Banu AVAR
Hillary Clinton, Suriye için ‘operasyonel resim’den bahsetti ya.. Anahtar kelime bu!
Amerikan derin devletinin baş adamı Kissinger da 6 Ağustos’daki televizyon konuşmasında operasyonlar çağını hatırlattı. ‘1945’lere geri dönmeliyiz’ diyordu:‘Amerika’da seçimlerin önemi yok. Şimdi iktidara kim gelirse gelsin, bugünlerde benimseyeceğimiz politika, 1945-55 arasında uyguladığımız politika olmalı!’
1945-1955 dönemini özetleyen kelimeler: ‘Örtülü operasyonlar’dır.
2. Dünya Savaşı ve sonrasında ABD Stratejik Hizmetler Ünitesi ve Politika Koordinasyon Merkezi gibi istihbarat üniteleri, çeşitli ülkelerde gizli faaliyetler, örtülü operasyonlar örgütlüyordu.. 1947’de CIA kuruldu (Central İntelligence Agency).. Kimileri teşkilatın baş harflerini, Cocain İmport Agency olarak anmıştı : Kokain İthalatı Teşkilatı! Teşkilat uyuşturucu gelirleriyle büyüdü.. ‘Örtülü operasyonlarla’ serpildi.. Kara para, silah ve petrol baronlarının istihbarat teşkilatıyla sıkı işbirliğiyle, ölüm çeteleri ağı/gladyo örgütlendi..
CIA elini attığı tüm ülkelerde siyasi yapıların, ekonominin, eğitimin, kültürün içine sızarak, sivil ve askeri örgütleri yönlendirerek, suikastler ve darbeler yaparak ‘ilerledi’.
Dünya Para Fonu, İMF, BM, NATO ile işbirliği içinde ülkeleri istediği noktalara itti..
ABD çıkarları için çalışan ‘dost’ ülkeler ve ‘düşman’ ülkeler vardı.. ‘Dost’ ülkeler, ABD çıkarları yerine kendi çıkarlarını öne çıkardıkları an ‘düşman’ ülke’ kategorisinde yeralırlardı!
Kissinger’in örnek gösterdiği 1945-1955 yılları arasında, CIA ‘düşman’ bellediği ülkelerde hükümetler devirdi, darbeler yaptı, siyasi partilere sızdı, liderler öldürdü, liderler satın aldı, milli hükümetleri devirip, diktatörleri iktidara taşıdı.. Orta Amerika’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan ve Asya’ya kadar onlarca ülkede ortaya çıkan bu ‘operasyonel resim’tüyler ürperticidir!
CIA eski ajanlarından John Stockwell In Search of Enemies adlı kitabında yazmıştır:
‘CIA küresel şirketlerle içiçe çalışmaktaydı. Yıllar içinde onbinlerce ‘operasyon’gerçekleştirdi . 1947’den bugüne CIA örtülü operasyonları sonucu 6 milyon kişi hayatını kaybetti! Çeşitli ülkeleri istikrarsızlaştırmak, yönetim şekillerini bozmak için yaklaşık 3bin gizli , 10 bin küçük çapta operasyon yapıldı. Bu ülkelerin çoğu demokratik kurallarla yaşayan toplumlara yapılan, yasadışı operasyonlardı.’
CIA kurulduktan bir yıl sonra Filistin operasyonunda ‘çalıştı’! 1948’de İtalya’da seçim sonuçlarını beğenmeyince , en kirli yöntemlerle parti lideri Togliatti’yi safdışı bıraktı.
1950’li yıllarda, Suriye’de, Mısır’da, İran’da darbeler düzenledi. Laos’tan Haiti’ye, Kongo’dan birçok Doğu Avrupa ülkesine kadar ‘operasyonlar zinciri’ onlarca yıl boyunca birbirini takip etti.
‘Operasyonel resim’de medya had safhada önemliydi. Örtülü operasyonlar yalan haber yayarak, şaşkınlık yaratarak, kaos kışkırtarak, halk canbaza bakarken, ‘iş’tamamlayarak yürütülecekti. CIA’nin ilk büyük propaganda merkezi, Hür Avrupa Radyosu 1949’da Berlin’e kuruldu, bugünkü CNN, EL CEZİRE yalan haber merkezlerinin yaptığı gibi, operasyonların hedefe yürümesi için ‘haber’ yapacaklardı.. Ardından Doğu Avrupa ülkelerine ‘Ajan Okulları’ açıldı. Eşzamanlı olarak, ABD medyasına el kondu... 25 basın yayın organı ve 400 gazeteci CIA çalışanı haline getirildi, Washington Post, ABC, CBS, Time, Newsweek, Associated Press, UPI, Reuters ve daha birçok yayın organı, o tarihten sonra CIA ile işbirliğine girdi.
Aynı tarihlerde Wiskonsin Senatörü Mc Carthy elinde ‘hain’ listeleri, ‘uyanan’Amerikan halkını ebediyyen susturacak olan cadı avını başlattı.. Amerika’da tüm demokrat aydınlar,sanatçılar, yazarlar, bilimadamları fişlendi, komünistlikle suçlandı, korkunun hükümranlığı yayıldı. Küresel para babaları hem içerisini, hem dış ülkeleri aynı anda‘operasyon’ odağına aldı..
CIA gizli tüzüğünde, örgütün sorumluluk alanı gayet açık tanımlanmıştı:
"Propaganda, finansal harp, sabotaj, yıkım ve tahliye süreçlerini de kapsayan önleyici hamleler yapmak, düşman devletleri devirmek için, yasadışı direniş gruplarını ve ‘hür’ dünyayı tehdit eden ülkelerde, anti-komünist unsurları desteklemek.”
İşte Kissinger’ın sözünü ettiği yol haritası budur.. Ve Hillary Clinton’ın Suriye kapsamında ifade ettiği ve Türkiye’yi yönetenlerin rıza gösterdiği ‘operasyonel resim’yukardaki gladyo faaliyetlerini tanımlamaktadır.
‘Operasyonel resim’de Türkiye, hem cellat hem kurban rolündedir!
ABD çeteleri, Suriye için ‘Hür’ Suriye Ordusu denen canileri, Libya’da İslami Cihadistleri, El Kaide’yi, Türkiye’de PKK terör yuvalarını ‘operasyonal resim’ içinde beslemekte ve Türkiye’yi terörün operasyon merkezi haline getirmektedir.. Kendi teröristine karşı eli kolu bağlanmış bir Türkiye, her an kendine dönebilecek, CIA teröristlerini bal börek beslemektedir.. Bağrını terör çetelerine açmakta, milletin ölüp ölüp dirilmesine seyirci kalmaktadır..
Türkiye’de medyaya fırlayan haberleri, çeşitli siyasi partilerin tavır ve beyanlarını, dağa kaldırılan ya da Habur’dan sokulanları, ‘ Dersim dağlarındaki , saygılı çocuklarla buluşanları, Atatürk’ü ‘deccal ve cani’ olarak gösterip, kafa kesen teröristlere yamananları, Washington’da ‘pazarlık’ yürütüp, Soros’la kırıştırıp anti emperyalist parti pozuna yatanları, solculuktan dem vurup ‘Kürt ırkçılığı’ savunanları’ ‘Türkçüyüm’ deyip CIA ajanlarıyla kaynatanları, ‘Dindarım’ deyip Allahu Ekber’ nidalarıyla Müslüman kesenlere alkış tutanları, bu çerçevede değerlendirin…
Operasyonlar dizinini izleyin.. Siyasi partilerde kimin hangi seks videosuyla gittiğine, kimin gelirken hangi kadroyu seçtiğine, kurultaylarda öne çıkarılan aday isimlerine ve ilişkilerine, kimin hangi partiyi böldüğüne, partiler içindeki mason, siyonist, kürtçü, ermenici aktörlere; basın mensupları içinde, kimin neden ne kadar bahsettiğine ve neden bahsetmediğine, kimlerin medyada yer bulabildiğine dikkat edin…
Türkiye ‘kurban’ ve ‘cellat’ olarak, gırtlağına kadar CIA’nin ‘operasyonel resmi’içinde…
Aynı operasyonun hedefinde olan Suriye, İran, Rusya ile ittifak etse, bir yüzyıl önceki yol haritasını izlese, Haçlı saldırısını savar, tarumar edilen kaynaklarına sahip çıkar, onuruyla refah içinde yaşar, sınırlarından içeri sızan bu işgal operasyonunu yerle bir ederdi..
Bu bir hayal değil, tüm şartları olgunlaşmış bir durumdur.. Siyasi partiler operasyon odağındadır.. Karşımızda demokrasi adı altında kukla oyunu vardır.. Ülke işgâl altına alınmaktadır.. Mülteci kampları gizli işgal mangalarıdır.. Herkes yaklaşan tehlikeye karşı YEREL OLARAK, birlik olmanın, her cenahtan vatandaşın fikir teatisi yapacağı platformlar kurmanın yolunu bulmalıdır.
Banu AVAR