17 Mart 2018 Cumartesi

Prof. Dr. Ata ATUN KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı "ABD ile AB’nin ticaret savaşı ., Sağduyu sahibi akil adamlar., Nijeryalı cinayetinin sorumlusu sadece çocuklar mı?-Yurdagül ATUN., 1964 Johnson mektubunun perde arkası.,Anastasiadis'ten gene aynı terane.,

ABD ile AB’nin ticaret savaşı
Birinci ve İkinci Dünya savaşları genelde ticari nedenlerle başlamış, sonra da içerik değiştirmişti. Bugün de dünyada aynı gerekçelerle savaşlar yürütüldüğünü söylemek olası. Açıklayalım;
ABD’nin ticaret açığı yıllık 800 milyar Dolar boyutunda ve ABD Başkanı Trump, özel sektörden gelmesi nedeni ile ticari gerçekleri çok daha iyi görebilme deneyimine ve yeteneğine sahip.ABD ekonomisinin şu anda kâğıttan bir kaplan olduğunun farkında ve 1947 yılında bütün dünyaya zorla kabul ettirilen Dolar hegemonyasının da bir gün aniden çökeceğinin bilincinde. Şu anda karşılıksız basılan ve dünyada BM’ye üye tüm devletlerin Merkez Bankalarında ticaret, alım ve satım amaçlı stoklanan Dolarların, bir gün piyasaya düşeceği ve ekonomistlerin dili ile “çöp” olacağını biliyor ve şimdiden tedbir almaya ve ABD ekonomisini gerçek ve geçerli temeller üzerine oturtmaya çalışıyor.
Trump’ın seçim döneminde verdiği sözler de var. Bunlardan bir tanesi, yerli üretimi teşvikti. Seçildikten sonra bu sözlerini gerçekleştirebilmek için de, iç dinamikleri hareket geçirmek, yerli hammadde üretimini arttırmak, istihdamı çoğaltmak, yurt dışındaki ABD sermayeli fabrikaları kapatmak ve ithalatı kısıtlamak uygulamasına gitmeyi tercih etti. Tabi ki bu tedbirlerin anti tedbirlerini de bu uygulamalara maruz kalacak devletlerin uygulayacağını da biliyor. Bunun adına da kısa ve öz olarak “Ticaret Savaşları”da denilebilir.
Başkan Trump çelik ürünlerine yüzde 25, alüminyum ürünlerine de yüzde 10 ilave gümrük koymak niyetinde ve işe çelikle başladı ancak yıllık 35 milyon ton çelik üreten AB’nin en iyi ve en sağlam müşterisi yıllık 5 milyonluk ithalatı ile ABD olması nedeni ile,Trump’ın iç piyasayı korumak için çelik ithalatına kota koyması ve vergilerini yüzde 10’a çıkarması AB’yi çok olumsuz etkileyecek.
ABD, AB ekonomisinde büyük yer tutan otomotiv endüstrisinin, özellikle de Alman otomobil ve araba parçalarının en büyük pazarı. Başkan Trump, AB’den ithal edilecek araçlara yüzde 35 vergi konulması düşüncesinde. ABD'nin Avrupa’dan yapılacak otomobil ve oto yedek parça ithalatına yüzde 25 vergi koyması durumunda bile Alman otomotiv sanayisi büyük darbe alacak.Alman otomobil üreticilerinin ABD'de 36 bin 500 çalışanı bulunmakta. Alman otomobil parçaları endüstrisinde ise 80 binkişi çalışmakta.
Sıkıntı tam da burada başlıyor. Alman hükümetinin, AB'nin söz konusu yeni vergilerin konmaması yönündeki çalışmalarında başarılı olamaması halinde, gümrük vergilerinden muafiyet sağlamak için karşı tedbirler almak yoluna gideceği kesin. Zaten bu yönde açıklamaları da var, “tehditlere kulak asmıyoruz ve sonuna kadar direneceğiz” diyorlar. AB, ABD’de üretilen araçlara yüzde 10 daha vergi koymak hazırlığında.
Bu savaşa Çin de katıldı ve ABD menşeli araçlara Çarşamba günü itibarı ile ilave vergi koydu.
Belli ki savaş baltaları gömülü olduğu yerden çıkarılmış.
İnşallah bu masum görünümlü ticari savaş, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında olduğu gibi, sıcak çatışmalara dönüşmez.
***
Sağduyu sahibi akil adamlar
Afrika gazetesinin Afrin operasyonuyla ilgili manşetini ve CTP Milletvekili Doğuş Derya'nın Meclisteki yemin töreninde attığı slogan ve AfrinHarekatı ile ilgili yaptığı açıklamaları sonrasında yapılan protesto eylemleri nedeniyle, Lefkoşa’da 22 Ocak günü bir yürüyüş gerçekleştirildi.
Rum tarafında 4 Şubatta sonuçlanacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında CransMontana’da kopan ve kapanan müzakere sürecini tekrardan başlatmak için, Emperyalist güçlerin herzaman, ve her yerde yaptıkları provokasyon gösterileri düzenlenmek istendi.
Maksat Kıbrıs Türk halkı ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmek ve fırsattan istifade ederek Kıbrıs adasının kuzeyinde kurulmuş olan KKTC’mizilağv ederek, bölgeyi tümüyle Rum işgali altına sokmak.
Oyun belli. Benzerleri birçok yerde oynandı.
Adına Arap Baharı denip, Emperyalist güçlere kafa tutmak ve onların boyunduruğu altından çıkmak isteyen Libya Halk Cemahiriyesi Devlet Başkanı Muammer Kaddafi ve Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin gibi liderleri yok edip bölgenin zenginliklerine el koymak ve başka devlet başkanlarını da uyandırmamaları için muhalifleri temizlemek.
KKTC’mizde de oynanmak istenen oyun da benzeri bir senaryoya sahip. Silah, ekonomik ambargolar, savaş ve yaptırımlar ile Kıbrıs Türkünü Türkiye’den koparamayan Emperyalist güçler, çıkar yolu KKTC’de kaos yaratmak ve Kıbrıslı Türkleri Türkiye aleyhine kışkırtıp, Kıbrıslı Türkler Türkiye’yi istemiyor diyerek Türkiye’yi uzaklaştırmayı hedefliyorlar.
22 Ocak günü yapılan yürüyüş çok iyi niyetli olmasına rağmen bazı kişiler tarafından iyi niyet kapsamından çıkarılmaya ve Türkiye aleyhtarı bir gösteriye dönüştürülmeye çalışıldı. Yürüyüşe katılan sendikaların başkanları arasında sağduyulu ve deneyimli başkanlar olmasaydı ve atılacak sloganlar ile kimlerin konuşacaklarına ağırlıklarını koyup müdahale etmeselerdi, bir kargaşa çıkacağı ve belki de iç çatışmaların yaşanacağı kesindi. Zaten de istenen buydu. Bunun arkasından özellikle batı dünyasındaki medya, öncelikle Türkiye’ye saldıracak ve boy boy aleyhte yazılar ile görseller yayınlayacaktı. Sonra da sıra Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmanın planları yapılacaktı.
Zaten BM’nin, Türk tarafının “Müzakereler kopmuş ve bitmiştir” açıklamalarına rağmen Mayıs ayında tekrar Kıbrıs müzakerelerini başlatmak istemeleri, oynanan oyunu ortaya koymakta.
Türkiye ve KKTC Dışişleri Bakanlıklarının Çarşamba günü akşamı, Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün (UNFICYP) görev süresinin BM Güvenlik Konseyi (BM GK) tarafından 31 Ocak tarihinde KKTC’nin veya da Kıbrıslı Türklerin oluru alınmadan tek taraflı olarak uzatmaları sonrasında yaptıkları açıklamaları, gerçekte BM’ye bir uyarı niteliğinde. Adada sadece Kıbrıslı Rumların olmadığını ve Kıbrıslı Türklerin de olduğunu, BM GK bu konuda bir karar alacaksa her iki tarafa da danışması ve her iki tarafında olurunu almasını gerektiğini hatırlatan bir uyarı. Gerçekte fiilen var olan KKTC’nin artık dikkate alınması gerektiğini vurgulamakta bu her iki açıklama.
Ülkemizde el birliği ile kargaşa çıkarılmasına mani olmamız gerekmektedir.
Türkiye’de bu senaryo yıllarca sahneye konmaya çalışıldı ve her seferinde de hüsranla sona erdi. Aynı dirayeti ve akıllı davranışı bizlerin de göstermesi ve anavatan Türkiye ile el ele, kol kola özgürlüğümüz ve egemenliğimiz yolunda yılmadan ve ayak oyunlarına alet olmadan ilerlememiz gerekmektedir.
Artık Batı, yıllardır uyguladığı Emperyalizminin sonuna gelmiş durumadır. Biraz sabır, biraz birlik, biraz da cesaret bizleri çok daha iyi günlere taşıyacaktır…
***
Nijeryalı cinayetinin sorumlusu sadece çocuklar mı?
Yurdagül ATUN

28 yaşında üniversite öğrencisi Nijeryalı Kennedy Taomwabwa Dede’nin birçoğu 16 yaşında olan 8 genç tarafından, sopalarla döverek öldürülmesinin artçıları sürecek ve bu ülkedeki eğitim sektörü başta olmak üzerebirçok şeyi kökünden değiştirecek. Zira bu olayın sorumluları sadece cinayeti işleyen çocuklar değil.
Öncelikle bugün bir gazetede yayımlanan, Nijeryalı öğrencilerin, “siyahi öğrencilere ayrım yapılıyor” şeklindeki açıklamalarının asla ve asla gerçeği yansıtmadığını söylemeliyim. Herkesin çok iyi bildiği gibi, Kıbrıs Türkü renk, din ayrımı yapmaz, renginden ötürü kimseyi ötelemez.
Peki bu öğrencileri bu düşünceye iten ne?
Haberde de ifade edildiği gibi Nijeryalıların bir kısmı, (eğitim için gelenleri tenzih ediyorum. Zaten hemşerilerinin yaptığı yasadışı işlerden en çok onlar şikayetçi) eğitimden ziyade çalışma amacıyla KKTC’deler. Aracı kurumlar, bırakın yaşamını asgari seviyede idame ettirmeyi, okul parasını ödeyemeyecek durumda olanları dahi “orada iş hazır” diyerek KKTC’ye getirdiler, getiriyorlar.Bu niyetle gelenlerin birçoğu okula gitmediği gibi, istediği parayı kazanacağı işler bulamamasından ötürü, yasadışı işlerle iştigal etmekte. Birçok habere konu olduğu üzere, uyuşturucu ticareti ve fuhuş bunların en yaygını.Bunların getirdiği sonuçlardan biri ise babasız, terkedilen bebekler. (Annesi tarafından hastanede terkedilen Judi bebeğin dramını unutabileceğimizi sanmıyorum.)
Ki, bundan iki yıl kadar önce, Nijerya BüyükelçisininKKTC ziyaretinde Doğu Akdeniz Üniversitesi yetkililerine 500 kişilik öğrenci listesi vererek yetkilileri uyardığını hatırlatalım. Okula devam etmeyen bu öğrencilerin çeteleştiği ve bu şahısların KKTC'ye okumak amacıyla gelen Nijeryalı öğrencileri de rahatsız ettikleri iddia edildi zaman zaman.Nitekim Nijeryalıların ev ve sokak kavgaları defalarca gazetelerimizin üçüncü sayfalarında yer aldı, alıyor.
Mahkeme muhabiri olduğum dönemlerdede bazı Nijeryalı öğrencilerin KKTC’ye girişlerinde beraberlerindeki uyuşturucuyu- narkotik köpeklerini yanıltmak amacıyla- balık kafalarına, sabunlara sararak getirdiğine şahit olmuşluğum var. Bunun yanısıra geçtiğimiz yıl merkezi cezaevinde yaptığım röportajda, mahkumlara sıkıntılarını sorduğumda, cezaevindeki Nijeryalıların yüksek sesle konuşarak, bağırıp çağırarak kendilerini rahatsız ettiklerini, kumandanın hep onlarda olduğunu, kimsenin bunlara ses çıkar(a)madığını söylemişlerdi.
Velhasıl, “çok öğrenci, çok para”mantalitesiyle hareket eden bazı okullar, bilerek veya bilmeyerek suç olaylarına katkı koydular. Tabi bu olaylarda, öğrencilerin devamsızlıklarını veya her dönem kayıt yaptırıp yaptırmadıklarını takip etmeyen Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere, öğrencileri KKTC’ye yönlendiren aracı kurumların, YÖDAK’ın, Çalışma Bakanlığı’nın da payı olduğunu söylemek zorundayız. Okullara konacak kartlı “öğrenci takip sistemi”yle, transkriptle ve kayıt dönemi denetimleriyle, işyerlerine/inşaatlara yapılacak denetimlerlebu tür olayların önüne geçilebilecekken, -farklı nedenlerle- ortada bir sorun olduğunu kabul etmeyen yetkililer hazırladı bu sonu. Kafasını kuma gömen, palyatif çözümlerle günü geçiren yetkililer…
Bu olayda yüzümüze çarpan diğer gerçekler;
16 yaşındaki çocukları cinayet işleyecek hale getiren cinnetin mahiyeti…
Uyuşturucunun küçücük çocukları nasıl esir aldığının nişanesi öfke…
“Adalılar sakin ve hoşgörülüdürler” mitini yerle bir eden realite…
Çocuklarımıza en iyi telefonları, giysileri, arabaları almanın onların içindeki boşluğu doldurmadığına dair bir fotoğraf…
Çocuk yetiştirmede çok başarılı olamadığımız, birşeyleri yanlış yaptığımız gerçeği…
Ailelerdeki, eğitimdeki, sosyal ilişkilerdeki çatlak…
(Cinayeti işlediği iddia edilen kişinin cinayetten sonra doğumgününe giderek eğlenmesi üzerine) Merhamet, vicdan gibi duyguların kayboluşu, cinayetin kanıksanması-sıradanlaşması…
Toplumsal yozlaşmanın ve ahlaki çöküşün son sürümü…
Nitekim bu olay birçok boyutuyla ele alınması gereken ve ne kadar farklı yorumlar yaparsak yapalım, meşruiyet kazandıramayacağımız bir durum. Başta üniversitelerimiz olmak üzere hiçbir paydaş kelime avına çıkıp sıyrılamayacak bu işten.Hakeza “üniversiteler adası” olmayı hedefliyorsak, bu çıbanı temizleme, kendimize çeki düzen verme zorunluluğumuz var. Hele hele içte ve dışta açığımızı ararlarken…
Yurdagül ATUN
***
1964 Johnson mektubunun perde arkası
Kıbrıs’ta, 21 Aralık 1963 sabahı kasten başlatılan toplumlararası çatışmaların ada sathına yayılmasından ve Rumların devlet gücünü kullanarak Kıbrıslı Türklere soykırım uygulamaya başlamasından sonra Kıbrıs’ta yaşanan çatışmaların artması ve Rum tarafının silahlanma kararı alması üzerine 2 Haziran 1964 tarihinde Türkiye hükümeti Kıbrıs’a çıkarma yapma kararını açıklamış ve gerekli hazırlıklara başlamıştı. Türkiye’nin bu konudaki kararlığını gören ABD yönetimi, Türkiye’nin bu çıkarma kararını önlemek için ABD Başkanı LyndonBainesJonhson imzalı, içeriği çirkin ve diplomatik teamüllere uymayan bir ihtar yazısınıTürkiye Başbakanı İsmet İnönü'ye iletilmek üzere 5 Haziran 1964 tarihinde ,Türkiye'deki ABD Büyükelçisi Raymond Hare'ye şifreli teleks ile göndermişti.
Bu çirkin üsluplu mesaj gerçekte, Türkiye’nin kendisine gelmesini ve uzun vadede ABD’den bağımsız bir diplomasi ve sanayisini geliştirmesinin başlangıcını oluşturdu. Bugün Türkiye kendi gereksinimi olan silahların yüzde altmışını tamamen kendi tasarım ve olanakları ile geri kalan yüzde kırkın yarısının da yüzde seksenini kendi olanakları ile üretiyorsa, bunu ABD Başkanı L. B. Johnson’un söz konusu çirkin mektubuna borçlu olduğumuz kesin.
Gelelim mektuba; Hafta içinde “Kıbrıs’ın 1964-1967 yılları arasında Yunanistan tarafından işgali”ile ilgili Rumca doküman ve belgeleri internette tararken aniden önüme DimitrisKonstantopoulos adlı bir gazetecinin VassosLissaridis ile yaptığı röportaj çıktı.
Sosyalist Milliyetçi EDEK’in kurucusu, Makarios’un özel Doktoru olan VassosLissaridis’i ben, çocukluğumdan beri tanıyorum. Babamın İngiliz Sömürge İdaresindeki görevi nedeni ile birkaç kez babamın çalışma ofisinde karşılaşmıştım kendisi ile. İngiliz sömürge döneminde EAM ulusal direnişi ile EOKA arasındaki köprü adamı idi ve Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulması kararının alındığı Londra konferansında EOKA'yı temsil etmişti.21 Aralık 1963 sabahında çatışmaların başlamasından sonra, kendine ait özel birliği ile Çağlayan Bölgesine saldıran, Rum Temsilciler Meclisi Başkanı iken ASALA’yaTrodos dağlarında eğitim kampı açtıran, PKK lideri Öcalan’a ünlü Rum gazeteci MavrosLazaros adı altında C015918 no.lu Kıbrıs pasaportunu verdiren kişi ve tam bir Helen milliyetçisidir Lissarides.
Gerçekte tarihe “Johnson Mektubu” olarak geçen bu çirkin mektubun perde arkasında da Lissaridis’in yer aldığını öğreniyoruz röportajdan.Özetleyecek olursak, 21 Aralık 1963 sabahı başlayan Rum saldırılarından sonra Türkiye’nin huzursuzluğunu farkeden dönemin Cumhurbaşkanı Makarios, sağ kolu VassosLissaridis’i, dönemin Ticaret Bakanı AndreasAraouzo ile birlikte o yıllardaki adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) olan günümüz Rusya’sının o dönemdeki Devlet Başkanı NikitaKruşçev ile görüşmeye ve yardım istemeye gönderir.
Rusya Devlet Başkanı Kruşçev, kendilerini, dönemin Rus başkanlarının ve Politbüro üyelerinin yazlık köşklerinin bulunduğu, Karadeniz kıyısında, Gürcistan, Abhazya ve Rusya sınırı arasında yer alan Soçi şehrinde kabul eder.
Geçmişteki dostluklarından bahseden Lissaridis konuyu Türkiye’ye getirir ve “Türkiye’den saldırı bekliyoruz, Rusya bizim için ne yapacaktır?” diye kendisine sorar. Tabağındaki Yunanistan’dan gelen zeytini gösteren Kruşçev, “Bak bu zeytin senin vatanından gelmektedir. Size tehdit Türkiye’dendir, güzel hoş ama bizim gibi muazzam bir ülke, Türkiye gibi küçük bir gücün ülkenizi istila etmesine izin vermez.” der.
Lissaridis, “Bunları Makarios’a söyleyebilir miyim” diye sorduğunda da Kruşçev gülerek, “sakın bana buraya turistik bir gezi için geldiğinizi söyleme” cevabını verir.
Sonra da ABD Başkanı L. Johnson'a diplomatik bir mektup gönderir ve şunu der: “Eğer Türkiye, Kıbrıs'ı istila ederse, Sovyetler Birliği'nin Türkiye aleyhinde harekete geçmek için başka bir şeyi kalmaz ve bu hareket askeri amaçlı olacaktır…”
Bu olaydan bir buçuk yıl önce 16-28 Ekim 1962 tarihinde yaşanan Küba krizi ve bu krizin aşılması için Türkiye’nin ABD-SSCB arasındaki gizli bir anlaşmayla harcanmasından sonra askeri, ekonomik ve diplomatik gücünü ABD’ye ispatlayan SSCB’yi bir kez daha karşısına almak istemeyen ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964'te Başbakan İsmet İnönü'ye söz konusu çirkin uyarı/tehdit mektubunu yazmak zorunda kalmıştır.
Bu iddialar Gazeteci DimitrisKonstantopoulos’a ait ama gerçek olma olasılığı çok yüksek.
***
Anastasiadis'ten gene aynı terane
Güney Kıbrıs’ta Başkanlık seçimini tekrardan kazanan Anastasiadis, müzakereleri dinamitlemek için gene aynı iddialara başladı, hem de bizleri aptal ve ahmak yerine koyarak.
“Bir tarafın güvenliği diğer taraf için tehdit teşkil etmemeli” diyen ve “Türkiye’nin garantörlük ve müdahale hakları ile bir miktar Türk askerinin kalıcı varlığı Kıbrıs Rum toplumu için kesinlikle bir tehdittir” ifadesini kullanan Anastasiadis, bunamaya başlamış olmalı ki geçmişi unutmuş gözüküyor.
1963-1974 arasında nüfus çoğunluğuna ve devlet olmaya sırtlarını dayayarak Kıbrıs adasını, Kıbrıslı Türkler için Cehenneme çevirdiklerini, Kıbrıslı Türklere soykırım uyguladıklarını unutmuş anlaşılan.
1974 Barış Harekatından sonra, Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadaki varlığı nedeni ile bir türlü Kıbrıslı Türklere saldıramadıkları ve adayı Kıbrıslı Türklerden temizleyip, 1791 tarihinde ortaya attıkları Megali İdea’yı yani Büyük Helen Krallığını kurmak yolunda Kıbrıslı Rumların üzerine düşeni, adada TSK’nın varlığı nedeni ile gerçekleştiremedikleri için kafayı Türk Askerinin adadan gitmesine ve Türkiye’nin Garantörlüğüne takmış durumda. İllaki Türk Askeri gidecek ve Türkiye’nin Garantörlüğü kalkacak ki, uygun bir politik ortamda, KKTC’nin varlığına son versinler, Kıbrıslı Türkleri azınlık konumundaki vatandaş seviyesine indirgesinler, adanın mutlak hakimi olsunlar ve zamanı gelince de adayı Yunanistan’a ilhak etsinler.
Çok değil daha 3 gün evvel, 6 Şubat 1964 tarihinde savunmasız küçük bir Türk köyü olan Arpalık’a saldırdıktan sonra şehit ettikleri kardeşlerimizi andık ve ruhlarını şad ettik.
Niye 6 Şubat 1964 günü Arpalık’a saldırmışlardı ben hala çözebilmiş değilim. Akıncılar köyünün yaklaşık 1.5-2 km. güney batısında yer alan küçük bir Türk köyü idi Arpalık ve Rumlara hiçbir şekilde tehdit oluşturmamaktaydı. Düzenli bir ordu, yep yeni silahlar ve her tür askeri olanaklarla saldırdılar bu küçük Türk köyüne. Bütün köyde sadece 3-5 tane av tüfeği bulunmaktaydı.Şahadete eren kardeşlerimiz, köyün erkeklerinin tümü şehit edilene kadar çarpıştılar. Bence en önemlisi de elinde sapanı ile Rumlara taş atan daha Ortaokula yeni başlamış masum bir evladımızı bile, üzerine onlarca kurşun sıkarak öldürmekten çekinmemeleri idi Rumların. Ama Kıbrıslı Türkleri, Rumların her tür canice saldırısından koruyacak TSK o günlerde adada fiilen bu günkü gibi bulunabilseydi, asla saldıramazlardı Arpalık köyüne gözü dönmüş Rum caniler.
Aramızdaki Rum hayranlarına ve Grekofillere sesleniyorum. Geçin Metehan’dan, Ledra Palas veya da Lokmacı kapısından Rum tarafına ve 20 dakikalık bir sürüşle gidin Arpalık köyüne ve gözlerinizle görün köyün bu günkü durumunu. Sanki de zaman 7 Şubat 1964’de durmuş gibi hala. Günümüze kadar,aynen 7 Şubat’ta Kıbrıslı Türkler tarafından terk edildiği halde kalmış Arpalık köyü. Evlerin büyük bir kısmı kerpiçten yapılmaydı o dönemde, 2 katlı olanlar da dahil. Ama hepsi de 6 Şubat 1964 günkü saldırıdan sonra Rumlar tarafından yakılıp yıkıldıkları ve tahrip edildikleri halde. Yollar toprak, elektrik ve su yok. Zaten hiçbir Türk köyünde yol, su ve elektrik yoktu o dönemde, yanı başlarındaki Rum köylerinde hepsi da varken.
İyi ki Türkiye’nin Garantörlüğü var ve TSK adamızda, yanı başımızda.
Türkiye’nin Garantörlüğü ve TSK olmasaydı, bu gün tüm Türk köyleri aynı halde olacaktı. Kıbrıslı Türkler evlerinden ve topraklarından kovulmuş, yerlerine de 15 Mayıs 1919’dan sonra Karadeniz kıyılarındaki şehirlerimize Rum nüfusunun artması için Yunanistan tarafından gönderilmiş ve Kurtuluş Savaşından sonra Rusya’ya kaçmış, adları da “Pontus’lu Rumlar” olan çakma Pontuslular yerleştirilecekti aynen günümüzde sayıları 40 bini aşmış çakma Pontuslu Rumların Baf’taki Türk köylerine yerleştirildikleri gibi….
Ya böyle işte Anastasiadis efendi.
Sen daha çok sayıklarsın Türkiye’nin Garantörlüğü”nün çok güvendiğin ve sırtını dayadığın Batılı Devletlerin,Osmanlıdöneminde yaptıkları gibi,baskısı ile kaldırılmasını ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin adayı terk etmesini…
Suudi Arabistan kulvar değişiyor
Suudi Arabistan Prensi Muhammed bin Salman, Türkiye’yi neredeyse bir yüzyıl önce Osmanlı İmparatorluğu'nun çöktüğü zaman ortadan kalkmış olan İslami Hilafet'i geri getirmek için çaba sarf etmekle suçlamaya başladı. Belli ki Türkiye, Suudi Arabistan’ın Arap dünyasındaki liderliğini sallamaya başlamış.
Suudi Arabistan yönetiminde güçlü bir yeri olan Prens Muhammed bin Salman, Mısır Al-Sorok gazetesine verdiği demeçte, İran’a verip veriştirdi, arkasından da, Türkiye’yi İran’ın yanında İslami örgütlerin de içinde bulunduğu “şer üçgeni”nde yer almakla ve bu şer üçgenine destek vermekle suçladı. Salman’a göre şer üçgeninin bir köşesinde İran, bir köşesinde İslami Örgütler, diğer köşesinde de Türkiye bulunmakta.
Bu yorumlar, Suudi Arabistan'ın diğer bazı Körfez ülkeleri ile olan çatışmasında Türkiye’nin kendi yanında değil, Katar’ın yanında yer alması nedeni Suudi Arabistan’ın Türkiye’den duyduğu endişeyi ve derin şüpheyi yansıtıyor.
Türkiye’nin, geçtiğimiz bir kaç ay içinde Suudi Arabistan'ın Ortadoğu'daki büyük rakibi olan İran'la birlikte, Kuzey Suriye'deki savaşları azaltmak için çalışması, İranlı ve Türk askeri yetkililerin geçtiğimiz yıl resmi olarak görüşmeleri ve birbirlerine yaptıkları ziyaretler, Suudi Arabistan’ın ve ağabeyi ABD’yi pek hoşnut etmemiş anlaşılan.
ABD’nin bölgedeki en büyük düş kırıklığı, 1952 yılından sonra Orta Doğu’yu İngilizlerden devr aldıktan sonra Orta Doğu’da kurduğu ve 21ci yüzyılın başına kadar sürdürdüğü “Yat Arap, Kalk Arap” sistemine Türkiye’nin çomak sokmuş olması. Türkiye’yi son 60 yıldır, kendinin köle bir eyaleti olarak yönetmesinin son bulması, ABD’nin bölgedeki stratejilerini değiştirmiş durumda.
Strateji değişikliğinin başında Suudi Arabistan’ın başına ABD hayranı ve kölesi bir kişiyi getirmek ve Orta Doğu’yu Suudi Arabistan liderliğinde ve önderliğinde yönetmek var. Bu nedenle de Suudi Arabistan’da büyük bir tasfiye operasyonu gerçekleştirildi son bir yıl içinde.
Prens, geçen yıldan bu yana yurtdışına yaptığı ilk seferinde Kahire’yi ziyaret etti ve Suudi tahtının halefi olarak Mısır gazetelerinin yöneticileriyle önemli bir toplantı yaptı. Bu özel toplantıda Şer üçgeni tanımlamasının yanında Katar uyuşmazlığının 60 yıl önce Küba'ya uygulanan ABD ambargosuyla süreceğini söylemesi, gelecekte nelerin yaşanacağının habercisi.
Suudi Arabistan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Bahreyn ile birlikte geçtiğimiz Haziran ayında Katar ile diplomatik ve ticari ilişkileri kesmesi, dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz ihracatçısı olan ve dünyanın en büyük ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Katar’a hava ve deniz yollarını kapatması, Suudi Arabistan ile Katar’ın yakında kanlı bıçaklı olacağının habercisi.
Suudi Arabistan’ın dış politikasındaki bir başka değişiklikte İsrail ile olan ilişkilerinde.
Suudi Arabistan yönetiminin, daha doğrusu Prens Salman’ın verdiği tarihi olan ve Arap dünyasında köşe taşı olacak bir kararla 1948 yılından beri diplomatik ilişkileri sürdürmediği İsrail’e bazı koşullarda hava sahasını açması. Bundan sonra İsrail’den kalkan ve İsrail’e gidecek uçaklar Suudi Arabistan hava sahasını kullanabilecek. Şimdilik bu uygulama gizli tutuluyor ve İsrail yetkilileri ile Suudi yetkililer güya “haberimiz yok” diyorlar ama uygulama başladı bile.
Suudi Arabistan'ın İsrail'in bile ancak farkettiği bu kararı, Riyad ve Tel Aviv'in İran'ın daha geniş bölgedeki nüfuzu konusunda endişe duyduğunu ve Ortadoğu'daki iki ana müttefik, Suudi Arabistan ve İsrail arasındaki ikili ilişkilerde bir iyileşme olduğunu işaret ediyor.
Belli ki Trump yönetimi, İkinci Dünya savaşından sonrasında kurduğu dengelerin değişmesi sonrasında elinden kaçırmak üzere olduğu Orta Doğu’ya son bir gayretle müdahale ediyor. Sonrası ise belli ki tufan olacak….
Prof. Dr. Ata ATUN
K
KTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder