1 Mart 2018 Perşembe

ARZU KÖK "Şeker Fabrikaları., Ne Oldu!.. Nasıl Oldu?.., Yaşamı Sevmek., Ölüyoruz., Çocuklar Size Ne Yaptı?.., ARZU KÖK, Eğitimci-Araştırmacı, Gazeteci-Yazar


Şeker Fabrikaları!... 
ARZU KÖK
Eğitimci-Araştırmacı-Şair ve Yazar
Bir sabah uyandık, 
Sabah haberlerine göz atalım derken bir de baktık ki Şeker Kurumu kapatılmış. Hükümet üyeleri 27 Kasım 2017 tarihinde Bakanlar Kurulu’nda karar alarak Meclis’e danışmadan, ilgili örgütlerin fikrini almadan, Türkiye’nin ulusal şeker sektörünü yönlendiren kurumu ortadan kaldırıyor. Meclis’te tartışılmasını da istemiyorlar. Sonra bir gün kalkıyoruz ki Şeker Fabrikalarının satışı onanmış. 
Kanun Hükmünde Kararnameyle...
Peki neden kararnameyle? 
Hiç düşündünüz mü? 
Benim bildiğim kararname ulusal güvenlik tehditi durumunda devreye girer. Peki Şeker Kurumu’nun ulusal güvenlikle nasıl bir ilişkisi olabilir ki? Ekonomide köşe taşı değerinde bir kurum neden Meclis’in tartışmasından kaçırıldı? Taşeron işçisine kadro meselesi ve FETÖ’cülerin devletten atılması hakkındaki uzun metnin arasına sokuşturmanın anlamı neydi? Kimin ihtiyacıydı? Pancar üreticisi mi istedi? Şeker fabrikaları güvenliğin, ekonominin önünü mü tıkıyordu?
Herkes şokta... Ulusal kaygılar unutulmuş… Bu durum için bir açıklaması olan varsa da beri gelsin. Hükümetin ağzını bıçak açmıyor. Her zaman olduğu gibi “Ben yaptım, oldu” diyor sadece. Ziraat Odaları, Ziraat Mühendisleri Odası, Pankobirlik, belki de Şeker-İş... hepsi ısrarla bu kurumları kapatmanın, fabrikaları elden çıkarmanın ne büyük felaket olduğunu haykırıyor ama duymak istemiyor hükümet.
Tarımsal sanayinin itici gücü durumundaki şekerin Türkiye’nin ve üreticinin sosyo-ekonomik durumunu iyileştiren bir sanayi bitkisi olduğu, bu kurumların ve fabrikanın kapatılmasının bu sektöre nasıl bir darbe vuracağı düşünülmedi mi acaba?
Şeker pancarı tarımı ile Türkiye’nin 64 ilinde, 6 bin 206 köyde, 348 bin 237 çiftçi ailesi geçimini sağlıyor. Türkiye’de bir yılda 228 Pancar Bölge Şefliği denetiminde, 580 alım merkezi yoluyla, 3 milyon 284 bin 369 dekar alanda pancar ekimi yapılırken, 15 milyon ton elde edilen pancardan 2 milyon ton şeker üretiliyor. Sırf böyle baksanız bile şeker pancarının sağladığı katma değer yadsınamaz boyuttadır. Pancarın ekonomiye katkısı ise saymakla bitmez ama ana hatlarıyla bir geçelim:
- Bir dekar şeker pancarının yan ürünlerinden, 50 kilo et, 500 litre süt üretiliyor.
- Bir dekar şeker pancarının besin değeri 500 kilo arpaya eşdeğer durumda. Bir başka deyişle bir dekar şeker pancarı ile aynı zamanda 2 dekar arpa yetiştiriliyor.
- Şeker pancarının bir dekarıyla sağlanan istihdam değeri 3 bin 300 dolar iken, GSMH’ye katkısı ise 2 milyar doları buluyor. . Bir dekarda ortalama 4 ton şeker pancarından, 550 kilo şeker elde ediliyor.
- Türkiye’de tüketilen toplam gübrenin yüzde 10’u şeker pancarı tarımında, yine toplam tüketimin de yüzde 20’si pancar üreticileri tarafından kullanılıyor.
- Pancar, tarımda münavebe uygulamasının öncüsü ve sulu ziraatın yaygınlaştırıcısı rolünü üstleniyor. Bir dekarın fotosentez yoluyla havaya verdiği oksijenin, 6 kişinin bir yılda tükettiği oksijene eşdeğer olduğu kaydediliyor.
- Yan ürünleri, baş-yaprak, yaş pancar posası ve melası hayvan yemi olarak kullanılıyor. . Şeker pancarının bir dekarı yaklaşık 8 işgücü istihdam ediyor.
- Şeker pancarı endüstri bitkileri içinde sağladığı katma değer bakımından 2. sırada yer alırken, kendinden sonra ekilen hububatta yüzde 20 verim artışı sağlıyor. Pancarın baş ve yapraklarının toprakta bırakılması halinde dekara 4 kilo saf fosfat, 15 kilo saf potasyuma eşdeğer besin maddesi veriyor.
- Yılda yaklaşık 25 milyon tonluk taşıma hacmi yaratarak, taşıma sektörüne büyük bir pazar oluşturuyor.
- Sulama suyu arayışlarını teşvik ederek yer altı ve yerüstü su kaynaklarından istifade imkânını artırıyor. Çapa ve hasat dönemlerinde 200 bin topraksız, az topraklı ve işsizlere 100 gün süre ile istihdam yaratıyor.
- Yılda yaklaşık fabrikalarda da 20 bin kişiye istihdam sağlıyor...
Sırf bunları bilmek bile hükümetçe alınan bu kararın ne anlama geldiğini, hangi ulusal çıkar gerekçesiyle yapıldığını açıklayacak bir veri bırakmıyor bizlere. Son zamanlarsa “yerli ve milli” kavramlarının çok kullanıldığını düşünürsek ülkemize bu kadar fayda sağlayan bir üretime son vermenin neresi milli, neresi yerli sormak gerekmiyor mu?
Tabii bir de nişasta bazlı şeker üretimi ve bu üreticilerin hükümete baskıları var değil mi? Nişasta bazlı şeker üretimi kotası AB ülkelerinde yüzde 2 iken Türkiye'de yüzde 10'la başladı Hükümet her yıl bu kotayı artırdığı için pancar üretimi ve pancar şekerinin pazar payını azaldı. 1996'da 4 milyon 200 bin dekarda pancar ekilirken, 2014'te 2 milyon 875 bin dekar alana düştü. Şimdi ise hükümet bu üretimi tümden açtı. Oysa nişasta bazlı şeker Türkiye için çok büyük bir risktir. Hammaddesi mısırdır ve dışarıdan ithal edilmektedir. Ekonomi için büyük zarar. Hadi mısırın Türkiye’de üretildiğini düşünelim ama onun sağlayacağı katma değer şeker pancarının yanına bile yaklaşmamaktadır. Bu durumda da hep o soru: Nerede ulusal kaygılar?
Şimdi hükümet diyor ki Şeker Fabrikaları özelleştirilecek. Peki ama biz TEKEL’de, SEK’te, Yem Sanayiinde yaşanan özelleştirmelerin kime ne getirdiği, kimden neleri götürdüğünü görmedik mi? Özelleştirilen süt fabrikalarının yerinde yeller esmiyor mu? Üreticinin sütünün fiyatı düşerken, tüketicinin aldığı sütün fiyatı yükselmedi mi? 290 milyon dolara özelleştirilen TEKEL’in içki bölümü, 2 yıl geçmeden -hem de yabancılara- 900 milyon dolara satılmadı mı? TEKEL’e şaraplık üzüm veren üreticinin ürettiği üzümün fiyatı gerilemedi mi? Et ve süt fiyatları maliyeti bile karşılayamazken yem fiyatları sürekli yükselmedi mi? Üretilen yemlerde kalite düşmedi mi? Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi de daha öncekiler de olduğu gibi sadece uluslar arası ya da uluslar üstü bir sermayenin değirmenine su taşımaktan öteye geçmeyecek ülkeye zararı çok büyük olacaktır.
Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi deneyi, geçtiğimiz dönemde, Polonya’da yaşanmıştır. Polonya’daki özelleştirme sonunda, şeker fabrikalarını satın alan çok uluslu şeker şirketleri, bu fabrikaları çalıştırmak yerine kapatmışlar ve dünyanın başka bölgelerinde daha ucuza ürettikleri şekeri Polonya’ya ihraç ederek Polonya ekonomisi aleyhine büyük kârlar sağlamışlardır. Yaşanan acı deney sonucu, Polonya, bir süre önce sattığı bazı şeker fabrikalarını yeniden devletleştirmek zorunda kalmıştır. Şimdi ise bizim hükümetimiz aynı yola götürüyor bizleri. Yazık…
Bilindiğiniz gibi, ülkemizde de geçtiğimiz yıllarda Et Balık Kurumu özelleştirilirken de bilinçli dimağlar aynı uyarıları yapmış ama bu uyarılara kulak verilmemişti. Özelleştirme sonrasında ise hem ekonomik hem sosyal açıdan büyük önem taşıyan Et Balık Kurumu kombinalarının tümü kapatılmıştı. Bu durum ise hayvancılığımızın iflas etmesine, ülkemizin kaçak hayvan cenneti haline gelmesine ve sonuç olarak halk sağlığı açısından büyük bir tehdit oluşmasına yol açtı. Tüm bu skandallar sonrasında ise Et Balık Kurumu kombinalarının bir kısmının yeniden devlet tarafından satın alınarak faaliyete geçirilmesine karar verilmiştir. Ancak, bu arada, uğranılan zarar korkunç boyutlara ulaşmıştır da iş işten geçmiştir.
Eğer yeniden böylesi bir facia yaşamak istemiyorsak, şeker fabrikalarının özelleştirilmesi konusunda gerçekleri dile getirenlerin uyarılarına vaktinde kulak vermek yararlı olacaktır.
Aksi takdirde, son pişmanlık fayda vermeyecektir.
Nasıl Oldu?...
“İlk defa 1924 yılında İzmir’i, İstanbul’u ziyaret ettim. Harp, Osmanlı İmparatorluğu’nu alabildiğine hırpalamıştı. Ama köylüleri, şehirlileri yakından görünce, ne gözü pek insanlar olduklarını kavramış, er geç bu yıkıntıyı ortadan kaldırıp yeni bir düzen kuracaklarına inanmıştım. Ya bu düzen nasıl bir düzen olacaktı?

 
Zihinleri kurcalayan işte bu soruydu.
Cumhuriyet ilan olunmuş, Atatürk ile arkadaşları işe iyice sarılmışlardı, ama bu coşkunluğun ne gibi sonuçlar vereceğini o zamandan kestirmek kolay değildi.
1954′te Türkiye’yi yeniden gördüm.
Bu kısa inceleme gezisi sırasında hayranlık, hatta minnet duyduğumu söylemeliyim. Minnet duygusu diyorum, çünkü yeni Türkiye, sadece harplerin, ihtilallerin sarsıntısı değil, aynı zamanda bütün uygar ulusları susadurduran genel buhranın yumruğu altında çile doldurmakta olan dünyamızda güvenebileceğimiz muvazene unsurlarından biri haline gelmeyi bilmiştir.”
Yukarıda alıntıladığım sözler Georges Duhamel (1884-1966)’e ait. Fransız Hükümeti adına “yerinde inceleme yapmak üzere” Türkiye’ye gelir. Görevi, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin o günkü durumunu inceleyip elde ettiği bilgiler konusunda Fransa kamuoyunu aydınlatmaktır. Aynı zamanda bir tıp doktoru olan Duhamel, sayısız yapıtlar vermiş büyük bir inceleyici-yazardır. Bu seçkin niteliğinden dolayı Fransız Akademisi üyeliğine seçilmiştir. “Çağının tanığı” olarak da ün yapmıştır.
Türkiye izlenimlerini LA TURQUIE NOVELLE/ Puissance d’occcident (YENİ TÜRKİYE/ Batılı bir güç) adlı kitapta toplamıştır. Buradan alıntılar yapmaya devam edeceğim biraz daha. Zira bu alıntılar sonrasında birkaç soru yöneltmek istiyorum okurlarıma.
“ … Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntısı üzerinde yeni bir ulus yükselmiştir; bu ulusun öyle alabildiğine olmamakla birlikte kendine yetecek kadar toprağı vardır, bu ulus sağlamdır, gözü pektir. Yabana atılmayacak tabiat zenginliklerine sahiptir, bunlardan yararlanmasını bilir, gözü komşu ülkelerin toprağında değildir, ancak bilgiyle, emekle kalkınabileceğine inanır, yedisinden yetmişine kadar bu inancın ateşiyle yaşamaktadır…
Kendisine haklı olarak Atatürk, yani Türklerin atası denilen Mustafa Kemal, beslediği umutları, giriştiği işleri bir yaygara konusu yapmaksızın çalışmıştır. Bunun içindir ki söz konusu bu göz kamaştırıcı eserin büyüklüğü tam olarak bilinmemektedir…
Türkler arasında dinsel sorunlar bir ikicilik yaratıcısı olmaktan çıkmıştır… Kadınların yaşamında temelli bir değişme, güçlü bir ordu, okullar, fakülteler; tarımda, sanayide ilerleme ve Anadolu’nun göbeğinde yoktan var edilen bir başkent, Ankara…
Halkın sağlık durumu iyi. Türkiye’de bakıcılardan, üfürükçülerden çok doktora itibar var. Şarlatanların, alaylı hekimlerin ortalığı nasıl haraca kestiğini görmek için bugün Fransa’da olmak gerekir. Atatürk’ün yolunda aksaksız olarak yürüdükçe, bu koca ülkenin yemyeşil, tepeden tırnağa verimli kılınması içten bile değil…”
Evet bu alıntılar neler anlattı size? Türkiye’nin ve Türk insanın kısa zamanda geldiği o muhteşem değişimi çok da güzel anlatmış değil mi? Şimdi dönüp kime sormak gerekiyor; Duhamel’in görüp anlattıklarından sonra bu ülke nasıl bu hale geldi/getirildi?
Diz boyu yoksulluk, can güvenliği sorunu, kapkaç, tecavüz, kadın cinayetleri, işsizlik, gasp, hortumculuk, rüşvet, yolsuzluk, insani değerlerde yozlaşma, sağlık problemi, eğitim niteliğindeki düşüş, dinin ikicilik yaratmaya başlaması, medyumlar, falcılar, üfürükçüler, komşu ülkelerle yaşanılan sorunlar, ölen adalet…
Tüm bunlar ülkemize nerden, nasıl geldi getirildi? Artık bu ülkenin aydınlarının öncelikle bunun analizini yapmaları ve çözüm yollarını üretmeleri gerekir. Ki çözüm yolu aslında çok basittir: Atatürk ilke ve inkılaplarını yol haritası yapmak… Ne duruyorsunuz?...K
Yaşamı Sevmek!…
“İnletmeyene yiğit mi denir?
Diz vurup da yere
Kavrayıp da yaşamı
Yaşamayana yiğit mi denir?”
 
Eski bir Ellen türküsünün sözleri bunlar. Kısaca bizlere diyor ki; eğer kavramışsa yaşamı insan, katılmak zorundadır bu büyük oyuna. Kelepçelerimiz, diz vurup da yere doyasıya zeybek oynamamıza engel olsa da çoğu zaman, yaşamak zorundayız. Üzerimizde oynana oyunların hepsini boşa çıkarmak zorundayız. “Yoksa ne anlamı var yaşamanın?” diyor bizlere.
İsyan ediyor, isyanlarımızı büyütüyoruz ha bire. Üzgün bir ifadeyle dönüp dönüp birbirimize “Ne yapabilirim ki bırakmıyor kelepçem zeybek oynamama?” diyoruz. Aslında böyle söylesek de biliyoruz ki asıl kelepçe yürekte taşınandır. Ki o en kötüsüdür tutsaklıkların. Canımızı en çok yakandır. Mücadele ruhumuzu alıp götürendir. Yaşama tutunmamıza engel olandır.
Asi bir yürekle yaşayanlar ise, nerede ve nasıl yaşarlarsa yaşasınlar hiçbir kelepçe kâr etmez onlara. Yaşamak, serüvenlerin en heyecan vericisi olup çıkar onlar için. Her yeni gün sımsıcak bir yüreğin gülümseyişi olarak gelir onlara. Dost şafaklara varmak adına verirler mücadelelerini. Eninde sonunda da kendilerinden sevdiklerinden çok şeyler vermek adına da olsa varırlar o çok özledikleri güzel şafaklara.

“Yaşamı ciddiye alacaksın
Hem de o derece öylesine ki
Mesela kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda
Yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle
Bir labaratuarda insanlar için ölebileceksin
Hem de yüzünü hiç görmediğin insanlar için
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken
Hem de en güzel şeyin, en gerçek şeyin
Yaşamak olduğunu bildiğin halde”


“Yaşamaya Dair” şiirinde böyle diyordu Nazım Hikmet. Kuşkusuz en gerçek, en güzel şeydir yaşamak. Birçoğumuz da seviyoruz yaşamayı. Ama hep unutuyoruz, zira yaşamayı sevmek demek, şiirde de geçtiği gibi yaşamı dönüştürme ve değiştirme bilincidir de aynı zamanda. Yeni, yepyeni bir yaşam için mücadele etmektir.
Seviyorsak eğer yaşamayı; yeni bir dünya istemeli ve hatta istemekle de yetinmemeli yeni bir dünya kurmalıyız. Yeni bir yaşam demektir bu. Yeni bir yaşam ise birliktelik demektir. Kardeşlik demektir. Aynı amaçlar uğruna bir araya gelebilmek ve birlikte mücadele edebilmek demektir. Çünkü tek bir birey asla kendi bireyselliğinin ötesine geçemez. Ancak bir birlikteliğin içinde yer alırsa yaşamı, geleceği ve kendi mutluluğunu fetheder ve aslında hedefe ulaşmanın ne kadar kolay olduğunu o zaman anlar.
Archimendes; “Manivelama bir dayanak bulun, dünyayı yerinden oynatayım” demiş. Bizim dayanağımız ise Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda kolektif çalışma olmalıdır. Bizi o güzel şafaklara götürecek olan budur.
Yaşamı sevmek demek yaşama sevinciyle dolu olmak, hiçbir kelepçenin yeni bir dünya yaratma azminden bizleri alıkoyamaması demektir. Yaşanılası bir ülke yaratmak demektir… Güzel şafakları birlikte karşılayabilmek demektir…
Gerçekten seviyor musunuz yaşamı?...
Yerli ve Millî
Bu aralar ‘ yerli ve milli’ söylemi ön sıralara oturdu. Bir dönem ‘'bu millet, aziz millet' söylemi kullanılırdı en çok. Şimdi de 'yerli ve milli' moda. Bu sözcükler aslında ilk duyulduğunda bazıları bunu ''çok milliyetçi söylemler'' diye düşündü. Oysa baktığımızda pek öyleymiş gibi durmuyor. Nedense bana ‘Türk Ulusu’dememek için üretilmiş kavramlar gibi geliyor. Zira uygulanan siyasete evet diyenler milli kabul edilirken kabul etmeyenler ‘gayrımilli’ olarak kabul ediliyor.
Peki ne demek yerli, ne demek millî?
Yerli kavramı temel olarak bir coğrafi bölgeyi simgeler. Bu toprakların bütün geçmişini ve ürettiği kültürlerin hepsini kapsayacak şekilde kabul etmek ve kullanmaktır. Bizim yaşadığımız coğrafya Anadolu ve Doğu Trakya’yı kapsayan bir coğrafya. Ve bu coğrafya insanlık tarihinin en eski bölgelerinden biri. Binlerce yıl boyunca çok önemli değerler üretilmiş bu topraklarda. Örneğin Kibele, yani kadın erkek eşitliği, hatta anaerkillik bu toprağın değerlerinden biri.
Yerli değer deyince benim aklıma: Heraklitos, Diyojen daha nice düşünür geliyor? Noel Baba da bizim yerli değerlerimizden değil mi? O da bu topraklarda yetişmiş değil mi? Biliyorum. Bizim coğrafya türlü kavimlere ev sahipliği yapmış. Yerleşmişler de yerlileşmişlerdir de buralarda. Bu çerçevede, bizim alevi kültürümüz, cemevimiz, yedi ulu ozanımız da yerlidir. Kadınların statüsü açısından çok önemli değerleri yansıtan Selçukluların ‘Bacıyan – ı Rum’ örgütü de yerlidir mesela. Anadolu’ya özgü bir etnik grup olan Zazalar da yerlidir. Mesela patrikhanelerde bu coğrafyada çok çok eskiler. O da yerli...
Peki ‘yerli’ sıfatını kullananlar bu değerleri biliyorlar mı? Kast ettikleri şeyler bunlar mı? Değil, biliyorum aslında. Onların kastettikleri sadece bin yıl önce yerleşmiş olanlar; o da tümü değil.
Millî kavramı ise temel olarak bir ulusa ait olan anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hepsini kapsayacak şekilde, laikliği, farklılılara saygıyı, hoşgörüyü baş üstü kabul eden değer yaparak kullanmaktır. ( Robert Kolejde öğretmenlik yapmış Tevfik Fikret ve Mehmet Akif de yerel ve milli değil mi?)
Millî değer denildiğinde, dinsel açıdan Müslüman milleti mi, yoksa modern ulus mu kastediliyor acaba? Eğer kastedilen modern ulus ise, millî denildiğinde, ülkedeki bütün etnik gruplar, diller, dinler de girer onun içine. Son zamanlarda ülkemizde ki millî değerlerin tanımının yapıldığı belgelere baktığımızda açıkçası ben laiklik kavramına rastlayamadım. Farklılıklara saygı var mı? Kadın erkek eşitliği var mı? Demokrasi? İnsan hakları? Bağımsız yargıda ifadesini bulmuş olarak adalet? Hiçbiri yok. Durum böyle olunca da kapsayıcı değil, dışlayıcı bir millîlik ortaya çıkmaz mı?. Bu ise milleti birleştirmez, böler. “Bölünsün, yeter ki çoğunluk bizde olsun!” demek, kısa vadede siyasi getirisi olsa da, uzun vadede millleti birbirine düşürür, çoğunluk, azınlık, herkesin bahtını karartır.
Değer mi, seçim kazanmak için böylesi bir kavga çıkarmaya?
Hele ki yerli ve millî söylemine dayanak yapılan “milletin değerlerini açıkça ve cesurca irdelememiz, tartışmamız gerekiyor. Millet şöyle istiyor, millet böyle istiyor, millet tahrik oluyor, millet tepki gösteriyor…” Açıkçası ben çok merak ediyorum bazen, kim bu millet diye. En ufak bir şeyle tahrik olabilen, idam ipi sallayanı alkışlayan, çocukların ırzına geçen sapıkları aklayan, dokuz yaşındaki kızların evlilik adı altında satılmasını öneren, reisine yan baktı diye adam öldürmeye yeltenen, iki de bir kadının özgürlüğünü, hatta yaşam hakkını kısıtlayıcı fetvalar veren, küçücük yuva çocuklarını örtüp erkek arkadaşlarının ayaklarını yıkatan, sokakta kadınlara saldırana hafifletici neden bulan, komşusunu ihbar eden, düşene tekme savuran, hayvana eziyet eden, iktidara yanaşmak için işkenceci, muhbir, çanak yalayıcılar mı millet dedikleri?
Oysa millet benim, benim gibi olanlar. Bu ülkenin kabul edilmese de ezici çoğunluğunu oluşturan namuslu, iyi insanlar… Millet biziz. Bizim değer verdiklerimiz ise sizlerinkinden çok farklı. Yerli-millî kılıfına büründürülen her şey: Kadını aşağılayan, özgürlüklerin her çeşidinden tahrik olan, bin yıl öncesinin kabile toplumlarının töresine, ahlâkına özenen, kanı savaşı kutsayan, muktedire kul olmayı öğütleyen, karanlığa başkaldırıyı lanetleyen, ışığı, neşeyi, dünya ile kucaklaşmayı yasaklayan bir zihniyetin değerlerinden ibarettir. Bunları millete mal etmek, millete değer vermek değil, aksine millete hakarettir.
Yerli ve millî olmak:
- İnanç ve etnik köken ayırmaksızın yaşadığın topraklarda onların da değerleriyle yoğrularak kimlik oluşturabilmek, bunlarla birlikte kendini insanlık dairesine taşıyabilmektir.
Kendin olabilmektir. Kimsenin taklitçisi olmadan kendi kültürünün temsilcisi olabilmek ve bunu evrensel değerlere taşıyabilmek demektir. Evrensel sahnede kendi kültürünle yer alabilmek demektir.
- Kendi halkına ve değerlerine yabancılaşmamak, onun istikbali ve istiklali için her fedakarlığı yapabilmek ve bireysel çıkarlarını ülke ve millet çıkarlarının önüne koymadan ülke ve millet çıkarlarıyla buluşabilme bilincini, becerisini ve duyarlılığını gösterebilmektir, Atatürk gibi.
- Ülke ve millet bütünlüğünü baz alarak, kimseyi ötekileştirmeden, yok saymadan aynı teknenin hamuru, aynı bedenin ayrılmaz parçaları olarak, hep beraber Türkiye’yiz diyebilmektir.
- Başkalarının oyununa gelmemektir. Dışarının uzantısı, başka güçlerin çıkarlarının taşeronu, piyonu, oyuncağı, mızrak ucu olmamaktır.
- Tarihten bugüne bu topraklara emek vermişlerin evlatları olarak ortak yazgıda, ortak inançta, ortak değerlerde buluşarak Anadolu’ya sımsıkı sarılmaktır. Ve Çanakkale ruhunu asla unutmamaktır. Verilen Kurtuluş Savaşına dil uzatma cesareti gösterememektir.
- Ülkeyi her türlü vesayetten uzak tutmak, birilerinin oyuncağı ve maşası durumundaki taşeron örgütlerin tuzağına düşürmemek, oynanan oyunların erkenden farkına varmak ve önlem alabilmektir.
- Gerçekçi ve samimi olmaktır. Çarpıtmadan, perdelemeden, algılarla oynamadan her şeyi açıklayabilmek, her kavramı ve olguyu yerli yerinde kullanabilmektir.
- Ülke için çalışmak, IMF gibi küresel baronların kurum ve uzantılarından, lobilerinden ülkesini kurtarmak, milli sanayisini geliştirmek, yüksek teknolojiye dayalı ürünlerin üretiminin yolunu açmaktır.
- Bu memleketin insanlarının sofralarına %90'nı ithal ürünler sokmamaktır. Zira ülkemizde; mercimek ithal, saman ithal, mısır ithal, et ithal… vs…
- Pergel gibi olabilmektir. Bir ucuyla yaşadığı topraklara sımsıkı bağlanmak, diğeriyle dünyaya açılmayı başarmaktır. Kendi değerlerini koruyarak dünyada söz sahibi olabilmektir.
- Tarihine sahip çıkmaktır. Tarihin çakılı bilgi yığını olmadığı, aslında yaşayan değerler manzumesi olduğunu ve tarih bilincinin önemini kavramak, genç nesillerle buluşmasını sağlamaktır. Atatürk’ün Nutuk’unu tüm gençliğe okutabilmektir.
- Türkiye’nin Türkiye’den yönetilme kararlılığını, inancını, inadını sonsuza kadar sürdürme yeminini etmek ve tüm çalışmaları o yönde yapmak demektir.
- Türkiye’nin kültür-sanat ve bilim alanında ilerlemesinin önünü açmaktır. Kültür-sanat-bilim insanlarına sahip çıkmak, beyin göçünü engellemek, çalışmalarında yanlarında olabilmeyi bilmek demektir.
Şimdi size bir soru: Bu kavramı en çok kullananlar, yukarıda dilim, kalemim elverdiğince ifade etmeye çalıştığım bilgiler ışığında gerçekten de ‘yerli ve milli’ ler mi?
Ölüyoruz!…
'Halk' dediğin nedir ki zaten? Tamamen soyut bir kavram. Halk, marangozdur, terzidir, tezgâhtardır, doktordur, öğretmendir... Halk somut ve farklı bireylerden oluşuyor. Onları ortak tutan şeyin, 'kibire karşı öfke, açlığa karşı isyan' olmasını hayal ederim. Halk, 'güllabici odunlarla dövülendir...' Hepsinin nüfus sayımlarında kağıtlara geçirilmeyen özellikleri vardır: Halk, benim mesela; kapı komşularım, sıfır muhteris ama işini yaz kış yapan, kışın şehirde kalan, hemşerilerini de kollayan bakkalımız, sanki bir çile odasında, yalnız kalması gerekirken, kalabalıklarla uğraşıp geceleri ağlayan kadınlarımız; güzel şarkılarla hastalarını avutup, yalnız yaşarken yüzü süzülen hemşirelerimiz, ölümü bile göze alıp 'ölümsüz' kalmayı becerenler… Sonra benim bir kayıp cennet olarak gördüğüm çocukluğum ve onun insanları...
Şimdi ise o halk bir anlamda ikiye bölünmüş… Bir yarısı diğer yarısına terörist demekte ve linç için adeta fırsat kollamakta… Barış demek ise büyük bir suç olmuş…
“Ecel geldi, öldü” diyorlar. “Ölüm insanlar için” diyorlar. "Fıtratında var" diyorlar. Ama bizdeki ölümler…
Soma’da madende ölmüştük ama suçluyu işçilerin arasında aramıştık.
Ankara’da ölmüştük, suçlu “mutlaka mitinge katılanlardır” denilmişti.
İŞİD tarafından yakıldık, görmezden gelindik.
Her geçen gün kefenler biçiliyordu her birimize.
Ekonomik büyümenin büyük ülküsü için iş cinayetlerinde ölüyorduk.
Cihat yolunda ölüyorduk.
Devlet düşmanlarına karşı büyük bir seferdeydik. Ölüyorduk.
Dört bir yanımız düşmanla çevriliydi.
Yanı başımızda düşmanlar vardı.
Cephelerde savaşırken ölüyorduk.
Kentler yıkılıyordu.
Ormanlar yok ediliyordu.
Derelere set çekiliyordu.
Her şey daha fazla büyümek içindi.
İş makineleri tanklara, askerler, işçilere karışıyordu.
Mezarlar birbiri ile yarışıyordu.
3. Köprü,
3.Havalimanı,
Suriye’de yıkılan kentler,
Doğu’da teröristleri saklıyor diye yıkılan kentler.
Kanal İstanbul Projesi,
Hepsi büyük bir projenin parçası görünümündeydi…
Biz iş cinayetlerinde, sokak ortalarında patlayan bombalarla, tecavüz sonrası ölümlerle, kadın cinayetleriyle, araba kazalarıyla…vb. ölmeye devam ediyorduk.
Giderek sıradanlaşıyor yaşam. Birileri bizlere at gözlüğü takmaya çalışıyor. Okumak fikri tarih olmuş. Kölelik hiç ölmedi ama insanlık ölmüş çoktan. Verim hesabı yapıyor herkes. Oysa vereceklerimiz çoktan alınmış elimizden. Ölüyoruz gün be gün.
Eğer medeniyet dedikleri, demokrasi dedikleri buysa istemiyoruz.
Şu an şairini anımsayamadım, affetsin beni ama okuduğum bir şiirde: "O arenadaki gladyatör, seni öldüremediği için öldü." deniliyordu.
Birileri ölmesin diye mi ölüyorduk yoksa?...
Çocuklar Size Ne Yaptı?
Bir hastanede beş aylık bir süreçte 115 çocuğun hamile olduğu tespit ediliyor.
- Hastane durumu gizliyor
- Emniyete bildirilmiyor
- Valilik soruşturma izni vermiyor
- Olayı ortaya çıkaran görevlinin yeri iki defa değiştiriliyor, yetmiyor soruşturma açılıyor haklarında
 
Devletin çocuklara, özellikle de kız çocuklarına ne kastı var diye düşünmeden edemiyor insan.
Aile Bakanı “çocuk istismarına 0 tolerans” diyor. Ancak çocuklara yönelik cinsel istismara ilişkin yapılan araştırma sonuçları mızrağın çuvala sığmayacak boyutta olduğunu gözler önüne seriyor. Son 3 yılda 500 bin çocuk hakkında adli işlem yapılmış. Son 3 yılda taciz ve tecavüze uğrayan, adli mercilere yansıyan çocuk sayısı 70 bin. Tabii bunlar bilinenler, peki ya bilinmeyenler? Türkiye çocuk pornografisinin de en yaygın olduğu ülkelerden biri konumuna gelmiş.
Selda Bağcan’ın seslendirdiği, Nazım Hikmet’in “Bulutlar Adam Öldürmesin” şiirinden bestelenen, acı nağmelerle örülü “Çocuklara kıymayın efendiler” şarkısı geliyor usuma.

Çocuklara kıymayın efendiler.
Analardır adam eden adamı.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler


Oldum olası çok duygulandırır bu şarkı beni. Hele de yıllar geçtikçe ve çocuklarımız yok yere heba edildikçe daha çok etkiliyor beni.

Allah’ın kelamını öğrensinler diye fukara köylüler tarafından emanet edilen 45 erkek çocuğa tecavüz edilmişti de, kimsenin kılı kıpırdamamıştı. Yine aynı nedenle yurda verilen çocuklar cayır cayır yanmış onlarca çocuk can vermişti de hiçbir şey yapılmamıştır. Sadece suç mahalli ve sorumluları temize çıkarmaktan öte bir şey yapılmadı. Sonra ödül gibi, kayyumlar marifetiyle el konulan yurtlar, okullar o vakıflara, derneklere verildi.
Temelsiz ve delilsiz iddialarla annesinden babasından koparılan, hapislere atılıp sürgünlere gönderilen ebeveynlerin çocukları da kimsenin umurunda olmadı. Babalarını ziyarete giden beş çocuğun annelerinin hapishane önünde tutuklanması da kimsenin zerre kadar vicdanını sızlatmadı. Yürekli bir milletvekili sosyal medya hesabından paylaşmasa kimsenin haberinin olmayacağı sıradan olaylardandı ne de olsa. Hele ki ekmek almaya giderken vurulan çocuk hiç umurunda olmadı kimsenin. Eğitim sistemindeki değişiklikle cihada özendirilen çocuklar canlı birer bomba yolunda yetiştirilirken de kimsenin umurunda olmadı. Çocuk işçi sayısı gün geçtikçe artıyor ama yine umurunda değil kimsenin. Diyanet evlenme yaşını dokuz yaş olarak söylüyor, ses yok. Kaldı ki bu durumda yukarıda bahsi geçen hamile çocuklar için ses çıkmaz değil mi?
Başlarken devletin çocuklara ne kastı var diye sorarken işte tüm bunlardan bahsediyordum. Kimsenin kimseye kastının olmadığı günleri arzularken olanlar canımızı çok yakıyor. Herkes bu kıyamda sadece bir adım atmaya çalışıyor. Ama her adım acı veriyor.
Gerçekten ne düşünüyorlar merak ediyorum: Onların kendilerini iyi hissedeceği, hayallerindeki Asım’ın nesli yetişiyor mu? Minik ellerine verilen yağlı urganları iyi sallayabiliyorlar mı bari? Mikrofon uzattıklarında, ‘Büyüyünce Cumhurbaşkanı olacağım, idamı getireceğim’ diyen kız çocuğunun sözleri yeterli geliyor mu onlara? Anaokullarında ‘Arı vız vız vız’şarkıların yerini, ‘Ölmeye, ölmeye geldik’ marşları almışken mutlu oluyorlar mı?
Türkiye çok sıkıntılı dönemlerden geçti. Çok badireler atlattı. Ama ne kardeşin kardeşi vurduğu terör dönemlerinde, ne darbe günlerinde bu denli çocuklar üzerinden hesaplaşılan bir zamanı yaşamadı. Ne güç mücadelesi, ne savaş hukuku çocuklara ilişmeyi meşrulaştırmaz. Çocuklara dokunmayın. Çocukların gözlerindedir melekler…
“Çocuklara kıymayın!...”
Arzu KÖK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder