TEHLİKELİ SÜREÇ
CESURYORUM GRUP
(01 Temmuz 2016)
CESURYORUM GRUP
(01 Temmuz 2016)
Orduya
siyaset sokmak, üstelik dinci siyaset sokmak, art arda darbeler alan bu büyük
kurumu; emir-komuta zinciri bozulmuş, savaşkanlık ruhunu yitirmiş, disiplinsiz
bir insan kalabalığı haline getirecektir.
Yönetime
gelen her parti, orduya kendi adamlarını ve politik farklılıklarını taşıyarak,
orduyu ordu olmaktan çıkaracaktır.
Enver
Paşa’nın ordunun komutasını Almanlara vermesinden ve İnönü’nün NATO’ya teslim
etmesinden (NATO'ya giriş için İnönü başvurdu, Menderes imzaladı) sonra, orduya
en büyük zararı, aceleyle çıkarılan kararnameler verecektir.
15 Temmuz
darbe kalkışmasından sonra; olağanüstü hal ilan edildi, çok sayıda insan
tutuklandı ve art arda kanun kuvvetinde kararnameler çıkarıldı/çıkarılıyor.
Kararnamelerde
dikkat çeken özellik, AKP çevrelerinde ve yandaş basında eskiden beri dile
getirilen istemleri içermesi ve önceden hazırlandığı izlenimi vermesiydi.
Devlet
Personel Yasası’nın değiştirilmesi, Jandarma’nın tümüyle İçişleri Bakanlığı’na
bağlanması, valilerin jandarma genel komutanı olabilmesi, askeri okulların
kapatılması, Kuvvet Komutanlıkları’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması,
askeri yargının kaldırılması gibi yaklaşımlar, çıkarılan ve çıkarılacağı
söylenen kararnamelerin konusu olacağa benziyor.
Tartışılmadan
ve eleştirilmeden, yaptım oldu anlayışıyla alınan bu tür kararlar, Kurtuluş
Savaşı’nı kazanan gazi ordunun siyasileşmesi ve güçsüzleşmesi anlamına
gelecektir.
Söylenenler
gerçekleşirse, Atatürk’ün kurduğu ordu bir başka orduya dönüşecektir.
Bakanlıkların
ne hale getirildiği gözünüze alındığında, durumun vahameti daha iyi
anlaşılacaktır.
Yöneticilerin
kendi ordusundan korkma davranışı, Türk toplumunun yabancısı olmadığı bir
konudur.
Osmanlı
padişahları, özellikle 19.yüzyıl’da; ülkeyi savunacak orduyu tahtları için
tehlike olarak görmüştür.
Ya ortadan
kaldırıp kendine bağlı yeni ordular kurmuşlar ya da bilinçli olarak orduyu
zayıf bırakmışlardır.
2.Mahmut,
Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırırken yerine kendisine bağlı yeni bir ordu olan
Eşkinci Ocağı’nı kurdu.
Ancak, bu
girişim, darbeyi önlemedi.
Oğlu
Abdülaziz, bir suhte (medrese öğrencisi) darbesiyle tahttan indirildi.
Yerine
geçen yeğeni Abdulhamit, yaşadığı sürece darbe olasılığından korktu ve orduyla
ilgili karar yetkisini tümüyle kendi üzerine aldı.
Ordunun
güçlenmesini istemedi.
Donanmayı
Haliç’te çürümeye terk etti.
Atamalarda
yeterliliğe değil saraya bağlılığa önem verdi.
Komutanların
her hareketini izleyen hafiye birimleri oluşturdu, orduya büyük tatbikat
yaptırmadı.
Ancak, o
da darbeyi önleyemedi.
İttihat ve
Terakki Partisi’ne bağlı subaylar tarafından tahttan indirildi.
Darbeleri
ortaya çıkaran nedenlerin, toplumların gelişme istemine yanıt veremeyen
yetersiz yönetimler olduğunu göremedi ve aldığı onca zabıta önlemine karşın
darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı.
Darbe
korkusuyla orduyu mahvetti ama yine de darbeyi önleyemedi.
Darbe
korkusuyla orduya siyaset sokmak; Osmanlı Ordusu’nu, içinde birbirine düşman
kümelerinin olduğu başıbozuk bir kalabalık haline getirdi.
Emir
komuta ilişkisi bozuldu.
Ortak
duygularla ülke savunmasında görev yapacak subaylar, birbirine kuşkuyla bakan
güvenilmez karşıtlar haline geldi.
İttihat ve
Terakki Partisi’nin ordu içindeki gizli örgütlerine karşı, Hürriyet ve İtilaf
Partisi, Halâskâr Zâbitân (Kurtarıcı Subaylar) örgütünü kurdu.
Bu
örgütler birbirlerine karşı suikastlar düzenledi, baskınlar yaptı.
Ordu, iki
düşman ülkenin askerlerinin aynı çatı altında tutulduğu bir örgüt haline geldi.
Orduya
siyaset bulaştıran ittihatçı-itilafçı çatışması, Balkan yenilgisiyle başlayan,
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla sonuçlanan yıkıcı sürecin hem nedeni hem
de belirleyicisi oldu. Darbe önleme amacıyla yapılan siyasileşme orduyu ordu
olmaktan çıkardı ve Türk tarihinde benzeri olmayan utanç verici Balkan
yenilgisine yol açtı.
Osmanlı
Ordusu, 200 bin askeriyle, daha düne kadar küçük birer eyalet olan ülkelere
yenildi.
Balkan
yenilgisi, ordunun yapısıyla oynamanın nelere yol açacağını gösteren, ders
alınması gereken çarpıcı bir örnektir.
İncelenmesi
ve bugüne yönelik sonuçlar çıkarılması gerekir.
Balkan
devletlerinin en küçüğü Karadağ, gücünden ve konumundan beklenmeyen bir
tutumla, 8 Ekim 1912’de, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş açtığını duyurdu.
Bilinçli
bir hazırlığın ürünü olan bu garip çıkış, gerçekte, Balkanlar’daki Türk
varlığına son vermeyi amaçlayan genel bir kalkışmanın başlangıcıydı.
Yunanistan,
Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ, aralarında anlaşmışlar; Osmanlı Devleti’ne
karşı, birlikte davranma kararı almışlardı.
Karadağ’dan
on gün sonra Yunanistan ve Bulgaristan, on iki gün sonra da Sırbistan savaşa
katıldı.
Trablusgarp’da,
topraklarını açıktan savunamayacak kadar silik bir görünüm veren Hükümet,
büyüğü ve küçüğüyle tüm düşmanlarının yüreklenmesine yol açmış, herkes payına
düşeni almak için zamanın geldiğine inanmıştı.
Balkan
devletlerinin ortak hareket ettiği Birinci Balkan Savaşı’nda (1912), Osmanlı
Ordusu o denli çabuk ve kolay yenilmişti ki; sonuç, yalnızca Türkiye ya da
Balkan devletlerini değil, Avrupalı büyükler ve Rusya dahil, tüm dünyayı
şaşırtmıştı.
Yüzyıllar
boyu eyalet olarak korunan küçük devletçikler, İmparatorluk Ordusu’nu bir anda
ve inanılması güç bir kesinlikle yenmişti.
Asker
sayısı az olmayan Osmanlı Ordusu, “sanki birbirleriyle bağlantısı olmayan
insanlardan oluşan bir yığıntı gibi, gizemli bir üflemeyle birdenbire havaya
savrulmuş”; Rumeli’deki Türk birlikleri, “aydınlatılması güç bir genel
uyuşukluğun, uyanılmayan bir uykunun sersemliği içinde”(1) dağılıp gitmişti.
Türk
askerlerinin savaşkanlığı bu değildi.
Nitekim,
genç kuşak subayların orduda etkili olmaya başlamasıyla durum çabuk değişti.
Balkan
Savaşı’nda neredeyse kendiliğinden dağılan ordu, birkaç yıl sonra Çanakkale
başta olmak üzere Galiçya’dan Yemen’e dek, on ayrı cephede büyük direnç
gösterdi, başarıyla savaştı.
Balkan
Savaşları’na katılmış olan tarih araştırmacısı General Fahri Belen (1892-1975),
Türkiye için “bir felaket” olarak nitelediği Balkan yenilgisinin,
Türk ordusuna değil“kokuşmuş Osmanlı anlayışına” ait olduğunu söyler ve şu
yorumu yapar:
“Balkan
Savaşlarında, Türklerin savaş gücünü artık tümden yitirdiği sanıldı.
Oysa
savaşta yenilen Türk askeri değil, kokuşmuş Osmanlı anlayışı ve bu anlayışı
sürdüren yöneticilerdi.
Nitekim,
yeni yetişen genç kuşak, ilerdeki savaşlarda, özellikle İstiklal Savaşı’nda,
Türkler’in savaş gücünü yitirmediğini tüm dünyaya gösterecekti”.(2)
Balkan
Savaşı çıktığında, ekonomik çöküşle bütünleşen siyasi çözülme, kesin ve
uzlaşmaz ayrılıklar durumuna gelerek, ülkenin her yanına yayılmıştı.
Dış
karışma ve azınlıkların bir türlü bitmeyen ayrılıkçı istekleri,
ittihatçı-itilafçı çatışmasıyla iç içe geçerek, toplum yaşamını ayakta tutan
hemen tüm değerleri, özellikle yönetim işleyişini, adeta yok etmişti.
Osmanlı
toplumu, birbirlerinin varlığına katlanamayan, yüzlerini bile görmek istemeyen
insanların oluşturduğu, belki de onlarca parçaya ayrılmıştı.
Ayrılıklar
yalnızca; Türk-Rum ve Ermeni, Türk-Arap, Kürt-Ermeni ya da Müslüman-Hıristiyan
çelişkilerinden oluşmuyordu.
Müslüman’la Müslüman , Türk’le Türk
arasında da derinleşip yayılmıştı.
Düşmanlık
durumuna gelen siyasi bölünme, gülmece konusu olacak ayrılıklara varmıştı.
Mezarlık
yanından geçenler, “okudukları fatiha’nın” politik rakipleri için
geçerli olmamasını dileyip, “ben duamı ittihatçıların ruhuna gönderiyorum” diyebiliyordu.(3)
Devlet ve
ordu yapısı içten çürümüştü.
Gereksinimleri
karşılanmayan ordu, uzun yıllar yeniliklere kapalı tutulmuş, baskı altına
alınmıştı.
Tahtını
korumayı tek siyasi ölçüt sayan padişahlar, orduya savaşacak olanaklar sağlamak
bir yana, güçsüzleşmesi için hemen her şeyi yapmışlardı.
Paşalık
dahil her türlü rütbe, buyruklarla, saraya bağlı kişilere armağan olarak
veriliyordu.
Orduda,
alaylı denilen okuma yazma bilmez ‘subaylar’, hatta paşalar vardı.
Önemli
yerlere bunlar getiriliyor, yetenekli ve yurtsever subaylar etkin görevlerden
uzak tutuluyordu.
Özellikle
20.yüzyıl başında, particilik (fırkacılık) ve düşünce farklılıkları, subaylar
arasında ayrıcalıklara yol açmış, orduda sıkıdüzen diye bir şey kalmamıştı.
Komutanların
terfilerinde yeterlilik (liyakat) değil, saraya bağlılık belirleyici oluyordu.
Atamalarında
padişaha yön veren sadrazamlar, kendilerini o yere getirten yabancı büyükelçilerin
yönlendirmesi altındaydılar.
Örneğin “Sadrazam
Reşit Paşa İngilizler’in, Ali Paşa Fransızlar’ın, Mahmut Nedim Paşa Ruslar’ın
adamıydı”.(4)
Enver Paşa
ve ittihatçı önderler ise Almanların etkisi altında, onların isteği yönünde
siyaset yapıyorlardı.
Balkan
savaşları sırasında cepheleri dolaşan Fransız gazeteci Stephane Losannes’ın
saptamaları, Türk ordusunun o günlerde ne durumda olduğunu gösteren çarpıcı
örneklerdir:
“Lüleburgaz
savaşı dört günden beri aralıksız sürüyordu.
Türk
Ordusu’nun Başkomutanı Abdullah Paşa, genel karargahı olan Sakız köyünde küçük
bir evde kapanmış kalmıştı.
Daily
Telegraph gazetesinin savaş muhabiri Smith Bartlet kendisini orada rastlantı
olarak buldu.
Başkomutan
açlıktan ölüyordu.
Emir
subayları, evin fakir bahçesindeki toprakları adeta tırnaklarıyla kazarak bir
iki mısır kökü çıkarmaya çalışıyorlardı.
Bu
kökleri, bir parça unla bulamaç gibi pişiriyorlardı.
İşte, 175
bin kişilik orduya kumanda eden zatın bütün yiyeceği buydu”.(5)
Balkan
Savaşları, kimsenin aklına bile gelmeyen ve Rumeli Türkleri’ni perişan eden
büyük yitiklerle sonuçlandı.
Girit,
Yunanistan’a bağlandı (1908).
Osmanlı
Devleti, yüz milyon mark karşılığında, Doğu Rumeli’den tümüyle çekildi.(6)
Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i kendisine bağladı (1908).(7)
Ege’de
Onikiada elden çıktı.(8)
Selanik,
Yunanlılar tarafından işgal edildi (1912).
Makedonya
ve kıyı şeridinin tümü Yunanistan’a verildi, Osmanlı İmparatorluğu Meriç’e dek
çekildi.(9)
Bulgar
Ordusu İstanbul’un dibine, Çatalca’ya dek ilerledi.(10)
Mustafa
Kemal, Türk ordusunu Kurtuluş Savaşı içinde kurdu ve geçmişteki yanlışlardan
çıkardığı sonuçlarla orduyu kesin olarak siyaset dışında tuttu.
Ordu
kurmak, eğitmek ve savaştırmak; O’nun en iyi bildiği işti.
Her konuda
olduğu gibi bu konuda da kendini yetiştirmiş, kuramsal ve eylemsel olarak
askeri tarihe geçen uygulamalar yapmıştı.
Cumhuriyet’in
koruma ve kollanmasını emanet ettiği ordunun üzerine titriyordu.
Ona
kendisi karışmadığı gibi kimseyi karıştırmadı.
Yarattığı
ordunun; yapılanmasını, işleyişini ve karar süreçlerini belirledi.
Belirleyip
uygulamaya döktüğü kurallar bütünü, Türkiye’ye özgüydü ve mükemmeldi.
Mustafa
Kemal’in kurduğu orduya ilk büyük darbe, en yakın silah arkadaşı İnönü’den
geldi.
Türk
Ordusu’nu NATO’nun emrine verdi.
O günden
sonra; darbeler, tasfiyeler ve çatışmalarla dolu uzun bir süreç yaşandı ve ordu
Atatürk’ün ordusu olmaktan çıktı, NATO’ya bağlı bir ordu oldu.
Şimdi,
orduyu çok tehlikeli bir süreç bekliyor.
Darbe
kalkışmasının yarattığı korku, karar vericileri; Atatürk’ün başarısı
kanıtlanmış uygulamalara değil, tarihsel olarak bağlılık duydukları Osmanlı
padişahlarının tutumuna yöneltiyor.
Orduya din
ve siyaseti sokacak köklü dönüşümlerden söz ediliyor.
Jandarmayı
İçişlerine bağlıyor, valiye general rütbesi veriyor.
Genel
Kurmay’ın, MİT'in Cumhurbaşkanlığı’na bağlanacağı söyleniyor, Kuvvet
Komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanıyor, askeri okullar-Harp
Okulları kapatılıyor.
Bunlar,
orduyu, bağlı olarak ülkeyi; Osmanlı’nın yıkılış dönemine götürecek
uygulamalardır.
Türkiye
Cumhuriyeti Osmanlı’nın gittiği yola girmiştir ve parçalanma
tehlikesi içinde tarikatlar arası çatışmalarla boğuşmak zorunda kalacaktır.
DİPNOTLAR
1. “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas. İst.-1983, sf.170
2. “20.Yüzyıl
Tarihi” Arkın Kit., Sayı 16, İst.-1970, sf.313
3. “Devrim
Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.Tarık Zafer Tunaya, Arba
Yay., 3.Bas., İst.-1994, sf.21
4. “Osmanlı
Tarihi” Prof.Enver Ziya Karal; ak, Vural Savaş, “Militan
Atatürkçülük” Bilgi Yay., 2001, sf.90
5. “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit, 9.Bas., İst.-1983, sf.170-171
6. Büyük
Larousse, Gelişim Yayınları, 4.Cilt, sf.1991-1992
7. “Jön
Türkler ve Araplar” Hasan Kayalı, Tar.Vak.Yurt Yay. 1998, sf.61
8. “Jön
Türkler Modernizmi ve Alman Ruhu”, Mustafa Gencer, İletişim Yay., sf.57
9. “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.168
--
"Şerefle
bitirilmesi gereken en ağır görev; HAYAT'tır."
Nusret
DEMİRAL, DGM (Onursal) Cumhuriyet BaşSavcısı
--
''Muhterem
Milletim'e şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetiştirerek başına taç ettiği
adamların kanındaki ve vicdanındaki cevheri asliyi çok iyi tahlil etmek
dikkatinden, bir an tevakki etmesinler...''
Cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal ATATÜRK
--
"Ey
KUL!
Kendini
küçükler'den küçük gör,
Bütün
KUL'a saydırmak istersen kendini eğer..."
Raif
DEMİRAL
--
''Bizler;
Gözünde
Vatanını,
Gönlünde
ATATÜRK ilke ve İnkılaplarını tutabilen,
Vicdanında
dinini saklayabilen,
Milliyetçilik
ve laiklik düşüncesi içinde görev yapanlardanız.''
Nusret
DEMİRAL, DGM (Onursal) Cumhuriyet BaşSavcısı
--
"Cumhuriyet’in
temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu
gerçek gözden kaçmamalıdır. Zira Türk halkı teokratik yönetimden çok acı
çekmiştir.
Geri
kalışının nedenleri arasında bunun önemli bir yeri vardır."
Mareşal
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1930/Kırklareli
--
Demokratik
düşünce ve kanaatlerimin engellenmesi ve/veya şiddet/baskı altına alınması, bu nedenle,
"hakkımda olası her türlü antidemokratik yasal girişimi" TC
Anayasası, AİHM ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kapsamında, her türlü
yasal haklarım saklı kalmak üzere, peşinen reddederim.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil