30 Kasım 2017 Perşembe

ANKARA KALESİ, NO: 236 "ATATÜRK-ULUS DEVLET VE KAPİTOKRASİ (AVAZ–TÜRK DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ)" - Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

ATATÜRK-ULUS DEVLET VE KAPİTOKRASİ
(AVAZ–TÜRK DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ)
                                                                                                         Prof. Dr.  ANIL ÇEÇEN
Soru- 1 -  Son zamanlarda herkes Atatürk’e sarıldı . Bu aslında olması gereken ama sürpriz olan çok yüksek  tonda bir sarılma olmasının yanında, geçmişte Atatürk’ü eleştirenlerin de aynı noktada bunu seslendirmesidir . Bu konuda neler düşünüyorsunuz  ?
Cevap-1 – Yıllardır  Türkiye Cumhuriyetini yönetenler kendilerini iktidara getiren batı merkezli  uluslararası konjonktürün  etkisiyle hareket ederken , Türk halkına gerçekleri söylemiyorlar , halktan yana imiş gibi görünürken , uluslararası güç merkezlerinin tercihlerine  öncelik vererek  Türkiye’yi yönetiyorlardı .Türkiye Cumhuriyeti dünyanın merkezi bölgesinin tam ortasında yer alırken , geçen yüzyılın başlarından bu yana batı merkezli emperyalist  baskılar  Türkiye’nin siyaset sahnesini  çok yakından etkiliyordu . Avrupa-Amerika ve İsrail ‘den oluşan  batı üçgeninde  Türkiye batı  dünyasına  saplanıp kalıyor ve bir türlü dünyanın diğer bölgelerine ve de özellikle kendi bölgesine yönelik ulusal  açılımlar yapamıyordu . Batının emperyalist yaklaşımı ve İsrail’in Siyonist baskıları  Türkiye’nin kendine gelmesini ve kendi gerçek ulusal çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirmesine izin vermiyordu . Bu nedenle batı desteği ile iktidara gelen bütün  iktidarlar batı blokunun çıkarlarına öncelik veriyorlar ve böylece Türk halkının çıkarlarını ihmal ediyorlardı . Bu durumu halk kitlelerinin görmesini önlemek üzere de  Atatürkçü görünmeyi tercih ediyorlardı . İkinci dünya savaşı sonrasında Türkiye  batı emperyalizminin kontrolü altına girerken , batılı merkezler Türk halkının uyanarak kendi çıkarlarını savunmasını önlemek amacıyla,Atatürk dönemi sonrasında  göstermelik bir  Atatürkçülüğü kendi kontrolları altındaki basın organları ile  kamuoyuna empoze ediyorlardı .
            Soğuk savaş döneminin demokrasiye açılım döneminde  , Atatürk’ün partisi  küresel emperyalizmin  Türkiye’deki yansımaları sonucunda ,gerçek çizgisi olan Kemalizm’den uzaklaşarak  batı tipi bir sosyal demokrasiye kaydırılıyordu. Kuvayı Milliye günlerinde  Kemalist bir model ile ortaya çıkan Atatürk’ün partisi,  batının emperyal-siyonist  baskıları sonucunda  sosyal demokrasi  ve  demokratik sol aşamalarından geçerek küresel emperyalizmin bir dayatması olarak gündeme gelen neoliberalizme  doğru yönlendiriliyordu .Avrupa için sosyal demokrasi ,   İsrail için demokratik sol politikalara yöneldikten sonra , Amerika için de neoliberalizme yönlendirilen  Atatürk’ün partisi  bir türlü tüzüğünde yer alan Atatürk ilkelerini savunamıyordu . Daha çok batı tipi liberalizmden yana  olan  parti yöneticileri  batı ve batı işbirlikçisi sermaye çevrelerinin desteği ile  yönetime geldikten sonra ,Türkiye Cumhuriyetinin  Türk halkı adına kurucusu olan  Atatürk’ün partisini  değişen uluslararası konjonktüre göre  bir yerlere doğru çekiştiriyorlar ama bir türlü  altı  okun birlikte uygulamaya geçirildiği bir Kemalist  çizgi izleyemiyordu . Parti yöneticileri resmi törenler de Atatürk nutku çektikten sonra kendilerini parti yönetimine getiren  siyasal merkezlerin çıkarları doğrultusunda hareket ederek  Türk halkını oyalamayı tercih ediyorlardı . Parti liderleri  atletizme önem verirken , Kemalizm’i ihmal ediyorlardı . Türk siyasetinin merkez sol kanadını temsil eden  bu parti ciddi bir sermaye işgali altına sürüklenince, partinin adında var olan halk kavramının geldiği kitleleri görmezden gelerek hareket ediyorlar ve Türk siyasetini  bu yüzden sol ayağı  olmayan bir biçimde  topallaştırıyorlardı .Böylesine bir çıkmaz içinde bocalayan  Atatürk’ün partisi kurucusunu unuttuğu gibi kendisini de unutarak emperyal siyasetlere alet olmaktan kurtulamıyordu .
            Türk siyasetinin merkez sağ kanadında yer alan  iş ve sermaye çevreleri ise devlet desteği ile palazlandıktan sonra, batı ülkeleri üzerinden dünyaya açılarak ekonomik büyümeye öncelik veriyorlar ama  bir türlü destek aldıkları Türk devleti ile vergilerinden beslendikleri Türk halkının gerçek ulusal çıkarları çizgisinde hareket edemiyorlardı . Batı emperyalizminin oyuncağı durumuna düşürülen  Türk şirketleri ve sermayesi  sonuna kadar liberal çizgilere teslim olduğu için ne devletin kurucusu Atatürk’e ,ne de devletin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm’e yakın durmuyorlardı . Türkiye’deki sermaye kesimlerinin milli burjuvaziyi oluşturması gerekirken ,batı emperyalizminin çıkarlarına teslim olarak ,her on yılda bir Atatürkçülük adına gelen ara rejimlere ve darbelere çanak tuttukları görülüyordu .Bu doğrultuda merkez sağ kanadın batı işbirlikçisi bir çizgide hareket etmesi yüzünden  cumhuriyet rejiminin  yarattığı iş ve sermaye çevrelerinin  hiçbir zaman ciddi bir anlamda Atatürkçü olmaması Türkiye için büyük bir kayıp olmuştur . Yirminci yüzyılın ortalarından sonra sürekli olarak batı destekli merkez sağ iktidarlar işbaşına geldiği için , bu kesimlerin ciddi anlamda Atatürk’e ve Atatürkçülüğe sahip çıkmaları gerekiyordu . Ne var ki , ekonomik kazançlar uğruna dışa açılma ve batı ile ortaklık yüzünden , Türkiye’de iş ve sermaye çevrelerinin liberal bir çizgiye kayarak ülkenin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm ile ters düştükleri görülmüştür .
            Merkez sol ile merkez sağın ikisinin birden batı taklitçiliğine yönelmesi yüzünden  Atatürk sahipsiz kalınca , Türkiye’nin  halk tabanını oluşturan Müslüman  kitlenin içinden çıkan Milli Görüş hareketi  Atatürk’e sahip çıkmak zorunda kalmıştır . Milli Görüşün öncüsü ve kurucusu olan siyasal önder “Atatürk yaşasa idi  Milli görüş partisinden yana olurdu” demiştir .Çünkü  batı emperyalizmi ile savaşarak Türkiye Cumhuriyetini kurmuş olan  kurucu cumhurbaşkanı Atatürk’ün en büyük ilkesi bağımsız bir devlet yaratabilmek için antiemperyalizm olmuştur . İslamcı tabandan milli çizgide bir antiemperyalist hareket doğması , biraz da merkez sağ ve sol partilerin batı emperyalizmine karşı teslimiyetçi bir tutum içine girmeleri  yüzünden ortaya çıkmıştır . Bugün ılımlı İslamcı bir hareket  adına ülkede öne çıkan hareketin  gelmiş olduğu yeni aşamada Atatürk’e sahip çıkması ve bu açıdan Atatürkçülüğü yeniden gündeme getirmesinin nedeni , bu hareketin Milli Görüş tabanından doğması yüzündendir .Milli  Görüş’ün öncüsü ve kurucusu olan  siyasal önder de, tıpkı Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu  gibi hem tam bağımsızlığı savunmuş, hem de her yönü ile    batının emperyal devletlerinin saldırılarına karşı  ödünsüz bir antiemperyalist yol izlemiştir . Milli Görüş geleneği bir anlamda  ulusal kurtuluş savaşı günlerinde örgütlenen Kuvayı Milliye hareketinin devamı olmuştur . Milli Görüş  bir anlamda  Atatürk’ün partisinin ve merkez sağ partilerin ihmal ettiği Kuvayı Milliye çizgisinin  bugünkü temsilcisi olmuştur . Milli görüş uzantıları bu nedenle  Atatürkçü çizgiye gelebilmişlerdir  .
            Soğuk savaş  yıllarında  Türkiye’nin Müslüman potansiyeli Milli Görüş çatısı altında  toplanmış ama  küreselleşme dönemine geçildiği zaman bu hareketin içinden çıkan yenilikçiler , ulus devlet sınırları dışına çıkan  ve Türk milleti yerine İslam ümmetine öncelik veren bir ılımlı İslam hareketini  uluslar arası konjonktüre uygun bir biçimde  örgütleyerek Türk siyasetinde öne çıkmışlardır . Küresel rüzgarların etkisiyle Türkiye’de bir geçiş dönemi yaşanmış ve çeyrek yüzyıllık bir zorlamaya rağmen  Türkiye Cumhuriyetinin Kuvayı Milliye döneminden gelen  kuruluş modeli değiştirilememiştir . Küresel emperyalizmin Siyonizm ile işbirliğine girerek , eski Osmanlı toprakları üzerinde  ABD benzeri bir  kırk eyaletten oluşacak Orta Doğu Birleşik Devletleri projesi merkezi alandaki bütün devletleri parçalamaya kalkıştığı aşamada ,bölgedeki devletlerin çatısı altında  yaşayan  Orta Doğu halkları  böl ve yönet oyununa şiddetle karşı çıkarak ve devletlerinin yanında yer alarak ,  bu oyunu bozmuşlardır . Küresel şirketler ile ulus devletler arasında  terör ve tarikat örgütleri üzerinden yaşanan bu oyunu  emperyalizme karşı sıkı direnen  bölge halkları ve devletleri kazanma aşamasına gelince , ılımlı islam ile öne geçen siyasal hareket yeniden geldiği çizgiye dönerek  ve yeniden  Milli Görüş  gömleği giyerek Kuvayı Milliye Atatürkçülüğüne  dönmüştür . Uluslararası konjonktürde  küreselleşme biterken  bölgeselleşme başlamış ve bölge devletleri  ile halkları   tekelci küresel şirketler ile  işbirlikçi tarikatların gündeme getirdiği  bölünme ,parçalanma ve dağılma sürecine  karşı çıkarak  eskisi gibi emperyalizme karşı direnişe geçmişlerdir . Bu mücadeleyi Türk milli devleti de kazanırken , milli burjuvazi ve  de  merkez sol partiler de kaybetmiştir . Yeniden başlayan millileşme sürecinde Milli Görüş hareketi ve onun uzantıları  Türkiye’de  Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü  desteklediklerini ortaya koymak zorunda kalınca , bu birikimin içinden çıkan ılımlı İslamcı akımda bu yeni duruma uyum sağlamak üzere yeni Atatürk’çü  açılımı gündeme getirmiştir . Konuya siyaset bilimi açısından bakıldığında böyle bir tablo ortaya çıkmaktadır . Mesele sadece İslamcıların Atatürkçü olması olarak değerlendirilemez .Ama Milli Görüş birikiminin , yaşanmakta olan emperyalist ve Siyonist saldırılara karşı  bugünün İslamcı kadrolarını  antiemperyalist  çizgiye getirmesi olarak açıklanabilir .
            Konu aslında  devlet sorunu ile yakından ilgilidir . Küreselleşme görünümünde bir  süper emperyalizm ulus devletlere  çeyrek asırdır zorla dayatılırken , dünyanın her bölgesinden bu duruma karşı çıkışlar  gündeme gelmiş ve emperyalist devletlerin kurduğu terör  örgütleri ile  ulus devletlerin parçalanmasına giden yol açılmak istenmiştir . Çeyrek yüzyıl geride kalırken artık küreselleşme ile bir yere gidilemeyeceği görülmüştür . Bu durumu  yaşayarak  gören ulus devletler komşuları ile bir araya gelerek  emperyal saldırılara karşı bölgesel birlikler kurarken , Türkiye’de bu gelişmeyi değerlendirmeli ve kurucu önder Atatürk’ün izinden giderek  Sadabat Paktı benzeri bir bölgesel birliği  güvenlik ve işbirliği yapısallaşması olarak gündeme getirmelidir . Bunun için de Atatürk’ün yolundan giderek komşularla bir araya gelinmelidir . Emperyalizm ve Siyonizm  bu coğrafya devletlerini   çarpıştırarak  bölgesel hegemonya oluşturmayı hedeflerken bölge devletleri de  bir araya gelebilmenin  yollarını arayacaktır .Eski Sadabat Paktı, bugün  Osmanlı İmparatorluğu alanında  oluşturulacak Merkezi Devletler Birliği’nin  tıpkı Avrupa Birliği gibi kurulabilmesi açısından bir çıkış noktasıdır .Böylesine bir bölgesel yapılanma için de  Türkiye’nin gene Atatürk’e dönmesi gerekmektedir . Atatürk’ü diğer cumhurbaşkanları ile karıştırmamak gerekmektedir . Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına doğru yol alırken , bu devletin kuruluş modelinin ve  dayandığı paradigmanın Atatürk tarafından başarı ile uygulama alanına getirildiğini görmek gerekmektedir .
            Atatürk karşıtlarının bugün Atatürk çizgisine gelmiş olmaları aslında sevinilecek bir gelişmedir . Türk devletini yönetenler , bu çatı altında seksen milyon insanın yaşadığını ve böylesine büyük bir halk kitlesinin yaşamını sürdürebilmesi için  merkezi ve üniter bir ulus devlet modelini Türkiye’nin koruması gerektiğini görmelidirler . Türkiye Cumhuriyeti  laik bir devlet modeli ile Müslüman  toplum yapısını hem birlikte var edebilmeli  hem de  yaşatabilmelidir . Türkiye’nin varlık nedeninin kurucu önderden geldiği görülürse, o zaman bugünün koşullarında herkesin vatandaşı olduğu devletten yana olarak  Atatürk’e dönmesini normal karşılamak gerekmektedir . Atatürkçülerin küresel neoliberal çizgilere kayarak Atatürk’ten uzaklaştığı bir aşamada ,Atatürk karşıtı olarak görünen bazı kesimlerin  Atatürkçülüğe dönmesi  olumlu bir gelişmedir . Çünkü  söz konusu olan vatandır ve çatısı altında yaşanılan devlettir . Devletin yıkılma  aşamasına geldiği  ve parçalanma senaryolarının zorla dayatıldığı bir yeni durumda  gerçek anlamda vatanseverlerin  Atatürk çizgisinde bir araya gelmeleri ülkenin geleceği açısından  ciddi bir varlık ve yaşam göstergesidir . Tek devlet,tek vatan, tek millet  ve tek bayrak diyenlerin   genel seçimlerde üç Türkiye’nin ortaya çıktığını görerek ,  tek Türkiye için  Atatürk ve Kemalizm’i öne çıkarmaları gerekmektedir . Yaşanan deneyler tek Türkiye’nin ancak Kemalizm ile mümkün olduğunu  göstermektedir . Bölünmeye karşı çıkan ve ülkenin birliğinden yana olan bütün vatanseverlerin , Atatürk çizgisine gelmesi ve  Türkiye Cumhuriyetinin yaşayabilmesi için  Atatürkçü olmaları  en doğal  yaklaşım olmalıdır . Bu açıdan Kemalizm Türkiye için  zorunluluktur .
            Soru 2-Türkiye bir yol ayırımında mı  ?Özellikle NATO ile ilişkiler  konusu çok tartışılıyor  Perde arkasında neler var ? Sizce  Türkiye’nin yeni yolu nedir  ?
Cevap 2- Başkent Ankara’nın ortasında yer alan NATO YOLU isimli caddenin adı  Belediye kararı ile ATA YOLU olarak değiştirilmesi için  harekete geçildiği bir aşamada , Atatürk Türkiyesi ile NATO’nun karşı karşıya geldiği görülmektedir . Yıllardır NATO baskısı altında batı emperyalizminin dümen suyunda götürülen Türkiye’nin, değişen dünya koşullarında  NATO yolundan ayrılarak ATA YOLU’na  doğru  dümen kırdığı görülmektedir .  Sosyalist sistemin VARŞOVA  paktına karşı kurulmuş olan NATO aslında Varşova Paktının dağıldığı gün bitmiştir . Sovyetler Birliğine karşı bir savunma örgütü olarak kurulmuş olan  NATO , bu büyük devlet yapılanması ortadan kalktıktan sonra  anlamını yitirmiştir . Küreselleşme döneminde batı emperyalizmi yeniden saldırganlaşırken , NATO , Kosova gibi geri kalmış ülkelerin ele geçirilmesi sırasında bir saldırı ve işgal örgütü olarak kullanılmıştır .Alan dışı doktrini icat ederek  batının çıkarları doğrultusunda bütün dünya ülkelerine saldırmaya ve de  işgale çalışan bu örgüt  , artık bir  güvenlik örgütü olmaktan çok terör örgütleri gibi tehdit  yaratan bir   yapı  olarak görülmektedir .Orta Doğu ülkelerindeki gelişmeler  Kosova’daki gelişmelere paralel olunca  bölge devletleri ve halkları NATO’yu  batı emperyalizminin tehdit unsuru olarak  görmeye başlamıştır . Bu aşamada Avrupa Birliği’nin giderek ABD’nin denetimi altına giren NATO’dan ayrılarak   kendi ordusunu kurması da yeni bir dönemin başlangıcıdır . Her devlet kendi güvenliği peşinde koşarken sadece ABD’ye hizmet eden bir kuruluştan Türkiye’nin destek beklemesinin bir hayal olduğunu  son gelişmeler ortaya koymuştur . Şangay işbirliği örgütü de bu süreçte güvenlik yapılanmasına  girmiştir.
            Gelinen aşamada yapılması gereken , NATO’nun bir uluslararası güvenlik örgütü olarak Birleşmiş Milletlere bağlanması ve böylece bütün dünya devletlerinin eşit olarak temsil edildiği bu örgütün çatısı altında  yeni bir yapılanma olarak Birleşmiş Milletler  ordusunun kurulmasıdır . ABD ve İsrail ikilisinin buna karşı çıkacağı görülerek,  bütün dünya devletlerinin  ortak hareket etmesiyle dünya barışına hizmet edecek böylesine önemli bir adım atılabilir . Bu durumda Rusya ve Çin güvenlik konseyi üyeleri olarak Birleşmiş Milletler ordusunda ABD ve İngiltere gibi söz sahibi olacağı için  NATO bir tehdit olmaktan çıkarak  dünya barışına Birleşmiş Milletler çatısı altında katkı sağlayacaktır .Aksi  takdirde  Avrupa Birliği nasıl kendi ordusunu kuruyorsa o zaman dünyanın diğer kıtalarındaki bölgelerdeki ülkeler bir araya gelerek bölgesel güvenlik örgütleri kurmaya yöneleceklerdir .  Bu  durumda Türkiye’de  tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gibi İran ile bir araya gelerek Irak, Suriye, Azerbaycan  ve Gürcistan’ın içinde yer alacağı bir   bölgesel güvenlik örgütü olarak yeni CENTO  kuruluşunu gerçekleştirmesinde bölge ve dünya barışı açısından zorunluluk bulunmaktadır . Merkezi alandaki terör ve savaş saldırılarının sona erdirilmesi için böylesine bir bölgesel güvenlik örgütünün bir an önce kurularak devreye girmesi gerekmektedir .
            Küresel hegemonya peşinde koşan büyük devletler  bütün kıtalarda savaşları gündeme getirerek bölge ülkelerini baskı altına almaya çalıştıkları için dünya barışı bu  olumsuz koşullarda  bir türlü gerçekleştirilememektedir .Birleşmiş Milletler en üst uluslararası örgüt olduğu için , bütün uluslararası kuruluşlar ile birlikte Nato’nun da Birleşmiş Milletler ordusu konumunda bu üst kuruluşa bağlı bir statüye kavuşturulması  , dünya barışı açısından zorunlu görünmektedir . Başta Almanya ve Avrupa ülkeleri ABD’nin özel ordusuna dönüştürülmüş olan bir NATO ile güvenliklerini sağlayamayacakları  açıkça ortadadır . NATO bu hali ile daha fazla gidemez ,bu yüzden ya Birleşmiş Milletlere bağlanarak dünya ordusu olacaktır ya ortakların çekilmesiyle birlikte dağıtılacaktır .O zaman da kıtalar üzerinde bölge orduları oluşturularak evrensel barış düzeni oluşturulmaya çalışılacaktır . NATO’yu yönetenler bu yüzden  Birleşmiş Milletler ordusuna yönelmelidirler .
Soru- 3- KAPİTOKRASİ isimli kitabınız ilginç tespitler ile dolu görünüyor. Neden böyle bir kitap yazma gereğini duydunuz ? Şirketler ile devletler arasındaki ilişkileri nasıl açıklıyorsunuz ?
Cevap-3-Kapitokrasi kitabı büyük bir ihtiyaçtan doğmuştur . Sermaye sahibi para babaları  her şeyi satın almaya bayıldıkları için  siyasal partileri ve basın organlarını da satın alabilmekte ve kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdikleri  akıl ve fikirleri  kamuoyu üzerinden halk kitlelerine ve devletlere kabül ettirmeye çalışmaktadırlar . Lenin emperyalizmi , kapitalizmin en üst aşaması  biçiminde tanımlamıştı . Ben de  Kapitokrasi kavramını  küresel emperyalizme dönüşen sermaye düzeninin en üst aşaması olarak  gündeme getiriyorum . Günümüzde  bütün dünya ülkeleri  demokrasi ile  yönetiliyormuş gibi bir görüntü yaratılmaktadır . Demokrasi halk egemenliği  anlamına gelmektedir . Ne var ki , bugün halk kitleleri giderek fakirleşirken  güç kaybederek demokrasinin gereği olan halk egemenliğini kullanamaz hale düşürülmüşlerdir .  Açlık  ve işsizliğe mahkum edilen halk kitlelerinin gerektiği gibi oy kullanarak ülke çıkarlarını koruması artık eskisi gibi mümkün olamamaktadır çünkü patronlar  aşırı  zenginleşerek  ve  her şeyi satın alarak  gerçek egemenliğin sahibi görünümünde  etkin olmaktadırlar . Bugün bütün dünya demokrasileri  aşırı zengin patronların müdahaleleri yüzünden tam anlamıyla bir sermaye egemenliğinin yani Kapitokrasi’nin uydusu haline gelmişlerdir .
            İnsanlık tarihi incelendiği zaman geçmişin   her döneminde çeşitli topluluklar ve devletler arasındaki savaşlar ile  yaşam sürecinin devam ettiği görülmektedir . Eskiden savaşlar ve mücadeleler devletler arasında olurken , şimdi şirketler üzerinden bir egemenlik çekişmesi öne çıkmakta ve bu doğrultuda  küresel emperyalizm bütün dünyaya hakim olmaya çalışmaktadır .Kapitokrasi adını verdiğimiz sermaye egemenliği düzeninde  piyasa üzerinden şirketler büyürken , özelleştirme  görünümü altında devletlerin kendi ekonomilerini yönetme hakları ellerinden alındığı için  devletler küçülmektedir . Tekelleşme süreci içinde büyük şirketler birer deve dönüşerek ekonomi üzerinden devletlere müdahale etmeye başladıkları için  devletler devlet olmaktan çıkmakta , şirketler ise en üst düzeyde kazanç sağlama doğrultusunda devletlerin yaratmış olduğu boşlukları doldurarak  devletlerin yerini almaktadırlar . Şirketler dışa açılarak küreselleştikçe  ulusal olmaktan çıkmakta ve bu nedenle ulus devletler ekonomik tabanlarını ellerinden kaçırınca  yıkılmaya doğru sürüklenmektedirler .
            Küresel sermayenin dünya devleti projesi doğrultusunda  önce ulus devletlerin sayısı 200 den  2000’e çıkacak ve devlet modeli ulus devletten eyalet devletine doğru gelişme gösterecektir . Gelecek yüzyıla kadar bu dönüşüm tamamlandıktan sonra , yirmi beşinci yüzyıla doğru  devletler eyalet modelinden şehir devletine doğru dönüşüm gösterecek ve devlet sayısı 5000 kent  devleti olarak  artacaktır . Devlet sayısı 200 den   önce 2000 e daha sonra da 5000 e çıkarken ,  küresel şirketler arasındaki çekişmeler sonucunda tekelleşme en üst aşamaya gelecek ve  küresel şirketlerin sayısı  5000 den 500 inecektir . Böylece  , 5000 kent devletinde yaşayan 5 milyar insanın gereksinmelerini  500 şirket karşılayacak ve bu yoldan  devletler küçülürken şirketler büyüyerek bütün dünyayı istila edeceklerdir . Dünya ekonomisinin temeli olan kapitalizm böylesine bir süreç içerisinde şirketlerin devletleri  ele geçirerek, bütün egemenliği ellerine  aldığı yeni bir yapılanma dönemine doğru sürüklenecektir . Başta İLLUMİNATİ olmak üzere bütün  küresel güç merkezleri böylesine bir plan doğrultusunda dünya düzenini dönüştürürlerken  , tekelci şirketler aracılığı ile dünya ekonomisini ele geçirerek hem devletlerin hem de  ulusların  egemenlik alanlarını ellerine geçirmektedirler . Ulus devletler ile imparatorlukları yok eden  kapitalistler, şimdi de eyaletler yaratarak ulus devletleri yok etmenin peşine düşmektedirler . Tarikatlar aracılığı ile de milletleri ortadan kaldırmaktadırlar . Yarın da şehir devletleri yaratarak insanlığı iyice bölmeye ve bu yoldan bir avuç zenginin küresel şirketler  aracılığı ile dünyaya egemen olabilmesinin önünü açmaktadırlar.
Soru-4-Türkiye’de ulus devleti tehdit eden  konular nelerdir ? Bugün gelinen aşamada  sıkıntılar nelerdir ve Türkiye  bu konuda neler yapmalıdır ?
Cevap-4-Türkiye Cumhuriyeti batı emperyalizminin çok uluslu Osmanlı İmparatorluğunu yıkması nedeniyle merkezi coğrafya da kurulmuş olan  Avrupa tipi bir ulus devlet  modeline dayanmaktadır . Avrupa kıtası küreselleşme döneminde hem bir bölgesel devlete dönüştürülmeye çalışılmakta  ama aynı zamanda Katalanya örneğinde olduğu gibi  on beş yeni devletin  bağımsız olarak ortaya çıkması gündemdedir . Avrupa ulus devletlerin beşiği olarak kendi içinde ulus devletler barındırırken  hem  ulus üstü bölgesel devlete hem de ulus altı eyalet devletlerine doğru bir gelişim seyri izlemekte ve bu yüzden de ciddi bir gelecek belirsizliği içine düşmektedir . Avrupa tipi bir ulus devlet olarak Avrupa kıtasının yanı başında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti , Avrupa kıtasında yaşanmakta olan eyalet devletleri oluşumu ile birlikte bölgesel yapılanma zorunluluğu arasında  sıkışıp kalmıştır .
            Küreselleşme döneminde kapitalist emperyalizm  yeni eyalet devletler oluşumuna destek  çıkarak ulus devletlerin varlığını açıkça tehdit ettiği için  Türkiye de diğer ulus devletler gibi  ciddi bir parçalanma tehdidi altında bulunmaktadır . Küresel emperyalizm ve  Siyonizm ortaklığı  merkezi coğrafyaya bölünmeyi bir kader olarak dayattığı için , eski Osmanlı hinterlandında yer alan bütün  ulus devletler parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadırlar . Irak üçe bölünürken , Suriye beş parçaya ayrılmakta , Arabistan  beş ayrı devlete bölünürken İran  da beş parçaya ayrılmak istenmektedir . Fiilen üçe bölünen Libya’dan çekilen bir çizgi  Pakistan’a da ulaşmakta ve bu ülkenin de üç ayrı  eyalet devletine dönüştürülmesini gündeme getirmektedir . Türkiye’nin bölgedeki bütün komşuları bölünmeye mahkum edilirken , bir bölge ülkesi olarak Türkiye’yi de benzeri bir kader beklemekte ve  coğrafi bölgeler esas alınarak  ,Türklerin anavatanı da yedi sekiz parçaya bölünmek istenmektedir . Bu doğrultuda emperyalizm destekli güney doğu oluşumuna benzer yeni oluşumlar Türkiye devletinin bütün coğrafi bölgelerinde gündeme getirilmeye çalışılmaktadır . Alt kimlikçilik bu doğrultuda hortlatılırken , yerel  yönetimcilik ülkenin her yerinde öne çıkartılarak, ulusal ve üniter devlet modeli  ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır .
            Türkiye’nin batılı dostları kendi birlik ve bütünlüklerini korurken Türkiye’nin parçalanması doğrultudaki  bölücü gelişmeleri açıktan desteklemişler ve böylece  her zamanki çifte standartlı tutumlarına devam etmişlerdir . İngiltere İskoçya’yı , Almanya Bavyera’yı , Fransa  Korsika’yı ,İspanya Katalanya’yı  , İtalya  Lombardiya’yı  , ABD   Kalifoniya’yı ve Teksas’ı  bırakmazken , hepsi birlikte Türkiye’ye çullanarak güneydoğu bölgesinde yeni bir etnik devlet kurulabilmesi doğrultusunda  hem siyasal gelişmeleri, hem de  anarşi ve terör hareketlerini desteklemişlerdir . Batı sermayesine teslim olmuş iş adamı derneklerinin   Türk devletinden olan istekleri ile bölücü etnik terör örgütünün Türk devletinden taleplerinin aynı olduğu görüldüğünde , Türkiye Cumhuriyetinin çok büyük bir komplo ile karşı karşıya   bırakıldığı görülmüştür . Bugün gelinen noktada Türkiye kendisi gibi ulus devlet olan ülkeler gibi bölünme ve dağılma tehdidi ile karşı karşıyadır . Küresel tekelci şirketlerin dümen suyundaki batılı devletler  batının dışında kalan bütün ulus devletlerin parçalanmasına giden gelişmeleri desteklemekte  ama  kendileri için benzer bir gelişme modeline şiddetle karşı çıkmaktadırlar . Türkiye Cumhuriyeti bu aşamada kendisi gibi ulus devlet olan komşuları ile bir araya gelerek  bölgesel güvenlik örgütü oluşturmak ve evrensel düzeyde ulus devletlerin bir araya gelerek  yeni bir Birleşmiş Milletler yapılanmasının çatısı altında, ulus devletlere sağlanan  hukuksal koruma sistemlerini geliştirmek durumundadır .   Küresel şirketlerin oluşturduğu Dünya Ticaret Örgütüne karşı ulus devletler de bir araya gelerek acilen  bir ulusal enternasyonel  oluşturmalıdırlar.
Soru-5-Dünyanın merkezi konumundaki Orta Doğu bugün yangın yerine dönüşmüş durumdadır . Bu doğrultuda Türkiye’yi ne gibi tehlikeler beklemektedir . ?
Cevap-5- Orta Doğu’da tarihten gelen bütün sorunlar bugün de vardır ve giderek büyüyerek geleceğe doğru uzanmaktadırlar . Ne var ki ,bu bölgenin en büyük sorunu İsrail sorunudur .İki bin yıl önce Roma imparatorluğunun yıkmış olduğu din devleti yeniden merkezi coğrafyanın tam ortasında kurulurken , tarihin intikamının alınacağı hasım olarak Roma devleti ortada olmadığı için , işgal edilen bölgenin eski ahalisi olan Filistinliler’den  iki bin yıl öncesinin yıkılımının intikamı alınmaya çalışılmaktadır . Suçlu Romalıların bugünkü mirasçısı olarak İtalyanlar dururken , bin yıldır orada yaşamakta olan suçsuz Filistinlilerin baskı ve işgal altında tutulmaları çok büyük bir haksızlığa yol açmakta ve uluslararası kamuoyu tarafından böylesine haksız bir işgal  her yerde tartışma konusu olmaktadır .   Tarihte iki kez kurulmuş olan İsrail yirminci yüzyılda üçüncü kez kurulmuştur . Siyonist devletin kurucuları iki kez yıkılan devletlerinin başına gelenlerden     ders aldıkları için üçüncü kez yıkılmamak üzere hem emperyal hem de Siyonist komplolar hazırlayarak , bir an önce Büyük İsrail  İmparatorluğu ya da federasyonu oluşturabilmenin çabası içindedir . ABD’yi bu doğrultuda Siyonist lobiler üzerinden kullanan  İsrail devleti , bölgeye Bekaa vadisi üzerinden terörü ve de  Kurtlar vadisi üzerinden de  savaş senaryolarını Holywood destekli bir biçimde getirmiştir .
             Tarih ve jeopolitik kitapları İslam dünyasının tam ortasında küçük bir İsrail devletinin sonsuza kadar yaşayamayacağını ve bu nedenle bir an önce Büyük İsrail devletinin kurulması gerektiğini   açıkça yazmaktadırlar . Birinci İsrail’i bir Mezopotamya gücü olarak Babil Krallığı , ikinci İsrail’i ise bir Avrupa gücü olarak Roma İmparatorluğunun yıkmış olduğu hatırlanırsa , bugünkü üçüncü İsrail’in  Mezopotamya’dan gelebilecek tehlikeye karşı ikinci İsrail olarak Kürdistan ile kendini güvence altına almaya çalıştığını ,Avrupa Birliğinden Roma İmparatorluğu benzeri bir saldırının gelmesi ihtimaline karşı bölgedeki üçüncü İsrail devletini de Kıbrıs adası üzerinde  inşa etmeye çalıştığı görülmektedir .Böylesine bir strateji Kuzey Irak ve Suriye ile Kuzey Kıbrıs üzerinden Türkiye Cumhuriyetini dolaylı olarak tehdit etmektedir . Bu nedenle Orta Doğu bölgesindeki bütün gelişmelerin Osmanlı İmparatorluğunun merkezi toprakları üzerinde kurulmuş  olan Türkiye Cumhuriyetini tehdit ettiği söylenebilir . Irak ve  Suriye gibi komşu ülkelerde yıllardır yaşanmakta olan emperyalist haksız savaş gelişmeleri  bu bölgenin sınır komşusu olan Türk devletini de geleceğe dönük bir çok tehdit ile karşı karşıya getirmektedir .

            Batı emperyalizmi ve Siyonizm ortaklığı merkezi alana egemen olabilmek üzere , bütün bölge devletlerini eyaletlere bölerek , eyaletler üzerinden bir bölgeselleşmeyi var olan devlet yapılarının üzerine dayatmaktadır . Siyonizm Büyük İsrail peşinde koşarken , Atlantik emperyyalizmi  de Büyük Orta Doğu planı doğrultusunda    bir arayış içerisine girişmiştir . Bölgeye  birinci dünya savaşı öncesi gelmiş bulunan  İngiltere’nin  Yakın Doğu Konfederasyonu planı ise  en az ABD ve  İsrail’in planları kadar gerçekleşme süreci içine girmiştir . Her üç program da merkezi alana  yeni bir düzen vermek üzere hazırlanmış ve  bu doğrultuda gerçeklik kazanma durumu  dışarıdan zorlanmıştır . Bu tür planlar bölge ülkelerini doğrudan tehdit ettiği gibi  aralarındaki çekişmeler  yüzünden de terör ve savaş zorlamalarını  orta dünya denilen merkezi alandan eksik etmemiştir .  Bu yüzden Orta Doğu bölgesi yangın yerine dönmüştür .  Merkezi bölgeyi ele geçirmek isteyen batılı emperyalistler ile birlikte Siyonistler de   yarışa kalkışınca  her türlü savaş senaryosunun bu alanda gerçekleşme şansı kazandığı görülmüştür . Türkiye’nin bir bölge devleti olarak  komşu ülkeler ile bir büyük birlikteliği bölgesel yapılanma planı doğrultusunda  terör ve savaşa karşı geliştirmesi gerekmektedir . Barış için Merkezi Devletler Birliği adı altında komşu devletler tehditlere karşı bölgesel bir birlik kurmalıdır.     

29 Kasım 2017 Çarşamba

YÖNETENLERİN YÖNETEMEZ (YÖNETİLEMEZ) HALE GETİRDİĞİ ÜLKE: TÜRKİYE, YAZAN: "HAKAN PAKSOY" (MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ)

YÖNETENLERİN YÖNETEMEZ OLDUĞU VE YÖNETİLEMEZ HALE GETİRDİĞİ ÜLKE: TÜRKİYE

(MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ)
Türkiye’nin bekası, birliği ve bütünlüğü tehdit altındadır. Hem de bu tehdit hemen hemen her gün, her vesileyle ve bizzat Cumhurbaşkanı tarafından dile getirilerek sıradanlaştırılmıştır. Bu sıradanlaşma toplumu son derece olumsuz bir şekilde etkilemiş, ekonomik sıkıntılar sebebiyle de moral bozukluğu had safhaya gelmiştir. Bu durumun sorumluları çıkış yolunu bulabilirler mi? Bunun cevabı kesinlikle hayırdır. Peki, niçin? Bu sorunun cevabına, “Nasıl bu hale geldik?” sorusuyla başlayabiliriz. Kısa kısa dokunuşlarla geçmişe bakmak yararlı olacaktır.
AZ GİTTİK UZ GİTTİK/DERE TEPE DÜZ GİTTİK…
Ülkemizi 15 yıldır, “Dağa taşa ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ yazdınız ama bu ülkede sadece Türkler yaşamıyor ki… Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut…” diye devamlı tekrarlayan, Türk milli kimliği ile kavgalı, ideolojik bir zihniyet yönetmektedir. Yönettiği milletin tarihi, sosyolojisi ve anayasal kimliği ile sorunu olanlarla bir yere varılamayacağı aşikârken, onlar her gün surda başka bir gedik açmakla uğraşmaktadırlar!
Yöneticiler günlük uygulamalarında hukukun dışına çıkınca, hukuku yöneticilere uydurmak için anayasa referandumuna gidilmiştir. Yaptıklarına da “Yeni Türkiye” diyeceklerdir. Aslında hayallerinin yeni değil başka bir Türkiye olduğu da apaçık ortadadır. Haddizatında hiçbir şey yeni de değildi. Yeni diye sunulan her şey,  19. yüzyılda başlayan ve cumhuriyetin ilanıyla çözüme kavuşan tartışmalara yeniden dönülmesiydi. Yani 100 yıl önceki çözüme itiraz söz konusuydu. 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin; sadece Türk etnisitesi (!) üzerine kurulduğunu; tekçi, inkârcı ve asimilasyoncu bir yapı” olduğunu iddia ediyorlardı. Bunun için bir çıkış yolu da bulunmuştu: “1920 ruhu canlanmalıdır”. Vatan hainlerinin heykelleri dikildi, düşmanla işbirliği yapanlar kutsandı. Heykelini diktikleri veya kutsadıkları kişiler aynı zamanda 1920 ruhuna karşı çıkan ya da o ruhun katline fetva verenlerdi.
Yaşananların ilk işareti Temmuz 2001’de; “Irka dayalı milliyetçilik yapmayacağız, dine dayalı milliyetçilik yapmayacağız, Türkiyelilik bilincini geliştireceğiz.” denilerek verilmiş, Türk Milleti’nin kimliğiyle ilgili düşünceler ortaya konulmuştu.
3 Kasım 2002 seçimlerinin ertesi günü Yunanistan Başbakanı’nın kutlama için aramasından iki gün sonra “Kıbrıs konusunda Türkiye’nin Belçika Modeli teklifine sıcak bakıyoruz” açıklaması da devlet ve yönetim anlayışı için çok önemli bir işaretti.
Seçimlerden zaferle çıkmış bir parti vardı ancak genel başkanı milletvekili değildi. Seçim sonuçları bile tam olarak belli olmamış, TBMM oluşmamış, hükümet kurulmamışken,  devletin İstiklal Harbi’nden bu yana uğruna savaşa girdiği tek milli meselede; devletin yetkili ve ilgili kurumlarından bilgi almadan, genel başkan tarafından, konunun muhatabına böyle bir çözüm teklif ediliyordu. Bu Türk Devlet felsefesindeki devamlılık esasının dışında ve normal şartlarda beş yıllığına emanet alınan yönetme yetkisini sınırsız bir şekilde kullanma felsefesini ortaya koyan ilk önemli işaretti. Zımnen,  “Benden başka kimse yok, benden öncesi yok, benden sonrası da olmayacak.” deniliyordu. Zamanın şartları içinde bunların görebilmesi pek de mümkün olmamıştı.
Bu anlayışın devamı uygulamalar zaman içinde peşpeşe geldi. Bağımsız devletimizin tapu senedi olan Lozan Antlaşması ile kavga ettiler, kurucularla kavga ettiler, daha da ileri gidip İstiklal Harbi ile ilgili ileri-geri sözler ettiler. Başarısız girişimlerdi ama güçleri yetmeyecekti çünkü cumhuriyeti kuranlar doğruyu yapmışlardı, haklıydılar. Türk Milletinin gönlünde müstesna bir yerleri vardı ve millet, onlara sahip çıkıyordu.  Haklının ve doğrunun karşısında bugün geldikleri yer, ilk iktidar olduklarından bu yana, fırsat buldukça yanlışlarını konuştukları o kurucuların fikirleri ve izledikleri siyaset(ler)e dönmek oldu. Hani masallar; az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Bir de bakmışım ki bir arpa boyu yol gitmişim.” diye başlar ya, işte öyle oldu. Hatta Türkiye bir arpa boyu bile yol alamadı ama yol alanlar başkaydı.
16 Nisan (2017) Referandum akşamı Cumhurbaşkanı’nın açıklaması, “200 yıllık kadim tartışma sona erdi” şeklindeydi. Bazı gazeteler de; 3 Kasım 1839’da okutturulan Tanzimat Fermanı ile ‘Sultan’ ve ‘Halife’nin otoritesinin azaltılarak (…) zerkedilen narkoz resmen ve fiilen sona ermiş oldu” diyeceklerdi.
Bütün bunlar için evvela, önlerinde en büyük engel olarak duran Türk Silahlı Kuvvetleri, başlamasına ABD Başkanı Bush’la yapılan görüşmede karar verildiği ifade edilen Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi davalarla çökertildi. Bununla silah arkadaşlığı fikri ve hukuku yok edilmişti. Özellikle Ergenekon adıyla yürütülen dava ile Türk Milli Kimliğinin en önemli yapıtaşlarından birisi olan destanımıza kastediliyordu. Yani Türk mitolojisi de hedefteydi. Ardından, Silahlı Kuvvetlerin kozmik odasına girilmesine müsaade ettiler, onlara göre “devlet bağırsaklarını temizliyordu.” Sonradan öğrenildi ki oradan alınan bilgilerin nerede olduğu, kimlere verildiği bilinmiyormuş. Neredeyse yüz yıllık bir çalışma yok edilmişti. Doğrudan devletin omurgası hedefti ve on ikiden vurulmuştu.
Türkiye bir arpa boyu bile gidemezken Türk Milleti üzerine proje yapanlar ve ortakları dağları aşıyorlardı.
Yoldaki taşlar temizlendikten sonra esas operasyona geçildi. Önce, “Kürt Açılımı” adı verilen ama tepkiler önemli ölçüde artınca “Barış ve Kardeşlik”, daha sonra “Çözüm Süreci” denilerek bölücü örgütle kurulan ilişkiler ve yapılan pazarlıklar hep birer proje olarak açıklandı. Habur’daki çadır mahkemesi rezaletiOslo’da terör örgütü ile yapılan, en az beşi bilinen ve Başbakanlık Müsteşar Yardımcısının bizzat görevlendirildiği görüşmeler ve ardından İmralı’da mahpus olan bölücü başı ile yapılan müzakereler izledi. Bu süreçte, açılımı yürütmekle sorumlu Devlet Bakanının bölücü başı ile bizzat görüştüğüne dair bilgiler medyada yer aldı. Bu görüşmelerin tutanakları onun adıyla kitap olarak Avrupa’da yayınlandı, orada da bu bilgi yer alıyordu ama üstü bir şekilde kimse tarafından açılmadı.
Bütün bunların sonucunda 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda 10 maddelik bir mutabakat açıklaması yapıldı. Tam da bir devlet kuruluşu açıklaması gibiydi. Önce, “bu hasretle beklediğimiz çağrıdır.  (…) Ne istendi de bu ülkede hükümet, 12 yıllık başbakanlığım döneminde verilmedi?” denildi. (Erdoğan, 28 Şubat 2015, Suudi Arabistan’a giderken havaalanında)Fakat sonra, içten içe artan kamuoyu tepkisinden olsa gerek, “Kürt sorunu yok Kürt kardeşimin sorunu var”a dönüldü. Bu arada, bir yandan da bölücübaşının nevruz günü okunmak üzere kaleme aldığı mektup üzerinde rötuşlar da yapılıyordu. Olayın bölücülerin adına katılan aktörleri tarafından, “Kimlerin katılacağı ile oturma düzeninin bile hükümet tarafından tespit edildiği” söylenecekti. Hatta İmralı heyeti diye kurumsal bir isim verilen heyetin başkanı olan ve İmralı cezaevi ile Ankara ve Kandil arasında mekik dokuyan Sırrı Süreyya Önder TBMM Kürsüsünden; Sayın Cumhurbaşkanı o zaman Başbakan’dı, beni aradı, ‘Kandil’e gittiniz, ne oldu’ dedi. Devamını mahkemelerde söyleyeceğiz. Onun için, Kandil’den talimat alan kimmiş, Kandil’e haber gönderen, ricacı gönderen kimmiş, kaldırın dokunulmazlığımızı, bütün bunları mahkemelerde konuşacağız” diyecekti. Bu sözler ilgilileri tarafından yalanlanmadı. Yani bir nevi tavşana kaç tazıya tut denilmekteydi…
İmralı Pazarlıkları ve Dolmabahçe Mutabakatı sürecinde, Çatışmasızlık diye bir kavram icat edildi ve teröristler, güvenlik güçlerinin önünden geçse dahi müdahale edilmesine izin verilmedi. Bir de bakıldı ki birçok şehir ve ilçemizde hendekler açılmış, yeraltına tüneller kazılmış, buralara silah ve mühimmat yığınağı yapılmış, el yapımı patlayıcılar yerleştirilmişti. Oslo Görüşmelerinde(2011) devletin istihbarat bürokratı: “Biliyoruz metropolleri de bu arada patlayıcılarla doldurdunuz.” demişti. Yani, aslında devletin her şeyden haberi vardı ama görmezden gelinmişti.
Her birisi dünyaya bedel olan nice yiğidimizi bu mücadelede kaybettik. Bu mücadelede şehir ve ilçelerimizin birçok mahallesi yer ile yeksan oldu. Bu ağır bedele rağmen şükür ki başarıldı, Türk Askeri ve Türk Polisi kararlılığını ortaya koydu. Başarıda, Türk Milletinin çok uğraşılan ancak bir taşı bile sökülemeyen sağlam milli yapısı büyük rol oynadı. Mücadele edilen yerlerde oturan insanlar sesini bile çıkarmadan Devletini destekledi ve Milletinin yanında durdu.
Ancak, terörle değil sadece teröristle mücadele edilmişti. Bu gözden kaçmıştı. Yani bataklık kurutulmuyordu çünkü bataklığa devamlı su taşıyan siyasi iktidarın kendisiydi. Türk Kimliği ile kavgalı olmak bataklığa su vermek demekti. Bu da niçin bir arpa boyu yol alamadığımızın sebeplerinin en başta geleniydi…
YA SINIRLARIMIZDA NELER OLUYORDU?
Ege Denizindeki bizim olan 18 Adaya Yunan Bayrağı çekilmesine göz yumulmuştu. Sorana da ya Lozan’da kaybettiğimiz adalar polemiği ile cevap veriliyor ya da soru duymazlıktan geliniyordu.
Cumhuriyet Tarihi’nde uğruna girdiğimiz tek savaş sebebi olan Kıbrıs neredeyse Rumlara teslim edilmek üzereydi.
1915 Olaylarında(!) ölen Ermenilerin torunlarına taziye bildirildi, onların acılarının anlaşıldığı açıklaması yapıldı.(Başbakanlık, 2014)
Güney komşularımızda olanlara seyirci kalınmıyor(!) habire sobaya odun atmakla meşgul olunuyordu. Yöneticilerin gözü açık gördükleri ideolojik rüyalar bunu fırsat olarak değerlendiriyorlardı. Her türlü uyarıya yine aldırılmıyor, uyaranlar sert ve nezaketten uzak bir şekilde; “Siz haklı olsaydınız yüzde ellibir’i siz alırdınız…” diye cevap veriliyordu…
Bu şekilde Irak yönetimine rağmen Barzani ile diplomatik ilişki kuruldu. Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan ve Dış İşleri Bakanı ile Barzani arasında yapılan görüşme sonrasında, Bakan; “Son dönemde Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürt kardeşleriyle ilişkileri büyük bir ivme kazanmıştır. 2009’da ben, bu sene de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Erbil’i ziyaret etti. Bütün dünyaya Sayın Başbakanımız güçlü bir mesaj verdiler. Kürtler ve Türkler, hangi ülkede olurlarsa olsunlar ezeli ve ebedi kardeştirler. Ve bu ezeli ve ebedi kardeşlik bu zeminde güçlenerek geleceğe taşınmalıdır. Bölgemizde yaşanan son gelişmelerle bu kardeşliğin daha da geliştirilmesi büyük önem kazanmaktadır. Çünkü bölgemizde bütün yapılar yeniden inşa edilirken, Türkler ile Kürtler arasındaki bu kardeşliğin inşa edici bir rolü var. Bölgemizde kalıcı bir etki yapacaktır.” diyecekti (Ahmet Davutoğlu, 3 Kasım 2011).Barzani ile proje ortaklığı bir kez daha ilan edilmişti.
Yine hiçbir uyarıya aldırmadan yollarına devam ettiler ama 2017’ye gelindiğinde, Barzani’nin bağımsızlık referandumunun ertesi günü, o dönemin Başbakanı olan Cumhurbaşkanı: Böyle bir yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk, demek yanılmışız” diyecekti (2017-2018 Akademik Yılı Açılış Töreni 26 Eylül 2017).
Şam yönetimini devirmek için Suriye muhalefetine neredeyse sınırsız destek verildi. Her coğrafyadan ipini koparan soluğu güneyimizde aldı, sınırlarımız kevgire dönmüştü. Yaralananların ülkemizde tedavi edildiğine dair haberler basında yer alıyordu.
IŞİD belası göz göre göre geldi. Artık Müslümanlar koyun gibi boğazlanıyor, diri diri ateşe atılıp yakılıyordu. Ölen de Allah-u Ekber diyordu, öldüren de…
Canını kurtarmak için kaçanlara “onlar muhacir biz ensarız” denilerek kucak açıldı. İlk başlarda özellikle Irak’tan, Türkmen meselesi yüzünden Barzani’nin örtülü destek verdiği IŞİD’ın katliamından kaçan Türkmenler alınmıyordu. Ezidiler, Süryaniler, Araplar hepsi sorgusuz sualsiz alınıyor ama Türk’üm diyenlere kimlik soruluyor ve sınırda bekletildikten sonra geri gönderiliyordu. Bu şekilde binlerce Türk(men) ya çölün şartlarına ya da IŞİD’in zulmüne terk edildi.
Bu şekilde dört milyonu aşkın sığınmacı ülkemize giriş yaptı. Ama doğru dürüst bir kayıt tutulmadı ve nerede ne kadar sığınmacı olduğu bilinmez hale geldi. Gelecekte milli güvenlik tehdidi haline gelebilecek sığınmacı problemi ile birlikte yaşar hale geldik. O gün katil rejimden(!) kurtardığımız insanların, bugün rejimleriyle anlaşmak üzereyiz. Yine bir arpa boyu yol alamamıştık.
Güneyimizde, Suruç’un karşısındaki Ayn el-Arap’ta IŞİD ile PKK’nın Suriye kolu PYD hâkimiyet mücadelesi veriyordu. ABD’nin başkanı Obama ile bir görüşme sonucunda, peşmerge kılıklı PKK teröristlerinin Ayn el-Arap’a geçmesine izin verildi. Sözde IŞİD ile mücadele ediliyordu. Fakat asıl maksat bölücü başının hapisteyken kurdurmasına göz yumulan PYD’yi kurtarmaktı. Teröristler, hem de bir 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı’nda, “biji serok Obama” sloganları eşliğinde, Türk polisi eskortu ile ve Türk askeri korumasında geçtiler. Yoldaki yemeklerini de devletimiz karşılamıştı.
Ayn el Arap kurtarıldı(!), adı da Kobani oldu. Nüfusun çoğunluğunu Türk ya da Arapların oluşturduğu bölgelerde etnik temizlik yapıldı. Türk ve Arap nüfus bölgeden sürülüp çıkarılmıştı. Türkiye’nin yöneticileri sayesinde artık orada bir kanton yönetimi kurulmuş ve PYD-PKK’nın bir devletçiği olmuştu. Dönemin Başbakanı da partisinin Diyarbakır İl Kongresinde yaptığı konuşmada: “Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir.” demişti. Sonradan buradaki yapılanmaya itiraz ettiler ancak başlatılan Rakka operasyonu esnasında “Fırat’ın batısına geçilmesini kabul edemeyiz…” söylemiyle bu yapılanmaya rıza gösterildi. Bu operasyon da aslında güneyimizde, İskenderun’dan çıkacak Kürt koridorunu kurma operasyonunun başlangıcıydı.
Önceleri Hatay’ın sınırındaki Afrin görmezden geliniyor hala Suriye’de “Katil(!) Esed gitmeli” söylemleri ile savrulmalar yaşanıyordu. Bu süreçte; Rusya’nınHazar Denizinden26 füze fırlattı(26 Ekim 2015). Hemen sonrasında da bu füzelerin tamamını hedeflerine ulaştığını açıklamıştı. Anlaşılan oydu ki operasyon, İran ve Irak ile mutabakat içinde yapılmıştı. O günlerde kimsenin üzerinde durmadığı ya da durdurulmadığı(!) bu olaydan çok sonra, füzelerden birisinin topraklarımıza düştüğü ama patlamadığı Bizzat Cumhurbaşkanı tarafından açıklanacaktı, ama ne hikmetse medyamız bu açıklamayı da görmezden geliyordu (2 Şubat 2016, Santiago).
Bu füzelerden az bir zaman sonra, angajman kurallarını çiğnediği için bir Rus uçağı düşürüldü(24 Kasım 2015). İlk açıklama Cumhurbaşkanlığı yetkililerince Anadolu Ajansı’na, “Rus uçağı düşürüldü” şeklindeydi ama 10 dakika sonra Genelkurmay Başkanlığı “Milliyeti tespit edilemeyen uçak” diyecekti. Genelkurmay olaya balans ayarı yapıyordu. Gelişmeler devlet yönetimindeki zaafı açıkça gösteriyordu. Anlaşılan o ki, birileri kahramanlık (!) rolü kapma yarışındaydı ama devlet çok zor duruma düşmüştü. Devletin en son sözü söyleyecek en üst makamı, hiç söylenmemesi gerekeni daha ilk cümle olarak sarf edecekti. Bunun bedeli ağır ödendi. Araya Nazarbayev’in girmesi ve “yanlışlık oldu” şeklinde bağlanan arabuluculuğuyla kriz çözüldü. Rusya, Türkiye’nin özür dilediğini açıklıyordu. Biz yine bir arpa boyu yol almıştık, muarızlarımız ise dağları aşmışlardı…
KAPKARA BİR CUMA AKŞAMI…
15 Temmuz 2016’ya gelindiğinde, Türk Tarihi’nin en acı günlerinden birisi yaşandı. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yapılanmış olan, siyasi iktidarın her türlü uyarılara rağmen göz yumduğu ve Yüksek Askeri Şura Kararları ile önlerini açtığı bir yapılanma darbe girişiminde bulundu. Kardeşkanı aktı, Meclis bombalandı. Çok şükür ki başaramamışlardı. Cumhurbaşkanı şaşkınlığını, alelacele düzenlenen Olağanüstü Din Şurası’nda; “Menzilimiz birdi, alınları secdeye geliyordu… Aldandık… Yanılmışız… Rabbim ve Milletim affetsin…”gibi ifadelerle açıklayacaktı. Artık aldanma ve aldatılma itirafları sık gelmeye başlayacaktı. Şura da, sanki darbecileri ve başındaki haini Din dışı ilan etmek için toplanmıştı. Sonuç Bildirisi böyle bir dille yazılmıştı. Hain darbenin şifreleri bu şekilde çözülmüş oluyordu sanki. Ayrıca ilginç bir husus daha vardı ama ülkenin karışık durumunda pek de dikkat edilmemişti. Bu bildiri ile Yüce Dinimizde olmayan bir aforoz (!) yöntemi de oluşturulmuştu.
Darbeci hain yapı ile mücadele başladı, bu yapılırken de, “Yeni bir devlet” yapılanması açığa çıkmaya başladı. Özellikle en önemli devlet organı olan ordu yeniden yapılandırıldı. Harp okullarının yönetimi sivil yöneticilere devredildi. Genelkurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanlığına, Kuvvet Komutanlıkları Savunma Bakanlığına bağlandı. Genelkurmay Başkanlığı herhangi bir kuvveti olmayan bir sembolik makam haline getirildi. Hatta medyada, TSK’nın bu yeni yapılanmasına dair uygulanan projenin, darbe girişiminin hapisteki kilit isimlerinden birisi tarafından hazırlandığı yazılıyordu. Bu da yalanlanmadı.
Fırsat bu fırsattı, karşı çıkanlar da darbeci suçlamasına maruz kalıyorduYeni Devlet kuruluşuna dair açıklamalar medyada yer almaya başladı. Ağzını tutamayıp erken konuşanlar oldu. Malumu ilam edenler de derhal susturuldu. Fakat “Yeni Türkiye” söyleminden de Türk kimliği ile mücadeleden de hiç vazgeçilmedi. Son dönemde, arada bir toplumun gönlünü okşamak için Türk demek ihmal edilmedi. Ancak, özellikle Cumhurbaşkanı’nın 10 Kasım (2017) konuşmasında çok vurgulu bir şekilde, kimliksiz bir milletten bahsedilerek; yine geçmiş suçlamaları ve güya yanlışlıkları, eksikleri ya da farklılıkları öne çıkarılmaya devam edildi. Değişen bir şey yoktu.
Bütün bunlar yaşanırken ve TSK’nın içinde bulunduğu çok zorlu şartlara rağmen,  Fırat Kalkanı Harekâtı yapıldı. Bu sürecin en isabetli kararıydı.  İskenderun’u tehdit eden Kürt Koridoru emeline biraz da olsa ket vuruldu. Ama bu sefer de Afrin bir tehditti.
Türkiye, Afrin’i dillendirince Rusya orada bayrak gösterdi. Bütün komşularıyla bir şekilde arası açık olan, uluslararası anlaşmalarla müttefik olduğu devletlerle ilişkileri neredeyse kopacak kadar gergin hale gelen Türkiye yalnız kalmıştı. Tarihin hiçbir safhasında böyle bir yalnızlık yaşanmamış, büyüklüğü defalarca dile getirilen, 100 yıl önce tahttan uzaklaştıranlara beddualar düzdükleri 2. Abdülhamit’ten bile ders alınmamıştı! Anlaşılan Abdülhamit’e sahip çıkarken de onu öğrenmemiş, bilmemiş ve tanımamışlardı.
VE GALİBA FİNALDEN ÖNCEKİ SON SAHNE…
Tarihin akışı, 22 Kasım’da (2017) Soçi’de yapılan Rusya, İran ve Türkiye zirvesi ile başka bir mecraya yöneldi. 2017 yılı içindeki çok sık aralıklarla yapılan Türkiye – Rusya görüşmelerinin en önemli maddesi Suriye’ydi. Türkiye2011’den beri mütemadiyen tekrar ettiği yüz binlerin katili rejim… Katil Esed…”söylemini yavaş yavaş terk etmeye başlamıştı.
Zirveden bir gün önce Putin’le Esad bir araya geldi. Ertesi gün, Suriye’de bir Ulusal Diyalog Kongresinin toplanacağı açıklanacaktı. Bu kongreye; Putin, “(Suriye’deki) etnik, dini ve siyasi grupların tamamının…”, İran Cumhurbaşkanı Ruhani, “Bütün grupların…” katılacağını açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “kapsayıcı, özgür, adil ve şeffaf bir sürecin hayata geçirilmesi hususunda görüş birliğine vardık. Bu çabanın başarısı başta rejim ve muhalefet olmak üzere tarafların tutumuna bağlıdır. (…) terörist unsurların dışlanması önceliklerimiz arasında yer almaya devam edecektir.” Dedi.
Zirve Sonuç Bildirisi’nde ise; “DEAŞ, Nusra Cephesi ve BM Güvenlik Konseyi tarafından tanımlanan diğer tüm terör örgütlerinin ortadan kaldırılması” ile “Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti temsilcilerini ve Suriye’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine, toprak bütünlüğüne ve parçalanamaz karakterine bağlı olan muhalefeti yakın gelecekte Soçi’de düzenlenecek Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne yapıcı şekilde katılım sağlamaya çağıran devlet başkanları…” denilmektedir. Bu iki cümle bizim için terör örgütü olan PYD’nin BM tarafından terörist kabul edilmediği de göz önüne alınarak birlikte değerlendirilmelidir.
Ayrıca Sonuç bildirisindeki; “Devlet başkanları … bahsi geçen gerginliği azaltma bölgelerinin tesis edilmesinin ve Suriye ihtilafının çözümüne yönelik hiçbir siyasi girişimin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne hiçbir suretle halel getiremeyeceğini vurguladı.” ifadesindeki “gerginliği azaltma bölgelerinin tesisi”inden de özerk bölgeler anlaşılmalıdır.
Bu açıklamalara göre, rejimi Esad, dini unsurları İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)ve etnik unsurları da Kürtler olarak düşünmek gerekir. Türk(men)ler Irak’ta da olduğu gibi hiç gündeme bile gelmemekte/getirilmemektedir.
Mayıs 2017’de yürürlüğe giren Suriye’de Gerilimi Azaltma Bölgeleri Anlaşması çerçevesinde, muhtemelen Fırat’ın doğusundaki bir Kürt yönetimine karşılık, Fırat Kalkanı ile elde tutulan bölgede kurulacak bir Müslüman Kardeşler yönetiminin pazarlığı hissedilmektedir. Böyle bir oluşuma sığınmacıların gönderilebileceğinin düşünülmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Hatta bu şekilde Türk kamuoyunun daha kolay ikna edileceği de düşünülmüş olabilir. Siyasi iktidarın, -özellikle Müslüman coğrafyadaki-  İhvancı siyaseti de böyle bir mutabakatı kabul etmesini mümkün kılmaktadır.
PEKİ, NE YAPILMALI?
Bu badire atlatılabilir mi? Elbette atlatılır. Ancak ciddi tutarlı ve milli bir siyaset izlemek bunun ilk şartıdır. Peki, bu siyaset nasıl olmalıdır? Bu sorudan evvel “bu siyaseti kim oluşturmalı ve yönetmelidir?” sorusu sorulmalıdır.
3 Kasım 2002 seçimleri ile başlayan macera aslında 22 Kasım 2017’de Soçi’de bitmiş gibi görünmektedir. Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ni; ideolojik yaklaşımlarla, genel tarih, siyasi tarih coğrafya, sosyoloji gibi bilimlerden hiç faydalanmadan, sadece günlük siyasi tercihler ve ideolojik hedefler doğrultusunda yönetmek mümkün değildir. Şimdiye kadar izlenen ve değişmediği görülen; yanlışlıklarla ve aldanmışlıklarla dolu, ideolojik hedeflerine kilitlenmiş, Türk kimliği ile kavgalı bir yönetim sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Böyle bir yönetim olaylar karşısında, rüzgârda uçuşan yaprak misali, mütemadiyen büyük savrulmalarla sonuçlanmıştır. Böyle bir tercihle bırakın çok önemli bir coğrafyadaki Türkiye gibi binlerce yıllık bir devleti, herhangi bir devlet dahi böylesine sık ve sert savrulmalarla yönetilemez.
Mevcut yönetim 2002 seçimlerinden bu yana; AB, ABD, İsrail, Rusya, İngiltere, Almanya, Mısır, Arap devletleri, komşularımız, kim aklımıza gelirse gelsin, ilişkilerimizi sıkıntılı bir hale getirmiştir. İktidarının başında, AB sürecinde ve sonrasında ve bugüne kadar uluslararası ilişkilerde izlenen kayıt dışı diplomasi bugünkü tavizlere zemin oluşturabilecektir ama bu kayıt dışı diplomasi, aynı zamanda, başka bir kadro elinde fırsat da olabilecektir. Dolayısıyla yeni bir kadro, bu badireden çıkabilmek için gerekirse, şimdiye kadar olanlar geçmiş yönetimin yaptıkları ya da söyledikleriydi şeklinde bir yaklaşım ile Türkiye’nin elini çok daha güçlü hale getirebilecektir. Bu şekilde de devletimiz daha kolay manevra yapabilecek bir rahatlığa kavuşacaktır.

23 Kasım 2017 Perşembe

DÜNYA'DA BİLİNEN "İLK TÜRK" HAZRETİ NUH'UN OĞLU YUSUF'UN OĞLU: TÜRK İLE; Yafes’in (Yusuf'un) oğulları: Türk, Gomer, Magog, Madai, Javan, Tubal, Meshech ve Tiras. (Türk kavimler)

BİLİNEN İLK TÜRK KİMDİR?
“TÜRKLER, HZ. NUH PEYGAMBERİN OĞULLARINDAN YUSUF'UN (YÂFES), ADI  "TÜRK" OLAN OĞLUNUN NESLİNDENDİR. TÜRK MİLLETİNİN KÖKÜNÜN DAYANDIĞI ”TÜRK” ADINDAKİ İNSAN, İNSANLIĞIN İKİNCİ BABASI HZ. NUH ALEYHİSSELAM’IN OĞLU YÂFES’İN (YUSUF'UN) OĞLU OLAN KİŞİDİR.” 
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
Atatürk 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında şöyle diyordu:
Efendiler; Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yâfes’in oğlu olan kişidir.”
Çok şükür ki, Tanrı bu lütfü Türklere vermiştir. 
Gerçekten de Türkler inananlara karşı son derece mütevazı, onlara saldıran inançsızlara karşı son derece amansız olmuşlardır. Haçlı seferlerine karşı koyanlar Sam Araplar değil, Türklerdi, Sam Araplar, Selçukluları arkadan vurmuşlar, haçlıların işini kolaylaştırmışlardı. Haçlılar bu suretle Kudüs’ü ele geçirip Müslümanları katletmişlerdi. (1098)
820 sene sonra 1. dünya savaşında Sami Araplar yine Türk’leri arkadan vurmuşlar, ve Lavrence’in peşine takılarak ülkelerini batılılara adeta peşkeş çekmişlerdir. (l918)
Bu ihanet sonucunda İngiliz orduları mukaddes topraklara; Kudüs, Mekke, Medine’ye hükmedecek şekilde Arabistan’da söz sahibi oldular. Daha sonra İngiliz, Fransız ve Amerikalılar Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Cezayir, Tunus’u ve bu ülkelerin sahip olduğu zenginlikleri aralarında bölüştüler. Hatta Rus ihtilalini bahane ederek Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan’a Kafkasl’ara el attılar. Eğer Türkler, emperyalist haçlı istilalarına karşı direnip galip gelmeseydi; bütün zengin kaynaklarımız giibi kutsal topraklarımızın yanı sıra İslam da elden gidebilirdi.
700 yıllık Endülüs’te bir tek Müslüman bırakmayan batılılar zaten bu amaçlarından hiç bir zaman vazgeçmemişlerdir. İslam bu yobazlara bırakılamayacak kadar mükemmel bir dindir”
“Türkler, Nuh peygamberin oğullarından Yâfes’in Türk adlı oğlunun neslindendir.
“Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Hz. Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yâfes’in oğlu olan kişidir.”
Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihinde “Tu-Kiu” şeklinde görülmektedir.
Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy’da kurulan Göktürk İmparatorluğu ile olmuştur. Orhun kitabelerinde yer alan “Türk” adı daha çok “Türük” şeklinde gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devlet’inin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Göktürk İmparatorluğu olduğu bilinmektedir.
Göktürklerin ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, sonrada Türk milletini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
MS. 585 yılında Çin İmparatorunun Göktürk Kağanı İşbara’ya yazdığı mektupta “Büyük Türk Kağanı” diye hitap etmesi, İşbara Kağan’ın ise Çin İmparatoruna verdiği cevabi mektupta “Türk Devlet’inin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti” hitapları Türk adını resmileştirmiştir.
Orhun Kitâbeleri’nde Türk sözü daha çok “Türk Budun” şeklinde geçmektedir. Türk Budun’un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde o boylardan kavimlerden gelen büyük bir topluluğa mensubiyeti belirleyen bir kavim olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
Hz. Nuh’un Semavi kutsal kitaplara göre 3 tane oğlu vardır, bunlar: Sam, Ham (Kenan), Yafes.
Tekvin’e göre üç temel soy Nuh’un bu üç oğlundan meydana geldi.
* Yafes, Yafesi soyu kabiesi
* Ham, Hami soyu kabilesi
* Sam, Sami soyu kabilesi toplumların ataları oldu.
Nuh’un ilk torunları
Yafes’in oğulları: Turk, Gomer, Magog, Madai, Javan, Tubal, Meshech ve Tiras. (Türk kavimler)
* Ham’ın oğulları: Cush, Mizraim, Put, Caanian ve Aamelikan (Yahudi kavimler)
* Sam’in oğulları: Elam, Asshur, Arpachshad, Lud ve Aram, (Arap kavimler)
Yafes’in oğullarının dağıldığı coğrafyanın tümünde Türk boyları göze çarpmaktadır.
– “ve gemiden çıkan Nuh’un oğulları Sam, Ham ve Yafes idiler. ve bütün yeryüzüne yayılanlar bunlardan oldu… _Kenan’ın atası Ham, (bir gün) babasının çıplaklığını gördü, kardeşlerine söyledi… (utanan) Sam ile Yafes babalarının çıplaklığını örttüler…”
– “ve Nuh dedi: ‘Kenan lanetli olsun!.. kardeşlerine kullar kulu olacaktır! Sam’ın Allah’ı Rab, mübarek olsun, ve Kenan ona kul olsun! Allah, Yafes’e genişlik versin!.. Sam’ın çadırlarında otursun!.. ve Kenan ona kul olsun!..’”
Hz. Nuh’un bu söylediklerini hem Tevrat’ta hem de Kuran’ı Kerim’de belirtildiği gibi Sam’ın oğulları yani Araplar zamanı geldiğinde Yafes’ in oğulları yani Türklere sığınmışlardır.
Ham, eski Kenan diyarı diye nitelendirdikleri ve yıllardır gizli işgal altındaki Filistinlilerin Filistin’de (İsrail) halkının yaşadığı yer olarak iddia eden Yahudiler bu coğrafyaya sahip çıkarlar… Ancak Tevrat’tan ve Kuran’ı Kerim’den anladığımıza göre, kendi Peygamberlerini dahi katleden bu kabile lanetlenmiş ve diğerlerine kulluk etmeye mahkum edilmişlerdir. Kenan, Seba, Babil, Amelikan, Akad halkı ve kral Nemrud bu kabileden gelenlerden olmadır. Dinler tarihi gerçekleri araştırıldığında tarihi gelişmeler bu laneti gerçek yapmıştır.
Hz. Nuh’un 3. oğul Yafes ise, bütün Türk boylarının atasıdır.
Görüldüğü gibi, hadislerden ve Kur’andan önceki zamandaki Tevrat’ta da en büyük iltifata mazhar olmuş Yafes’in kabilesi Türklerdir.
Hz. Nuh’un, en sevgili oğlu Yafes için ettiği dua, çok derin mânâlıdır ve olduğu gibi gerçekleşmiştir.
“İSLAM YOBAZA BIRAKILAMAYACAK KADAR MÜKEMMEL BİR DİNDİR”
–ATATÜRK
Türkler gerçekten de 900 yıllarından itibaren Hz. Peygamberin manevi değerlerini istilalara ve işgallere karşı korumak için Araplar’ın çadırlarında, ülkelerinde oturmaya başlamışlardır.
Yine aynı tarihlerden başlıyarak Türk boyları, Hıtay’ı, Hindistan’ı, Kuzey Afrika’yı ve Avrupa’yı hakimiyetlerine almışlardır.”
Hz. Muhammed s.a.v sorarlar:
– “Mevali nedir ya Resulullah?..”
– “Onlar sizin azadlılarınızdır. Yani Faris yönünden gelecek olan bir kavimdir ki, şöyle diyecekler: ”ey Araplar, siz fazla taassuba kaçtınız.”
– “siz bunlara gereği gibi hak tanımazsınız, sizinle hiç kimse birlik kurmayacaktır!”
Bu hadisteki Mevali, Arap olmayan Faris, İran dır. Faris yönü, Horasan dır.
Gelen kavim ise, Türklerdir.
*Şu halde Türkler, Nuh Tufan’ından beri var olan, ilk devleti kuran, dünyanın en eski dilini kullanan ve hem Tevrat’ta, hem de Kur’an ı Kerim’de övülmüş, dünyanın dört bir yanına yayılmış bir Millettir. Görüldüğü gibi Türk, bir ırkın adı değil binlerce yıldır var olan şanlı bir Milletin adıdır.
“Ne Mutlu Türk’üm Diyene” demek işte bu nedenledir…
“NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!”
–GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
KAYNAK: http://www.turkishnews.com/tr/content/2013/07/20/bilinen-ilk-turk-kimdir/
****
TÜRK ZAMANA BOYUN EĞMEZ
Türkmenistan'ın Merhum Kurucu Devlet Başkan Nazarbayev
yazdığı Ruhname adlı eserinde; “Türk, Hz Nuh'un oğlu Yafese ve tarihimiz tufana dayanmaktadır. Türkmenistan, yani Türkmen adındaki, Türk: asıl, iman: nur demektir. Bizim aslımız tertemiz duru bir cevherdir. Bu özün korunması gerekmektedir. Ve her Türk'ün görevidir. Türk kendini yücelt ki milletin yücelsin".Demektedir.
Daha önce Türklüğe ait öz cevhere güvendiğini ve buna yabancılaşmadan özleşerek geliştirmek gerektiğini öngören Atatürk'ün "Nutuk" ile açılımını yaptığı Türk Milli ülküsüne, Türkmen bası’nın yazdığı "Ruhname" ile çok değerli bir perspektif kazandırılmıştır.
Her çağdaki Türk önderleri, milletimizin özüne güvenerek ve bu özü önererek başarı sağladılar. "Ey Türk düşün ve özüne dön" anlayışı Büyük Türk Bilge Kağan'ın dan başlayan geleneksel bir milli isteklendirme unsurudur.”Atalar ölmez onlar çocuklarında yaşarlar " insanlık tarihine denk tarihimiz ve bu tarihsel süreçte geliştirdiğimiz inanç ve kültürümüz bizim özümüzdür.
Yüce Yaradanın sevgili Peygamberimizin dilinden övdüğü "bu ordu ne güzel bir ordu, bu komutan ne güzel bir komutan ". İltifatına layık görülen Fatih Sultan Mehmet Han'ın önderliğinde çağ açıp, çağ kapatabilen; Türk zamana boyun eğemez, zamana boyun eğdirmelidir. Atamızın öngördüğü çağdaş medeniyet düzeyi'nin anlamı da budur. Her çağda her Türk bu hususun bilincinde olmalı ve gereğini yapmalıdır; bir milletin özü onun anlayışıdır. Bir milletin başarabilme yeteneği de anlayışı kadardır
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Kurucu Devlet Başkanı onurlu mücadele adamı Rahmetli Rauf DENKDAŞ; " Benim her an yararlanmak üzere yakınımda bulundurduğum başucu nitelikli iki kitabım var Kur'an ve Nutuk demişlerdi. Bende başucumda bu iki kitap ile birlikte kendilerine ait eserleri ve Ruhname'yi de bulunduruyorum. Büyüklerimizin davranışları bizim benimsediklerimizdir.
Fakirlerden oluşan bir toplum zengin olabilir mi? Hırsızlardan oluşan bir topluma dürüst diyebilir miyiz? Yabancılara özenen ve özendiği için hor görülen bir toplum milli olarak nitelendirilebilir mi? Kısacası bireyler düzelmeden toplumsal yapı düzelebilir mi. "Türk kendini yücelt ki milletin yücelsin " sözü böylesi bir gerçeği vurguluyor.
Manevi büyüklerimizden olan ve Allah'ın aslanı olarak nitelendirilen Hz ALİ 'in "Herkes kendi kapısının önünü süpürse, ortalık tertemiz olur" yönündeki tavsiyesi de bu vurgulamaya katkı veriyor.
İnsan bedeni ile birlikte kendisine yön veren akıl ve taşıdığı sürece kendisini canlı kılan ruh gibi değerlerden oluşmaktadır.Biz ancak bu üç olgunun yeterli düzeyde birlikteliği olabildiğinde toplumsal değer yargıları ile ölçümlenebilecek bir konumdan söz edebiliyoruz.
milleti oluşturan bireyleri hücrelere, Devleti organlara Koordinatör kurumları da dokulara benzetebiliriz. Milli siyaset bir milletin aklı ve milli politikalar onun ruhudur kendisini oluşturan bireylerin maddi ve manevi nitelikli imkân ve davranışlarının bileşkesidir. Bireysel yetersizlikler topluma; toplumsal yetersizlikler bireylere yansımaktadır.
Ey Türk Düşün Ve Özüne Dön!
Allah Türkü Korusun Ve Yüceltsin

6 Kasım 2017 Pazartesi

"İSTANBUL’A 3’CÜ HAVALİMANI GEREKLİ MİYDİ?" Prof. Dr. ATA ATUN

İSTANBUL’A 3’CÜ HAVALİMANI GEREKLİ MİYDİ?
Prof. Dr. ATA ATUN
İstanbul’da yapımı süren 3’cü havaalanının gerekli olup olmadığı konusundaki doğru bilgilere, Avrupa’nın nabzını tutarak ve havaalanının yapılışına yaklaşımını doğru değerlendirerek ulaşmak gerekiyor. Türkiye’de ise bazı kişiler, gerçekçi bir analiz ve araştırma yaptıktan sonra tarafsız bir değerlendirme yapmak yerine, bir takım yüzeysel gerekçelerle olumlu veya da olumsuz fikirler üretmekte, veya da politik düşüncelerle her yapılanı, iyi de olsa, kötü de olsa eleştirerek, bunu siyasi bir kazanıma dönüştürmeğe çabalamakta.
“Çocuktan al haberi” atasözünün bir farklı versiyonu olan “kendin hakkındaki bilgiyi rakibinden al” sözüne uygun olarak İstanbul’un 3’cü havaalanı ile ilgili yorumları ve değerlendirmeleri de Avrupa basınından almak gerekiyor.
Bir dönemin “transit ve uçak aktarma merkezi olan Atina havaalanı” uzun yıllar önce bu önemini kaybetmiş durumda. Avrupa-Afrika-Orta Doğu-Asya-Rusya-Çin uçuşlarında aktarma ve transit merkezi olan Atina Havaalanı, zaman içinde teknolojiyi yakalayamadığı, yenilenmediği, büyütülmediği ve çağdaşlaştırılamadığı için bu altın fırsatı kaybetti. Elbette bu kayıpta ünlü Yunanlı armatörlerden Olimpik Havayollarının kurucusu Aristotelis Onasis ve Stavros Niarchos'un  vakitsiz vefatları da etkili oldu.
O dönemde Avrupa’nın ortalarında yer alan Frankfurt havaalanı ile yakın komşusu Amsterdam havaalanları öne çıkmaya başladı ve Frankfurt havaalanı zaman içinde Avrupa’nın transit merkezi haline geldi. Fransa’nın başkenti Paris’teki Charles De Gaulle Havaalanı ise bu yarışta çok gerilerde kaldı. İngiltere’nin başkenti Londra’daki Heathrow havaalanı ise daha çok Ortak Refah ülkelerine ve Amerika uçuşlarında öne çıkabildi. Frankfurt havaalanı hepsini sildi süpürdü Atina çöküşe geçince.
Alman basınını okuyunca, İstanbul’da yapımı süren 3’cü havaalanının ne denli önemli bir yatırım olduğu, kalplerine düşen korkudan ve öngörülerinden anlaşılıyor. İstanbul 3’cü havaalanını “Dünya hava trafiğinin kalbi olacak” diye tanımlıyor Alman basını. Avrupa’dan Asya, Çin, Uzak Doğu ve Afrika’ya yapılacak uçuşlarda İstanbul’un mükemmel bir konumda olduğu, söz konusu yolcular için ideal bir durak ve aktarma merkezi görevini yapacağını dile getiriyor Alman medyasının önemli yazar ve editörleri. Hamburg, Köln ve Stuttgart’tan Asya, Çin, Uzak Doğu ve Afrika yönünde uçacak yolcuların İstanbul’da aktarma yapmalarının kendilerine zaman kazandıracağı ve daha ucuza mal olacağı görüşü ve iddiasındalar. Gerçekten ilginç bulgulara değinmişler bu yazarlar. Hamburg’da oturan bir kişinin, Hamburg-Frankfurt-Dubai uçuşunun Hamburg-İstanbul-Dubai uçuşundan daha uzun zaman alacağını ve daha pahalıya mal olacağını öne sürüyorlar.
İstanbul’daki 3’cü havaalanının birinci aşaması bittiği vakit bile yılda 90 milyon yolcuya hizmet vereceğini, Frankfurt havaalanının kapasitesini yüzde 32 aşacağını ve Londra’daki Heathrow havaalanını da gerilerde bırakarak Avrupa’nın en büyük havaalanı olacağı görüşündeler. İstanbul’daki 3’cü havaalanı bittiği vakit de, yolcu kapasitesinin yılda 200 milyonu geçeceği nedeni ile Frankfurt havaalanı dahil Avrupa’nın önde gelen bir çok havaalanının önemini kaybedeceğini ve İstanbul 3’cü havaalanının merkez olacağını öngörmekteler.         
Önümüzdeki birkaç yıl içinde Ercan Havaalanı’na uygulanan ambargolar kalkmasa bile, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, İstanbul 3’cü havaalanı üzerinden dünyanın her köşesine, Ercan havaalanı başlangıçlı ve İstanbul aktarmalı yolculuklar ile Larnaka’dan yapılacak direkt seferlerden daha ucuza ve çok daha kısa bir sürede uçabilecekler...
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya  ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org  - Facebook: AtaAtun1 
***
KKTC-Türkiye arasında yeni ticaret anlayışı
Prof. Dr. ATA ATUN
Cuma günü, KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun ile T.C. Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi arasında Ankara’da yapılan “Gıda ürünleri ile endüstri ürünlerinin gözetime tabii tutulmadan, gümrükten muaf tutularak ihracatına ilişkin anlaşma” ve söz konusu anlaşma sonrası yapılan geleceğe yönelik mutabakatlar çok önemli.

Bakan Atun’un, KKTC ve Türkiye arasında senelerdir yapılmakta olan ithalat ve ihracat işlemlerinde yıllardır yaşanan sorunları tespit ederek, masaya koyması ve mevcut sorunların çözümü ile geleceğe yönelik tedbirlerin alınması girişimine belli ki Türkiye Cumhuriyeti hükümeti her zamanki gibi olumlu, hatta çok olumlu yaklaşmış.

Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin bu toplantı sonrası yaptığı açıklamada “KKTC üzerindeki haksız uygulamalar ortadan kalkana kadar ayrıcalıklar sunmaya devam edeceklerini”  söylemesi Türkiye’nin KKTC’ye şimdi var olandan çok daha fazla önem verdiğinin ve olası bir çözüme kadar da Kıbrıslı Türklerin Türkiye’nin tüm nimetlerinden faydalanmasını öngörüyor. BM Güvenlik Konseyinin, insanlığın yüz karası 18 Kasım 1983 tarih ve 541 numaralı kararı sonrasında Kıbrıs Türk halkına uygulanan acımasız ambargolar nedeni ile ellerinden alınan dört özgürlüğün ve kısıtlamaların olumsuz etkilerini iyice azaltmaya yönelik tedbirlerin düşünüldüğü ve sıra ile uygulamaya konduğu kesin.

Bu toplantıda alınan kararlar gerçekten çok radikal. Bilmekte fayda var.
Dalgalanan döviz kurları nedeni ile geçmişte, Türkiye’den yapılan ithal ürünlerde, faturalamanın Dolar üzerinden yapılması nedeni ile yaşanan enflasyonist etkileri azaltmaya, KKTC’nin ihracatını da arttırmaya yönelik alınan söz konusu karar, çok önemli bir gelişme.

Türkiye ile KKTC arasındaki ticarette, KKTC’de üretilen gıda ürünleri ile endüstri ürünlerinin gözetime tabii olmadan, gümrükten muaf tutularak Türkiye’ye ihraç edilebilecek olması, yerel sanayimizin gelişmesine ve büyümesine büyük bir destek olacak. KKTC’de üretilen mallar, Türkiye’de yurt içinde üretilmiş gibi işlem göreceğinden dolaşımı serbest olacak. Buna ilaveten ithalat ve ihracatta sadece Türk lirası kullanılabileceği fikrinin ortaya atılması ve kısa bir zaman dilimi içinde de gerçekleştirilecek olması büyük bir gelişme. Türkiye’den yapılacak ithalatta ve Türkiye’ye yapılacak ihracatta, maliyetin küçük bir oran dahi olsa yükselmesine neden olan bankalarda yapılan işlemlerin de gözle görülür bir şekilde azalacağı kesin.

Bu uygulamanın yürürlüğe girmesinden sonra KKTC’den Türkiye’ye yapılacak ihracatın 2018 yılının sonunda 100 milyon doların üzerine çıkarılması hedefi ise mevcut ihracat miktarının önümüzdeki 13 ay içerisinde neredeyse 3 kat artacağını öngörmekte. Ve bence en önemli uygulamalardan bir tanesi de, KKTC’de ticari faaliyet gösteren kişi veya şirketlerin, Türkiye’den satın aldıkları ürünlere yönelik KDV muafiyeti konusundaki problemlerinin çözülmesinin masada olması. Bu uygulama, KKTC’de ellerinde acentelikler olmayan veya büyük boyutlarda ithalat yapamayan ithalatçıların Türkiye piyasasından satın alarak KKTC’ye ithal ettikleri ürünlerin perakende satış fiyatlarında asgari yüzde 15 düşüş getirecek.

Tüm bu gelişmeler aklıma, ABD, Kanada ve Meksika arasında imzalanan NAFTA’yı (North America Free Trade Agreement) ve 2010 yılında çalışmaların başlatıldığı Türkiye, Suriye ve Lübnan arasında, ürünlerin, sermayenin, kişi ve hizmetlerin serbest dolaşımı ve tüm işlemlerde Türk Lirasının kullanılması anlaşmasını getirdi. Uygulanabilseydi, bugün, Türkiye, Suriye ve Lübnan arasında Türk Lirasının kullanıldığı ortak bir ekonomi olacaktı. Ki; böylesi bir uygulamanın “Dolar” adına kötü bir örnek olacağı, dünya ticaretinde Dolar’ın tahtını sallayacağı ve diğer komşu ülkelere de sıçrayabileceği korkusu nedeni ile 2011 yılının Mart ayında başlayan Suriye Baharı’nın kasten Dolarcılar tarafından başlatıldığı iddiaları da sık sık dile getirilmekte...
Türkiye’den TL ile ithalat ve ihracat, bence günümüzün en önemli gelişmelerinden ve kazanımlarından bir tanesi..