MİLLET OLMAK VE MİLLİYET
A. Kemal GÜL
Şu günlerde
millet olarak hepimizin kafası karışık…80 yurttaşımız Irak’ta gönlü kara,
vicdanı körelmiş, eli kanlı teröristlerin tutsağı… Irak’ta Türkmen
soydaşlarımız yasta… Ülkemizde huzurumuz yok. Bu güzide ülkemizin bir
bölümündeki güvenlik güçlerimiz neredeyse egemen değil. Bayrağımız indiriliyor,
araçlarımız yakılıyor, cadde ve sokaklarımız ateşe veriliyor.
Aslında
sokaklar, caddeler değil içimiz yanıyor. Her haber saatinde elimiz yüreğimizde;
yarınımız ne getirecek, ne götürecek endişesindeyiz.
Maalesef bu
yurdun asil evlatları insanlarımızı, ‘’yurttaş’’ değil, ‘’birey’’ değil
‘’tane’’ ile sayanların, yurttaşlarımızı mezhep adıyla tanımlayanların kör mantığını
yaşıyoruz.
Cumhuriyeti
kuranlar, hiç şüphesiz Orta Doğu’yu bugünkü siyaset adamlarının anlamakta aciz
kalacağı kadar iyi biliyorlardı. Ateş denizlerini geçerek kurdukları
Cumhuriyeti yurt içinde huzurlu, yurt dışında kuvvetli kılacak olan laikliğe bu
sebeple sımsıkı sarıldılar Laiklik konusunda asla taviz vermediler. Memleketin
bugünkü haline baktığımız zaman onların ne kadar haklı olduğunu bir kere daha
görüyoruz.
Yaşayarak ihtiyaç
duyduğumuz bir gerçek: ‘’Kendi milli ve dini kimliğini benimseyememiş insanlar,
hem kendilerine, hem içinde bulundukları topluma zarar verirler. Çünkü halkın
temel değerleriyle çatışma içine düşmüşlerdir. Bu hastalığın tedavisi şarttır.
Hangi görüşe sahip bulunursanız bulunun, bu gerçekliği kabul etmek aklın ve bilmin
gereğidir. O halde milli ve dini kimliği birbirine aykırı unsurlarmış gibi ele
almak, birbirinin alternatifi gibi takdim etmek, bu yüzden çağın şartlarına
uyum sağlayamamak da aynı derecede hastalıktır ve tedavi edilmelidir.
Türkiye’nin çözümü, sosyal psikolojide aranmalıdır’’
Sevgili Okur; içinde yaşadığımız bugünlerde
Türk Milleti olarak, birliğe, beraberliğe, bütünlüğe ve dayanışmaya her
zamankinden daha çok ihtiyacımızın var olduğu bir süreçten geçtiğimizin
bilişçindeyiz.
Türk Milleti olarak her zaman ihtiyaç
duyduğumuz bir geçek var ki, geleceğimizin ilelebet onurlu inşası için yakın
Tarihimizi, Tarihi Kimliğimizi Eğitim Kurumlarımızda, beyinlerimizde
şuurlandırarak zindeleştirmeliyiz; değişik enstrümanlarıyla Tarihimize sık sık
yolculuk yapmalıyız.
Millet olma
sürecinde her toplumun, içinde yaşadığı sosyal, siyasi ve dini inanç koşullarını
içerir niteliklerin gerçeğinde, millet olgusunun tanımlandığını görmekteyiz. Türk Milletini, vasıflarıyla diğer milletlerden
ayıran niteliklerin neler olduğunu bir kısım Batılı yazarların/ otoritelerin
kalemlerinden okumak, kendimizi tanımak adına daha reel olsa gerek.
‘’Milleti
millet yapan şey ırk değildir, çünkü bütün modern milletler etnik karışımdır. Irka
dayalı bir millet anlayışı, Avrupa medeniyetini mahveder. Milleti millet yapan
unsur din de olamaz. Devletlerin sınırları ile mezheplerin sınırları
birbirileriyle özdeş değildir. Milleti, tabii sınırları referans alarak
tanımlamak kadar tehlikeli ve keyfi bir teori olmayacağına göre coğrafya da
milleti millet yapan unsur olamaz. Çünkü tarih, milletlerin hayat alanlarının
sürekli değiştiğini göstermektedir.’’
Millet bir
ruhtur, manevi bir prensiptir. Bu ruhu, bu manevi prensibi aslında bir olan iki
şey teşkil eder: Biri, zengin bir hatıralar mirasının müşterek sahipliğidir.
Diğeri, birlikte yaşama arzusu konusunda mutabakat ve bir bütün halinde
devralınan mirası yüceltme iradesidir. Bizi biz yapan ecdattır. Kahramanlıkla
dolu bir mazi, büyük insanlar, şan ve şeref, işte üzerine milli bir ideal inşa
edebilecek beşeri sermaye budur. Mazide müşterek bir şan ve şeref, halde
müşterek bir irade, birlikte büyük işler başarmış olmak ve yine başarmak
istemek; işte millet olmak için gerekli şartlar bunlardır.
Tıpkı bir ferdin mevcudiyetinin kesintisiz bir yaşama iddiası olması
gibi bir milletin mevcudiyeti de her gün tekrarlanan bir plebisittir.( Ernest
Renan )
***
Aynı coğrafyada
oturmak, aynı geçmişi yaşamış olmak, aynı dili konuşmak, aynı dine inanmak…
Millet olmak için yeterli midir? Değildir.
Konuya farklı
açıdan girelim. Millet denen topluluk, insanlardan oluşur. Fakat insanlardan
oluşan her topluluk millet değildir. Bir futbol maçına giden, belli bir takım taraftarları
da bir insan topluluğudur. Pek çok müşterek yönleri vardır. Dil, coğrafya,
kültür, din, tarih… Ortaktır. Fakat maç bittikten sonra dağılırlar. Gelecek
maça kadar irtibatları kalmamıştır. Onlara ancak ‘taraftar’denebilir.
İnsanlar,
aidiyet duygusunu benliklerinde hissettikleri zaman ‘millet’ sıfatını
kazanırlar. Meydana getirdikleri topluma, daha iyi bir gelecek hazırlamaya,
Kendilerinden sonra gelecek nesilleri de düşündükleri takdirde millet olma
vasfına sahip olabilirler.
İnsan denen
yaratıkta üç milyar hücre olduğu söyleniyor, her birinin ayrı ayrı fonksiyonu olan
bu üç milyar hücreyi üretmek mümkün olsa, onları bir küvete doldursak, sonra da
insan kalıbı içerisinde bu hücreleri birleştirsek… Ve bu birleşimden; konuşan, düşünen,
hareket eden bir varlık elde edebilsek… O varlık, elini ateşe uzattığında elini
geri çekebilir de. Bu özelliği de kazandırmak mümkün olabilir. Fakat insana ait
her özellik kazandırılamaz. Anne ile evlat arasındaki, karşı cinsten insanlar arasındaki
etkileşim gibi özelliklerin kazandırılması mümkün değildir. İşte o sebeple o
varlığa insan denilemez.
Milletler de
böyledir. Aidiyet duygusu taşımayan ve bu duygu dolaysıyla müşterek bir geçmişi,
iyi olması düşünülen bir gelecek düşüncesini paylaşmayan, tasada ve sevinçte bir
olmayan insanlar, aynı dili konuşsalar, aynı inanca sahip olsalar bile oluşturdukları
topluma millet denemez.
***
Her etnik grup
(kavim) millet olmaya çalışan bir topluluktur. Fakat her etnik grup millet
olamamıştır. Bu, çok çeşitli sebeplere bağlı, tabiatın ve tarihin bir
kaderidir. Bu kaderde insanların elbette rolü vardır. Bir etnik grup,
insanlığa, rüştünü ispatlayan değerler sistemi verememişse, büyük devlet ve
medeniyetler vücuda getirememişse, belli seviyelere çıkamamışsa, kültürel ve
medeni büyük sınavlardan geçememiş ve insanlığa bir şeyler katmamışsa, millet
olma şansını yakalayamamış, etnik grup olarak kendi kültür yapısıyla
bütünleşmeye en fazla uygun bir milletin içinde önemsiz bir unsur olarak
kalmıştır. Burada, ne kendisinde ne başkasında suç aramak söz konusudur. Bu,
bir oluşum kaderidir. Şu anda dünyada beş bin civarında etnik grup olduğu
halde, bu sayıda millet bulunmamakta, yüzden az sayıdaki millet içinde etnik
gruplar temsil edilmektedir. Mevcut milletlerin de bir kısmı para ve propaganda
gücüyle, siyaset ile yani suni olarak oluşturulmuştur.
Suni millet
yaratmakla ve akışı tersine çevirerek, milleti küçük parçalara ayırmakla,
hiçbir problem çözülemez; aksine problemler artar.
Milli bilincin
farkına varılmazsa, millet sağlıklı bir toplum olma özelliğini kazanamaz.
Millet oluşumunda tarih, kültür ve milli bilinç önemlidir. Millet 18.yy.dan itibaren,
sanayi devrimiyle ve burjuva sınıfıyla izah etmek, bir izah tarzı olabilir; ama
bu, olsa olsa Batı’nın ‘nation’(nasyon)
dediği şeklin anlatımıdır. Millet olmanın esası aidiyet olmasına rağmen,
millette din çok önemli yapı taşıdır ki Batı’nın milleti anlatım tarzında, bu
yapı taşı eksiktir; ancak sosyal yapıda her zaman varlığını muhafaza ede
gelmiştir. Buna rağmen Batı hala Hıristiyanlığın temelleri üzerinde varlığını
devam ettiriyor.
***
Millet; zengin
bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşama hususunda müşterek arzu ve muvafakatte
samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda
iradeleri müşterek olan insanların birleşiminden vücuda gelen cemiyete millet
namı verilir. (ATATÜRK)
TÜRK MİLLİYETİNİN
TEK VE ORTAK TANIMI
Millet, siyasi
ve suni bir oluşum olduğu halde milliyet yahut kavmiyet doğal bir oluşumdur.
Milliyetin
tarifi, görüldüğü gibi, bir siyaset meselesi değil, bir ilim meselesidir. Şahsi
ve siyasi mülahazalarla kurulmuş indi nazariyelerle keyfi tariflerin hiçbir
ilmi kıymeti yoktur.
İlim âleminde
üzerinde ittifak edilen en son ve objektif tanıma göre ‘millet, herhangi bir
esas etrafında toplanmış, dayanışma halinde insan kütlesi demektir’.
Etrafında
toplanılan bu esas bazen kültür, bazen dil, bazen vatandaşlık, bazen mezhep,
bazen vatan kavramından ibaret olabilir. Ülkelerin içinde bulunduğu siyasi ve
sosyal şartlara göre bu kavramlardan biri ağırlıklı olabiliyor.
Türkiye
Türklüğü, bilimsel olarak siyasi ve suni bir millet midir, yoksa doğal bir
oluşum, sayılabilecek bir milliyet yahut kavmiyet midir?
Tarihi oluşum
bakımından Türkiye Türklüğünün Muhtelif ırklarla dillerin birbirine
karışmasından oluşan Fransız milleti veyahut çeşitli diller konuşan bir takım
ırk kırıntılarının müşterek bir vatanda yan yana gelmesinden doğan İsviçre
milleti gibi siyasi ve suni oluşumlarla kıyaslanmasına hiçbir surette imkân
yoktur.
Etnoloji,
antropoloji, etnografya, tarih, dil bilim gibi klasik ilimlerin ittifakıyla sabittir
ki miladın onbirinci asrında Anadolu’yu fethederek bugün ki Türkiye devletini kuran
Oğuz Türklüğü, ana Türk ırkının devamından başka bir şey değildir, lisanı da
müstakil ana Türk dilinin devamıdır ve kültürü de en eski pastoral kültürüne
dayanır, üç tarafı denizlerle çevrilmiş bir yarım ada şeklindeki ana vatanın
bir coğrafi birliği vardır. Ve bu çerçeveden dokuz asırlık muhteşem mazisi
etrafına da taşıp yayılarak geniş bir tarih birliği meydana getirmiştir.
İşte bundan
dolayı, bir ırk birliği, dil birliği, din birliği ve muazzam bir tarih
birliğiyle birbirine bağlanmış olan Türkiye Türklüğü siyasi ve suni bir millet
değil, doğal bir oluşum niteliğine sahip kuvvetli bir milliyettir.
Atatürk’ün
söylediği gibi ‘’Gerçi bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki,
işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların
milliyetlerinin icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz, herhalde hodbince
ve mağrurcu bir milliyetçilik değildir’’.
‘’Türk
milliyetçiliği, terakki ve inkişaf yolunda ve beynelmilel temas ve münasebetlerde,
bütün muasır milletlere muvazi ve onlarla bir ahenk yürütmekle beraber Türk
içtimai heyetinin hususi seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini
mahfuz tutmaktır’’.
***
Batılı Türk
dostlarından Claude Farrer (klod Farer) Türklerin Manevi Gücü isimli eserinde der ki: ‘’Türk
var, Türk sanılan var. Yarı Batılı Türk, lavantenler’le düşe kalka çok
değişmiştir. Bunlar bana, hiçbir zaman işe yarar bir şey söylememiştir ve öbür
Türk, eski Türk, tarlasını bekleyen, sürüsünü otlatan, el sanatlarıyla uğraşan,
sade ve tatlı Türk… Tanıdığım Asya ve Avrupa köylerinde(Balkanlar), evlerine
girip çıktığım Türk… Ah, inanın bana. Dünyada hiçbir kimse, onun kadar
sevilmeye, hürmet edilmeye, itibar edilmeye layık değildir. İnsanlığın
varlığıyla iftihar edileceği ondan başka insan yoktur’’.
Klod Farer sonra ilave eder. ‘’Türkler, şu veya bu şekilde
yapmış oldukları hataların, içlerinde Türk karakteri taşıyan kendi çocukları
tarafından düzeltilmesine layık değil midir?
Esas ve eski mesleği deniz subaylığı olan
bu Fransız yazar Klod Farer, aynı esrinde şuna da dikkat çekiyor:
‘’…ve sonra İzmir…
Yunan çıkarması sırasında Türk halkına yapılan kalleşlikler ve hakaretler ve
bütün cinayetler, işkenceler… İğrenç asker bozuntularının, subaylarının
idaresinde yaptığı bütün bu hakaretler, şerefini ebediyen kaybeden Yunan
bayrağının ipeğinde bir kan ve çamur lekesi olarak kalacaktır’’.
Oysa Klod
Farer, Türkiye’yi görmek için yola çıkarken, peşin hükümlerle doluydu. Şöyle
anlatır: ‘’1902 yazında Fransa’dan ayrılırken Türker’den ölesiye hoşlanmadığımı
söylersem bana inanın. Zaten koleji bitiren bütün Fransızlar öyledir. Çünkü
öğretim boyunca antik hatıralar ve modern peşin hükümlerle beslenirler. 1904
son baharında tepeden tırnağa kadar Türk dostu olarak vatana döndüğümüzü
söylersem bana inanın.’’
Napolyon
Bonapart’ın meşhur sözleri şöyledir:’’İnsanları yükselten iki büyük meziyet
vardır: Erkeğin cesur, kadının iffetli olması. Bu iki meziyetin yanı başında iki
cinsi de şereflendiren tek bir fazilet vardır: Vatana, icabında her şeyini
tereddütsüz feda edebilecek kadar bağlı olmak… İşte Türkler, bu çeşit
kahramanlardandır ve ondan dolayı Türkler öldürülebilir, lakin mağlup
edilemezler.’’
18. yy.da William
Pitt adlı Avrupalı da bakınız ne diyor: ‘’…O Türkler ki, yegâne sevdikleri şey
haktır, hakikattir ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa
uğramışlardır.’’ ( W. P., Büyük Siyasiler adlı eserinden)
Bir başka
Avrupalı Lamartin, millet olarak Türk’e hayranlığını açıkça dile getirir; fakat
bir eksikliğimizi de söylemekten çekinmez. O eksikliğimiz, ender zamanlar
hariç, iyi yöneticilere ve iyi kanunlara kavuşamamamızdır. Lamartin der ki:
‘’Onların yurdu efendiler diyarıdır; kahramanlar, şehitler ülkesidir. Bence
insaniyete şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak, insanlığın düşmanı
olmaktan farksızdır. Böyle bir lekeden Allah beni korusun.’’Fakat Lamartin şunu
eklemeyi ihmal etmez:’’İyi kanunları, daha aydın yöneticileri olsaydı.’’
…Ve Türk milleti
ne zaman gerilese, İslam dünyası da gerilemiştir. Yahya Kemal de İstiklal
Savaşı’na bu gözle bakmıştır:
Şu kopan
fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,
Senin uğrunda
ölen ordu budur Ya Rabbi.
Ta ki yükselsin
ezanlara müeyyed namın
Galip et çünkü
bu son ordusudur İslam’ın.
Asırlar boyu her türlü yıpratmaya hedef olan Türk âleminin
ayakta durabilmesinin temelinde var olan ve Türk kültür birliğini oluşturan
başlıca iki unsur: İslami yeti ruh ve Türklüğü beden olarak alan yüce bir
anlayış.
Tarih boyunca
Türkler, yeryüzünde itibarlı, haysiyetli, kendisinden çekinilen, saygı duyulan
bir millet olmuştur. Şimdiki ülke gündemine bakıp kahrolmamak mümkün mü?