20 Ağustos 2016 Cumartesi

Onlar, “beraber yürür, beraber ıslanır ve ne isterlerse altın tepside sunarken”, biz bu ihanetin adını koyup, o sınavı çoktan vermiştik., Nusret DEMİRAL, DGM (Onursal) Cumhuriyet BaşSavcısı

ŞOK MANGALARI'NI AŞTI, MİT'İN ERGENEKON CD'SİNDEN KURTULDU AMA ŞİMDİ DARBECİLİKTEN HAPİSTE!..
EY MİLLET!.. “SESİMİZİ
DUYAN VAR MI?”!...
Müyesser YILDIZ
[Nakleden ve ULUSAL HABER'e Gönderen: Cesur Yorum]
Ülkeye, millete, şehitlere ihanet ettiler.
Ama hep söylediğimiz gibi, “Onlar için bile hukuk, onlar için bile adalet”...
Tek kişiye dahi haksızlık, hukuksuzluk yapıldı, yapılıyor, yapılacaksa, ilk ses çıkaran bizler olmalıyız..
“FETÖ'cü” damgası vururlar diye korkmayalım.
Zira, onlar “beraber yürür, beraber ıslanır ve ne isterlerse altın tepside sunarken”, biz bu ihanetin adını koyup, o sınavı çoktan vermiştik.
Yeniçağ'dan Yavuz Selim Demirağ bugünkü yazısında gözaltındakilere “işkence” iddialarını gündeme getirmiş.
Maalesef benim de duyduklarım, bildiklerim var.
Ki, o gözaltı görüntülerini her kim servis ettiyse bilinsin ki, bu dahi FETÖ davasının içini boşaltmaya hizmet edecektir.
Kumpas operasyonları ve davaları bu hainler için bir deneydi.
Darbe senaryolarını bizler üzerinden yazıp, 15 Temmuz'da uyguladılar...
 Taammüden hukuksuzluk yaparken de bizlerin mücadelesini bir yerlere not ettiklerine ve yarın kendilerini savunmak için bunlara benzer savunma mekanizmaları geliştireceklerine emin olabilirsiniz.
 Başbakan Binali Yıldırım bile sık sık “Kuru-yaş ayrımının yapılacağını” vurguluyor.
Demek birileri araya “yaşları” da katmış.
 Bu taktiği kimler kullanmış/kullanıyor ve “yaşları” da yakmak istiyor olabilir, tahmin etmek çok kolay.
100 suçlunun arasında bir tane bile masum varsa, bunun sadece suçlulara yarayacağını unutmayalım.
O yüzden “aman dikkat” dedikten sonra bir “yaş” örneğini paylaşmak istiyorum.
Bu “yaş”ın adını şimdilik veremiyorum, çünkü babası halen muvazzaf bir asker, üstelik Güneydoğu gazisi...
“Yaş”ın zorlu yaşamını özetlemeye çalışayım.
Baba asker olunca, o da asker olmak ister.
Bu karar aileyi çok sevindirir.
2006'da askeri lise sınavlarına girer.
Sağlık muayenesinde bin bir zorluk çıkarılır.
Zira birileri asker çocuğunun, askeri liseye girmesini istememektedir.
İtiraz sonucu iki ayrı hastaneden sağlam raporu alınır ve ilk engel aşılır.
2011'de Maltepe Askeri Lisesi'nden mezun olup, Kara Harp Okulu'na geldiğinde, takım komutanları ellerindeki bir listeden isimleri okuyarak, öğrencileri üç gruba ayırır.
Üçüncü grup çok şanslıdır, hiçbir sıkıntı çekmezler.
Tamamı sivil liseden gelen öğrencilerdir.
“Yaş”ın içinde bulunduğu birinci gruba ise öyle bir eziyet edilir ki, büyük kısmı ailelerini çağırıp, dilekçe vererek okuldan ayrılır.
O dönemde olay, “Harp okulunda 19 saat işkence” başlığıyla basına da yansır.
Aileler şikayetçi olur.
Olayı araştırmak üzere İzmir Urla'daki Menteş kampına giden tahkikat heyeti, iddiaları geçiştirir.
İşte o 19 saat işkence gören dört öğrenciden, biri de “yaş”tır.
Diğer üç öğrenci okuldan ayrılır, ama o, kolu su bardağını kaldıramayacak, bacakları dermansız, böbrekleri iflas etmiş olduğu halde okulda kalır.
Anne-babasına da hiçbir şey söylemez, sadece eğitimlerin ağırlığından söz eder.
Aile ancak bir gün Menteş Kampı'na oğullarını ziyarete gittiğinde olanları duyar.
Okuldan ayrılma kararı verip, kapıda ailesini bekleyen bir öğrenci onların “yaş”ın ana-babası olduğunu öğrenince, ağlamaya başlar.
Sebebi, kendisine yapılan işkencenin, “yaş”a yapılanın onda biri bile olmamasıdır.
Bunları öğrenen baba, oğlunun halini de görünce, “tazminatı ne olursa olsun ödeyip, derhal okuldan ayrılması” kararı verir.
Ancak oğlu, “Burası ana kucağı değil, asker ocağı. Anlatılanlar doğru. Yine de askeri liseden arkadaşlarla konuşup, ayrılmama konusunda and içtik. Arkadaşlarımın yüzüne bakamam” diyerek, bunu reddeder.
“Yaş”ın sonrasında yaşadıkları da hem feci, hem uzun...
Notları aşağı çekilir...
Fazladan sorumluluk verilip, uykusuz bırakılarak, hata yapmaya zorlanır...
Arkadaşları arasında aşağılanır, sicil notu düşürülür...
Mezuniyetine 4 ay kala bir haftada 5 kez savunma istenip, 30 puanı birden kırılır vs.
Tabir-i caizse okuldan kıl payı mezun olur.
Kendisine yaşatılan sıkıntıların sebebini çok sonra anlar.
2010, 2011 ve 2012’de MİT Müsteşarlığı’na sahte isimle gönderilen, MİT'in de Genelkurmay'a verdiği “Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, Ergenekon benzeri illegal bir yapıda yer alan 1426 personele” ilişkin CD'de kendi adının da yer aldığını, 5 yıl süren soruşturmanın takipsizlikle sonuçlandığına dair Genelkurmay Askeri Savcılığı'ndan gelen tebliğle öğrenir.
Bunu da aşmıştır ve artık Jandarma subayıdır.
Tuzla Piyade Sınıf Okulu'nda 3 ay kaldıktan sonra Ankara Beytepe’deki Jandarma Subay Sınıf Okuluna gelir.
İşkence ve haksızlıkların geride kaldığını düşünüp, sevinmektedir.
Ama birisini görünce, sevinci kursağında kalır.
Çünkü; kendisine Kara Harp Okulu’nda en çok eziyet eden “Ramço” adını verdikleri komutan diğer kurs bölüğünün komutanıdır.
Yeniden aynı şeyleri yaşamamak için ondan uzak durmaya çalışır.
Ve geldik 15 Temmuz gecesine...
Anne-babası memlekettedir.
Babasını telefonla arayan “yaş”, “gece eğitimi için okula çağrıldığını” söyler.
Plan dışı gece eğitiminin normal olmasa da yeni bir uygulama olduğunu zanneden asker baba, “Elbette emrin gereğini yerine getir” der.
O da gider.
Birlik komutanları gelen tüm subayları amfiye alır.
Bir süre sonra gelen bir komutan, elindeki listeden isimler okur ve isimleri okunanlar gruplar halinde dışarı çıkarılır.
Bunlara silah ve mühimmat da verilir.
Ancak “yaş”la birlikte 56 subayın ismi okunmamıştır.
İşte bu ismi okunmayanlar da bir komutan “nezaretinde” o amfide “gözlem altında”tutulur ve sabaha kadar çıkmalarına izin verilmez.
Sabaha karşı çıkmalarına izin verilince, okuldan ayrılıp bir arkadaşına gider ve olan biteni o zaman öğrenir.
Hiçbir olaya karışmadığı için içi rahat yeniden okula gider.
O ve okula gelen subayların tamamı hiçbir ayırım yapılmadan bir araca bindirilip, Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne götürülür.
Önce gözaltı...
5 gün sonra da mahkemede, “Bu adamlardan en fazla çile çeken kişi benim. Bunlarla birlikte olmak çok ağırıma gidiyor. Jandarma Okullar Komutanlığı veya Jandarma Genel Komutanlığı'ndan o gece kimlerin amfide tutulduğunu sorun” demesine rağmen tutuklama...
O şimdi Sincan Cezaevi'nde...
Cezaevine dair ise sadece gazi babanın yaşadığını aktarmakla yetineceğim.
Anne-babanın göz retinaları okunur, kayıtları yapılır.
Sıra duyarlı kapıya geldiğinde anne geçer, baba geçemez.
Bir terörist kurşununun kırdığı kemiği tutturmak için koluna takılmış platinden dolayı.
Baba gülümseyerek kolunu açıp, yara izini gösterir.
Jandarma albay olduğunu, zamanında bu ülke için kanını verdiğini söyler.
Dinleyen olmaz, “Kardeşim kolunda metal olduğuna dair raporunu göster” denir.
Ziyaret saati akıp gitmektedir.
Koşa koşa cezaevindeki Jandarma Taburuna gidip, jandarma sistemine (JNET) girerek “bilgi kartı”nı çıkartır.
Cezaevi yönetimi, resmi evrak olmadığı, kaşe ve imza bulunmadığı gerekçesiyle bunu da kabul etmez.
Yani muvazzaf ve gazi albay babayla, albay oğul görüşemez.
Annenin çağrısıyla bitireyim; 
“Sesimizi duyan var mı?”!
--
"Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev; HAYAT'tır."
Nusret DEMİRAL, DGM (Onursal) Cumhuriyet BaşSavcısı
-- 
''Muhterem Milletim'e şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetiştirerek başına taç ettiği adamların kanındaki ve vicdanındaki cevheri asliyi çok iyi tahlil etmek dikkatinden, bir an tevakki etmesinler...'' 
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK
--
"Ey  KUL!
Kendini küçükler'den küçük gör,
Bütün KUL'a saydırmak istersen kendini eğer..."
Raif DEMİRAL
--
''Bizler; 
Gözünde Vatanını, 
Gönlünde ATATÜRK ilke ve İnkılaplarını tutabilen, 
Vicdanında dinini saklayabilen, 
Milliyetçilik ve laiklik düşüncesi içinde görev yapanlardanız.''
Nusret DEMİRAL, DGM (Onursal) Cumhuriyet BaşSavcısı
--
"Cumhuriyet’in temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçmamalıdır.
Zira Türk halkı teokratik yönetimden çok acı çekmiştir.
Geri kalışının nedenleri arasında bunun önemli bir yeri vardır."
Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK, 1930/Kırklareli
--
Demokratik düşünce ve kanaatlerimin engellenmesi ve/veya şiddet/baskı altına alınması, bu nedenle, "hakkımda olası her türlü antidemokratik yasal girişimi" TC Anayasası, AİHM ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kapsamında, her türlü yasal haklarım saklı kalmak üzere, peşinen reddederim.

2 Ağustos 2016 Salı

"TEHLİKELİ SÜREÇ" [[ Kuramsal Aktarım ]] - İKTİBAS: CESURYORUM GRUP // 01 AĞUSTOS 2016 - SALI, - 19.15 - ANKARA

TEHLİKELİ SÜREÇ
CESURYORUM GRUP 
(01 Temmuz  2016)
Orduya siyaset sokmak, üstelik dinci siyaset sokmak, art arda darbeler alan bu büyük kurumu; emir-komuta zinciri bozulmuş, savaşkanlık ruhunu yitirmiş, disiplinsiz bir insan kalabalığı haline getirecektir.
Yönetime gelen her parti, orduya kendi adamlarını ve politik farklılıklarını taşıyarak, orduyu ordu olmaktan çıkaracaktır.
Enver Paşa’nın ordunun komutasını Almanlara vermesinden ve İnönü’nün NATO’ya teslim etmesinden (NATO'ya giriş için İnönü başvurdu, Menderes imzaladı) sonra, orduya en büyük zararı, aceleyle çıkarılan kararnameler verecektir.
15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra; olağanüstü hal ilan edildi, çok sayıda insan tutuklandı ve art arda kanun kuvvetinde kararnameler çıkarıldı/çıkarılıyor.
Kararnamelerde dikkat çeken özellik, AKP çevrelerinde ve yandaş basında eskiden beri dile getirilen istemleri içermesi ve önceden hazırlandığı izlenimi vermesiydi.
Devlet Personel Yasası’nın değiştirilmesi, Jandarma’nın tümüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlanması, valilerin jandarma genel komutanı olabilmesi, askeri okulların kapatılması, Kuvvet Komutanlıkları’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, askeri yargının kaldırılması gibi yaklaşımlar, çıkarılan ve çıkarılacağı söylenen kararnamelerin konusu olacağa benziyor.
Tartışılmadan ve eleştirilmeden, yaptım oldu anlayışıyla alınan bu tür kararlar, Kurtuluş Savaşı’nı kazanan gazi ordunun siyasileşmesi ve güçsüzleşmesi anlamına gelecektir.
Söylenenler gerçekleşirse, Atatürk’ün kurduğu ordu bir başka orduya dönüşecektir.
Bakanlıkların ne hale getirildiği gözünüze alındığında, durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır.
Yöneticilerin kendi ordusundan korkma davranışı, Türk toplumunun yabancısı olmadığı bir konudur.
Osmanlı padişahları, özellikle 19.yüzyıl’da; ülkeyi savunacak orduyu tahtları için tehlike olarak görmüştür.
Ya ortadan kaldırıp kendine bağlı yeni ordular kurmuşlar ya da bilinçli olarak orduyu zayıf bırakmışlardır.
2.Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırırken yerine kendisine bağlı yeni bir ordu olan Eşkinci Ocağı’nı kurdu.
Ancak, bu girişim, darbeyi önlemedi.
Oğlu Abdülaziz, bir suhte (medrese öğrencisi) darbesiyle tahttan indirildi.
Yerine geçen yeğeni Abdulhamit, yaşadığı sürece darbe olasılığından korktu ve orduyla ilgili karar yetkisini tümüyle kendi üzerine aldı.
Ordunun güçlenmesini istemedi.
Donanmayı Haliç’te çürümeye terk etti.
Atamalarda yeterliliğe değil saraya bağlılığa önem verdi.
Komutanların her hareketini izleyen hafiye birimleri oluşturdu, orduya büyük tatbikat yaptırmadı.
Ancak, o da darbeyi önleyemedi.
İttihat ve Terakki Partisi’ne bağlı subaylar tarafından tahttan indirildi.
Darbeleri ortaya çıkaran nedenlerin, toplumların gelişme istemine yanıt veremeyen yetersiz yönetimler olduğunu göremedi ve aldığı onca zabıta önlemine karşın darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı.
Darbe korkusuyla orduyu mahvetti ama yine de darbeyi önleyemedi.
Darbe korkusuyla orduya siyaset sokmak; Osmanlı Ordusu’nu, içinde birbirine düşman kümelerinin olduğu başıbozuk bir kalabalık haline getirdi.
Emir komuta ilişkisi bozuldu.
Ortak duygularla ülke savunmasında görev yapacak subaylar, birbirine kuşkuyla bakan güvenilmez karşıtlar haline geldi.
İttihat ve Terakki Partisi’nin ordu içindeki gizli örgütlerine karşı, Hürriyet ve İtilaf Partisi, Halâskâr Zâbitân (Kurtarıcı Subaylar) örgütünü kurdu.
Bu örgütler birbirlerine karşı suikastlar düzenledi, baskınlar yaptı.
Ordu, iki düşman ülkenin askerlerinin aynı çatı altında tutulduğu bir örgüt haline geldi.
Orduya siyaset bulaştıran ittihatçı-itilafçı çatışması, Balkan yenilgisiyle başlayan, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla sonuçlanan yıkıcı sürecin hem nedeni hem de belirleyicisi oldu. Darbe önleme amacıyla yapılan siyasileşme orduyu ordu olmaktan çıkardı ve Türk tarihinde benzeri olmayan utanç verici Balkan yenilgisine yol açtı.
Osmanlı Ordusu, 200 bin askeriyle, daha düne kadar küçük birer eyalet olan ülkelere yenildi.
Balkan yenilgisi, ordunun yapısıyla oynamanın nelere yol açacağını gösteren, ders alınması gereken çarpıcı bir örnektir.
İncelenmesi ve bugüne yönelik sonuçlar çıkarılması gerekir.
Balkan devletlerinin en küçüğü Karadağ, gücünden ve konumundan beklenmeyen bir tutumla, 8 Ekim 1912’de, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş açtığını duyurdu.
Bilinçli bir hazırlığın ürünü olan bu garip çıkış, gerçekte, Balkanlar’daki Türk varlığına son vermeyi amaçlayan genel bir kalkışmanın başlangıcıydı.
Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ, aralarında anlaşmışlar; Osmanlı Devleti’ne karşı, birlikte davranma kararı almışlardı.
Karadağ’dan on gün sonra Yunanistan ve Bulgaristan, on iki gün sonra da Sırbistan savaşa katıldı.
Trablusgarp’da, topraklarını açıktan savunamayacak kadar silik bir görünüm veren Hükümet, büyüğü ve küçüğüyle tüm düşmanlarının yüreklenmesine yol açmış, herkes payına düşeni almak için zamanın geldiğine inanmıştı.
Balkan devletlerinin ortak hareket ettiği Birinci Balkan Savaşı’nda (1912), Osmanlı Ordusu o denli çabuk ve kolay yenilmişti ki; sonuç, yalnızca Türkiye ya da Balkan devletlerini değil, Avrupalı büyükler ve Rusya dahil, tüm dünyayı şaşırtmıştı.
Yüzyıllar boyu eyalet olarak korunan küçük devletçikler, İmparatorluk Ordusu’nu bir anda ve inanılması güç bir kesinlikle yenmişti.
Asker sayısı az olmayan Osmanlı Ordusu, “sanki birbirleriyle bağlantısı olmayan insanlardan oluşan bir yığıntı gibi, gizemli bir üflemeyle birdenbire havaya savrulmuş”; Rumeli’deki Türk birlikleri, “aydınlatılması güç bir genel uyuşukluğun, uyanılmayan bir uykunun sersemliği içinde”(1) dağılıp gitmişti.
Türk askerlerinin savaşkanlığı bu değildi.
Nitekim, genç kuşak subayların orduda etkili olmaya başlamasıyla durum çabuk değişti.
Balkan Savaşı’nda neredeyse kendiliğinden dağılan ordu, birkaç yıl sonra Çanakkale başta olmak üzere Galiçya’dan Yemen’e dek, on ayrı cephede büyük direnç gösterdi, başarıyla savaştı.
Balkan Savaşları’na katılmış olan tarih araştırmacısı General Fahri Belen (1892-1975), Türkiye için “bir felaket” olarak nitelediği Balkan yenilgisinin, Türk ordusuna değil“kokuşmuş Osmanlı anlayışına” ait olduğunu söyler ve şu yorumu yapar:
“Balkan Savaşlarında, Türklerin savaş gücünü artık tümden yitirdiği sanıldı.
Oysa savaşta yenilen Türk askeri değil, kokuşmuş Osmanlı anlayışı ve bu anlayışı sürdüren yöneticilerdi.
Nitekim, yeni yetişen genç kuşak, ilerdeki savaşlarda, özellikle İstiklal Savaşı’nda, Türkler’in savaş gücünü yitirmediğini tüm dünyaya gösterecekti”.(2)
Balkan Savaşı çıktığında, ekonomik çöküşle bütünleşen siyasi çözülme, kesin ve uzlaşmaz ayrılıklar durumuna gelerek, ülkenin her yanına yayılmıştı.
Dış karışma ve azınlıkların bir türlü bitmeyen ayrılıkçı istekleri, ittihatçı-itilafçı çatışmasıyla iç içe geçerek, toplum yaşamını ayakta tutan hemen tüm değerleri, özellikle yönetim işleyişini, adeta yok etmişti.
Osmanlı toplumu, birbirlerinin varlığına katlanamayan, yüzlerini bile görmek istemeyen insanların oluşturduğu, belki de onlarca parçaya ayrılmıştı.
Ayrılıklar yalnızca; Türk-Rum ve Ermeni, Türk-Arap, Kürt-Ermeni ya da Müslüman-Hıristiyan çelişkilerinden oluşmuyordu.
Müslüman’la Müslüman, Türk’le Türk arasında da derinleşip yayılmıştı.
Düşmanlık durumuna gelen siyasi bölünme, gülmece konusu olacak ayrılıklara varmıştı.
Mezarlık yanından geçenler, “okudukları fatiha’nın” politik rakipleri için geçerli olmamasını dileyip, “ben duamı ittihatçıların ruhuna gönderiyorum” diyebiliyordu.(3)
Devlet ve ordu yapısı içten çürümüştü.
Gereksinimleri karşılanmayan ordu, uzun yıllar yeniliklere kapalı tutulmuş, baskı altına alınmıştı.
Tahtını korumayı tek siyasi ölçüt sayan padişahlar, orduya savaşacak olanaklar sağlamak bir yana, güçsüzleşmesi için hemen her şeyi yapmışlardı.
Paşalık dahil her türlü rütbe, buyruklarla, saraya bağlı kişilere armağan olarak veriliyordu.
Orduda, alaylı denilen okuma yazma bilmez ‘subaylar’, hatta paşalar vardı.
Önemli yerlere bunlar getiriliyor, yetenekli ve yurtsever subaylar etkin görevlerden uzak tutuluyordu.
Özellikle 20.yüzyıl başında, particilik (fırkacılık) ve düşünce farklılıkları, subaylar arasında ayrıcalıklara yol açmış, orduda sıkıdüzen diye bir şey kalmamıştı.
Komutanların terfilerinde yeterlilik (liyakat) değil, saraya bağlılık belirleyici oluyordu.
Atamalarında padişaha yön veren sadrazamlar, kendilerini o yere getirten yabancı büyükelçilerin yönlendirmesi altındaydılar.
Örneğin “Sadrazam Reşit Paşa İngilizler’in, Ali Paşa Fransızlar’ın, Mahmut Nedim Paşa Ruslar’ın adamıydı”.(4)
Enver Paşa ve ittihatçı önderler ise Almanların etkisi altında, onların isteği yönünde siyaset yapıyorlardı.
Balkan savaşları sırasında cepheleri dolaşan Fransız gazeteci Stephane Losannes’ın saptamaları, Türk ordusunun o günlerde ne durumda olduğunu gösteren çarpıcı örneklerdir:
“Lüleburgaz savaşı dört günden beri aralıksız sürüyordu.
Türk Ordusu’nun Başkomutanı Abdullah Paşa, genel karargahı olan Sakız köyünde küçük bir evde kapanmış kalmıştı.
Daily Telegraph gazetesinin savaş muhabiri Smith Bartlet kendisini orada rastlantı olarak buldu.
Başkomutan açlıktan ölüyordu.
Emir subayları, evin fakir bahçesindeki toprakları adeta tırnaklarıyla kazarak bir iki mısır kökü çıkarmaya çalışıyorlardı.
Bu kökleri, bir parça unla bulamaç gibi pişiriyorlardı.
İşte, 175 bin kişilik orduya kumanda eden zatın bütün yiyeceği buydu”.(5)
Balkan Savaşları, kimsenin aklına bile gelmeyen ve Rumeli Türkleri’ni perişan eden büyük yitiklerle sonuçlandı.
Girit, Yunanistan’a bağlandı (1908).
Osmanlı Devleti, yüz milyon mark karşılığında, Doğu Rumeli’den tümüyle çekildi.(6)
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i kendisine bağladı (1908).(7)
Ege’de Onikiada elden çıktı.(8)
Selanik, Yunanlılar tarafından işgal edildi (1912).
Makedonya ve kıyı şeridinin tümü Yunanistan’a verildi, Osmanlı İmparatorluğu Meriç’e dek çekildi.(9)
Bulgar Ordusu İstanbul’un dibine, Çatalca’ya dek ilerledi.(10)
Mustafa Kemal, Türk ordusunu Kurtuluş Savaşı içinde kurdu ve geçmişteki yanlışlardan çıkardığı sonuçlarla orduyu kesin olarak siyaset dışında tuttu.
Ordu kurmak, eğitmek ve savaştırmak; O’nun en iyi bildiği işti.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da kendini yetiştirmiş, kuramsal ve eylemsel olarak askeri tarihe geçen uygulamalar yapmıştı.
Cumhuriyet’in koruma ve kollanmasını emanet ettiği ordunun üzerine titriyordu.
Ona kendisi karışmadığı gibi kimseyi karıştırmadı.
Yarattığı ordunun; yapılanmasını, işleyişini ve karar süreçlerini belirledi.
Belirleyip uygulamaya döktüğü kurallar bütünü, Türkiye’ye özgüydü ve mükemmeldi.
Mustafa Kemal’in kurduğu orduya ilk büyük darbe, en yakın silah arkadaşı İnönü’den geldi.
Türk Ordusu’nu NATO’nun emrine verdi.
O günden sonra; darbeler, tasfiyeler ve çatışmalarla dolu uzun bir süreç yaşandı ve ordu Atatürk’ün ordusu olmaktan çıktı, NATO’ya bağlı bir ordu oldu.
Şimdi, orduyu çok tehlikeli bir süreç bekliyor.
Darbe kalkışmasının yarattığı korku, karar vericileri; Atatürk’ün başarısı kanıtlanmış uygulamalara değil, tarihsel olarak bağlılık duydukları Osmanlı padişahlarının tutumuna yöneltiyor.
Orduya din ve siyaseti sokacak köklü dönüşümlerden söz ediliyor.
Jandarmayı İçişlerine bağlıyor, valiye general rütbesi veriyor.
Genel Kurmay’ın, MİT'in Cumhurbaşkanlığı’na bağlanacağı söyleniyor, Kuvvet Komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanıyor, askeri okullar-Harp Okulları kapatılıyor.
Bunlar, orduyu, bağlı olarak ülkeyi; Osmanlı’nın yıkılış dönemine götürecek uygulamalardır.
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın gittiği yola girmiştir ve parçalanma tehlikesi içinde tarikatlar arası çatışmalarla boğuşmak zorunda kalacaktır.
DİPNOTLAR
1. “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas. İst.-1983, sf.170
2. “20.Yüzyıl Tarihi” Arkın Kit., Sayı 16, İst.-1970, sf.313
3. “Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Bas., İst.-1994, sf.21
4. “Osmanlı Tarihi” Prof.Enver Ziya Karal;  ak, Vural Savaş, “Militan Atatürkçülük” Bilgi Yay., 2001, sf.90
5.  “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit, 9.Bas., İst.-1983, sf.170-171
6. Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 4.Cilt, sf.1991-1992
7. “Jön Türkler ve Araplar” Hasan Kayalı, Tar.Vak.Yurt Yay. 1998, sf.61
8. “Jön Türkler Modernizmi ve Alman Ruhu”, Mustafa Gencer, İletişim Yay., sf.57
9. “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.168
10. a.g.e. sf.168
--
"Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev; HAYAT'tır."
Nusret DEMİRAL, DGM (Onursal) Cumhuriyet BaşSavcısı
-- 
''Muhterem Milletim'e şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetiştirerek başına taç ettiği adamların kanındaki ve vicdanındaki cevheri asliyi çok iyi tahlil etmek dikkatinden, bir an tevakki etmesinler...'' 
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK
--
"Ey  KUL!
Kendini küçükler'den küçük gör,
Bütün KUL'a saydırmak istersen kendini eğer..."
Raif DEMİRAL
--
''Bizler; 
Gözünde Vatanını, 
Gönlünde ATATÜRK ilke ve İnkılaplarını tutabilen, 
Vicdanında dinini saklayabilen, 
Milliyetçilik ve laiklik düşüncesi içinde görev yapanlardanız.''
Nusret DEMİRAL, DGM (Onursal) Cumhuriyet BaşSavcısı
--
"Cumhuriyet’in temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçmamalıdır. Zira Türk halkı teokratik yönetimden çok acı çekmiştir.
Geri kalışının nedenleri arasında bunun önemli bir yeri vardır."
Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK, 1930/Kırklareli
--
Demokratik düşünce ve kanaatlerimin engellenmesi ve/veya şiddet/baskı altına alınması, bu nedenle, "hakkımda olası her türlü antidemokratik yasal girişimi" TC Anayasası, AİHM ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kapsamında, her türlü yasal haklarım saklı kalmak üzere, peşinen reddederim.