19 Nisan 2016 Salı

SEÇMEN LİSTELERİNDE KUMPASA GELMEYİN!, NACİ AKIN

SEÇMEN LİSTELERİNDE KUMPASA GELMEYİN!
NACİ AKIN
Geçtiğimiz hafta gündem maddemiz 50 milyon kişiye ait olduğu söylenen kimlik bilgilerinin deşifre edilmesiydi. Çok geçmeden, hemencecik "fail" i bulunuverdi. Olay YSK'ya ve siyasi partilerin üzerine yıkılıverdi. Devletin bütün istihbarat güçlerine, ayan beyan ortada duran kamera görüntülerine, ihbarlara, birçok şüpheli durumlara rağmen, yüzlerce kişiyi kaybettiğimiz terör saldırılarının, canlı bomba eylemlerinin önüne geçemeyen devletimiz nasıl oldu da bu olayı üç günde çözüverdi?
Deşifre edilen kimlik bilgilerinin linki elime geçtiğinde hemen kendimin ve yakınlarımın bilgilerini sorguladım, yoktular. Bazı dostlarımınkini de sorguladım çoğununkiler de yoktu. Demek ki iddia edildiği gibi 50 milyon falan da değilmiş, amaç birden infial ve panik havası yaratmakmış. Şimdi gelelim bu işin kaynağına.
YSK'dan sızdığını nereden biliyorsunuz? Somut deliliniz var mı? Orasını bilemem? Bu ülkede artık iyi yönetişimin en temel ilkeleri olan şeffaflık, hesap verebilirlik v.s gibi kavramlar unutulduğu için bilmemiz de tabi ki mümkün değildir. O yüzden biraz kafa yorup alternatif failleri ortaya koymak istiyorum.
Devletin elinde 79 milyon vatandaşımızın kimlik bilgilerinin kayıtlı olduğu MERNİS sistemi var. Adrese dayalı nüfus sayımı da seçmen kütükleri de bu kayıtlardan yapılıyor. Bu kayıtlara ulaşma yetkisi kimde var? Sistemin uygulayıcılarında, nüfus müdürlüklerinde, emniyette, noterlerde var. Özel bir anahtar ve şifre ile bu saydığım kurumlar sisteme kolaylıkla girebiliyorlar. Türkiye'de 1771 tane noter var ve katipleriyle de bu şifre paylaşılıyor. Her noterde ortalama 5-6 katip olduğunu varsayarsak kamu görevlileri dışında yaklaşık 10 bin sivilde de bu sisteme girme yetkisi var. Bu müesseseleri töhmet altında bırakmak asla istemem, dürüstleri tenzih ederim ama 81 vilayete ve birçok ilçeye yayılmış bu kurumların çalışanları içinde terör örgütü, mafya, dolandırıcı şebekeleri, kendi deyimleri ile paralel bağlantılı kimselerin ya da parayla bu bilgileri satabilecek karakterde insanların bulunmadığının garantisi nedir? Bu bir…
İkincisi altyapı hizmeti sunan kuruluşlar. Bugün Türkiye'de kırsalda yaşayan nüfusun bir kısmı dışında hemen her hane, belediyelerin ya da İSKİ, ASKİ, MASKİ gibi kuruluşların su abonesidir ve kimlik ve adres bilgileri bu kuruluşların elindedir. Bugün BTK verilerine göre mobil telefon kullanan abone sayısı 74 milyon dolayındadır. Bunun bir kısmının mükerrer kullanım, bir kısmının da tüzel kişilere ait olduğunu kabul etsek bile en az 40-50 milyon şahsın kimlik bilgileri GSM operatörlerinin elindedir. Sabit telefonları da eklersek bu sayı daha da artar. TEDAŞ, GEDAŞ, BEDAŞ gibi elektrik dağıtım şirketleri de, Türksat, Digitürk, D-Smart, Tivibu gibi şirketlerle internet servis sağlayıcıları ve daha birçok kuruluş da bu bilgilere sahiptir.
Dahası, bankalarda hesabı olanların, otellerde, tatil köylerinde, kaplıcalarda, misafirhanelerde konaklayanların, talebelerin, yurtlarda kalanların ve daha birçoklarının kimlik bilgileri veri tabanlarına girmiş vaziyettedir. SGK'lılar, emekliler, dul ve yetimlerin kimlik bilgileri de veri tabanındadır. Muhtarlıklarda her türlü kayıt mevcuttur. Uçak şirketleri, ciddi otobüs firmaları, trenler, kargo şirketleri, e-ticaret firmaları, online alışveriş siteleri ve daha yüzlerce kuruluş az ya da çok kimlik bilgilerini veri tabanlarında depolamaktadırlar. Yani bilgi çağında kimlik bilgileri o kadar da gizli değildir. İstenilen her bilgiye kötü niyetli kişilerce ulaşılması hiç de zor değildir, ayrıca veri tabanların hacklenmesi de bilgisayar fareleri için çocuk oyuncağıdır.
Kimlik verileri bunca kuruluşun elinde varken ve ulaşılabilirliği hiç de zor değilken, YSK'nın hedef alınması ve partilere verilecek seçmen kütüklerinde bilgi kısıtlamasına gidileceği yönünde beyanlarda bulunulması sizce manidar değil midir? Seçmen kütüğü adil ve şeffaf seçimin namusudur ve aleniliği mecburidir. Seçmen kütüklerinde çokça suiistimaller ortaya çıkmadı mı? Arsalarda, kümeslerde, kömür depolarında, hatta insanların yaşadıkları kendi evlerinde tanımadıkları sahte seçmenlerin yazıldığı vakalar çıkmadı mı? Adres bilgilerinin ve T.C kimlik numaralarının gizlenerek verileceği iddiaları vardır. Bu hem seçmen kütükleri üzerindeki kontrolü imkansız hale getirir ve hem de sandık başı çalışmasını zaafa düşürür. Sandık başı çalışması deyip geçmeyin iyi motive olmuş bir örgüt sandık başında bile seçim kazanır. Ecevit'in 11'lerle kurduğu güneş motel hükümetini deviren 1979 kısmi senato ve milletvekili ara seçimi bunun en güzel örneğidir.
1979 seçimlerinde, AP Gençliği baş harflerini çağrıştıran, Ankara Gücü (A.G) rozeti taşıyan tüm yurttaki arkadaşlarımız olağan üstü bir görev başarmışlardı. Sandıkların kapanmasına 1-2 saat kala sandık kurulu üyemiz tarafından sandık görevlilerimize verilen oy kullanmayan kişilerin isimleri tek, tek kontrol edilerek AP'ye oy vermesi muhtemel kişiler evlerinden alınarak sandığa taşınmışlardı. Bunun için, Sandık kurulu üyesi-sandık başı görevlisi- mahalle temsilcisi- sokak temsilcisi- apartman temsilcisi(şehirlerde) ve motorize ekip olmak üzere mükemmel bir zincir oluşturulmuş, yaşlılar, hastalar, engelliler, sedyelerle, battaniyelerle ve araçlarla sandığa taşınarak oy kullandırılmışlardı. Sanıyorum Sayın Ertuğrul Aytaç'ın arşivinde bunun güzel fotoğrafları mevcuttur.
Sandığıma dokunma, bu milletin elinde kalan tek silahı odur. Hileli 1946 seçimleri dahil bugüne kadar kim kendi menfaatine seçim kanunları ile oynamaya kalkışmışsa halk onları sandığa gömmüştür. Oy namustur, sandık kutsaldır. Kalın sağlıcakla. 

13 Nisan 2016 Çarşamba

ANKARA KALESİ: "TÜRKİYE VE BALKANLAR" - Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

ANKARA KALESİ 
TÜRKİYE VE BALKANLAR
                                                                                              Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
TÜRKİYE BİR ÜLKENİN ADI
Türkiye bir ülkenin adı , Balkanlar ise bir bölgenin ismi olmasına rağmen , dünya haritasına bakıldığı zaman her ikisinin de  aynı bölgede yan yana bir konumda yer aldıkları görülmektedir . Harita güçlü bir komşuluk ve birliktelik ortaya koyarken, ortak sınırlar da bu bölge ve ülke için benzeri bir kaderi de beraberinde getirmektedir . Jeopolitik kitapları, Balkanları Avrupa kıtasının doğusunda yer alan sıra dağlar ve bu dağların bulunduğu  yarımada bölgesi  olarak tanımlamaktadır . Ne var ki , aynı kaynaklar Türkiye Cumhuriyeti’nin jeopolitik konumunu belirlerken bu ülkeyi orta  dünyanın merkezi devleti olarak tanımlamaktadırlar . Batılıların Heartland adını verdikleri bu bölgede Türkiye merkezi ülke olarak çok önemli bir  coğrafi konuma sahip bulunurken , Türk devletinin yaşamsal kaderi de  yanı başında uzanan ve sınır komşusu olan Balkanlar bölgesinin durumuna bağlı bulunduğunu ,bilimsel ve siyasal veriler ortaya koymaktadır . Bu doğrultudaki bilimsel  çalışmalara göre ,Türkiye merkezi coğrafyanın merkezdeki ülkesidir ama geleceği yanı başında yer alan Balkan bölgesinin içinde bulunduğu ya da bulunacağı durumlar ile süreçlere bağlı görünmektedir . Kısacası , jeopolitik bilimine göre  dünyanın geleceği merkezi bölgenin durumuna bağlıdır . Orta dünyanın geleceği de  merkezin yanı başında yer alan Balkanların durumuna yakından bağlıdır . Bu gibi değerlendirmelerden sonuç olarak kesin bir yargı ortaya çıkmaktadır . O da dünyaya merkezi alana egemen olan  güç hükmeder ama merkezi alana da, Balkanları ele geçiren ya da elinde tutan   siyasal güç  sonunda  egemen olur . Çağdaş jeopolitik bilimi bu bilimsel gerçeği ortaya koyarken , bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleceğini de Balkan  bölgesinin kaderi ile aynı doğrultuda  göstermektedir .
DÜNYA HARİTASINDA ÖNEMLİ BİR YER ALAN BALKANLAR
            Dünya haritasında böylesine önemli bir konumda yer alan Balkanlar hem bir sıradağlar bölgesi , hem de doğu Avrupa’nın kuzeyine doğru uzanan bir yarımadadır . Dünyanın en kritik  bölgelerinden birisi olan Balkanlar aynı zamanda ,küresel hegemonya doğrultusunda sürdürülen emperyalist  saldırı ve girişimlerin odak noktası olarak da  değerlendirilebilmektedir . Avrupa kıtasını ele geçirmek isteyen Batı Avrupa’nın büyük devletleri sürekli olarak kıtanın doğusuna doğru  sürekli olarak saldırılara geçerken , bütün Balkan yarımadasını ele geçirerek , kıtasal hegemonyalarını pekiştirmek istemişlerdir . Napolyon Fransa’yı ele geçirdikten sonra Doğu Avrupa’ya doğru yürüyerek buradan Rusya’yı ele geçirmek istemiştir .Benzeri bir biçimde Hitler dünya imparatorluğuna kalkıştığı zaman gene  Balkanlara doğru büyük askeri saldırı düzenlemiş ve buradan  Hazar bölgesine saldırarak dünyanın merkezi alanında tam bir  hegemonya kurmak istemiş ama  ABD ile SSCB işbirliği sayesinde iki cephede savaşmak zorunda kalınca cihan savaşını kaybetmiştir . İngilizler ise  Akdeniz üzerinden Kıbrıs’a gelerek  merkezi alana girmişler ve Rusların Akdeniz’e inmesini önleme doğrultusunda   bu bölgeye yerleşmişlerdir . Osmanlı imparatorluğunu çökerttikten sonra  Balkan savaşları aracılığı ile Akdeniz’in doğusunda hegemonyalarını geliştirmişlerdir . Balkan savaşları ile Osmanlı devleti Avrupa kıtasından  atılınca , Balkanizasyon adı verilen küçük küçük devletlere bölme girişimini İngilizler Fransızları  da yanlarına alarak  Balkanlar bölgesinde başarıyla tamamlamışlardır . Bir anlamda Osmanlı devletinin çöküş süreci de , Balkan bölgesinde İngilizler ile Fransızların üstünlük kurması ile  başlamış ve iki Balkan savaşı sonrasında  ,batılı emperyalistlerin yönlendirmeleri ile Osmanlı imparatorluğu Balkanlar’dan geri çekilerek Avrupa kıtasından çıkmak zorunda kalmıştır . Osmanlı devletini Balkanlar’dan kovanlar daha sonraki aşamada yeni bir dünya düzeni  oluştururlarken gene Balkan bölgesinden hareket etmişler ve Rusya’da gerçekleştirilen sosyalist devrimi  esas alarak Balkan  ülkelerinin de içinde yer aldıkları bir sosyalist  bloklaşmanın önünü açarak , çok kutuplu Avrupa merkezli dünyadan , iki kutuplu    Amerika  merkezli bir dünyaya  geçişi sağlamışlardır .
            DÜNYA YENİDEN BİÇİMLENİRKEN
            Son yüzyıllarda dünya yeniden biçimlenirken, Balkan bölgesi her zaman için önde gelen bir yere sahip olmuş ve merkezi coğrafyada kendi hegemonyaları peşinde yeni bir egemenlik düzeni kurmak isteyen emperyalist güçler, her zaman için Balkanlar’ı emperyalizmin av sahası olarak kullanmasını iyi bilmişlerdir. Avrupa kıtasının doğusunda Asya kıtasına geçiş kapısı olarak yer alan bu yarımada bölgesi  her iki kıtayı  birbirine bağlayan bir köprü konumunu muhafaza ederken, bir kıtadan öbürüne geçişlerde ya da  ortaya çıkan yeni siyasal oluşumlarda kıtalar arası hareketlilik de gene merkezi bir konuma sahip olduğu için bu doğrultuda değerlendiriliyordu. Napolyon ve Hitler’in senaryolarının benzerini daha sonraki aşamada İngiltere  ortaya koyarken , bugünün süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’ne de bir anlamda yön gösteriyorlardı . İngilizler  yüzyılların dünya yöneticiliğinin getirmiş olduğu bilgi birikimini savaşsız kullanarak  Osmanlı devleti sonrasında Balkan yarımadasında üstünlüklerini artırırken , Ruslar  öncüsü oldukları sosyalist sistemi  askeri güçlerinin bölgeye yayılması  sayesinde  oluştururmuşlardır . Amerikalılar ise Sovyetlerin bölgeden çekilmesi üzerine , Batı Avrupa’nın emperyalist devletlerinin  Balkan yarımadasına gelerek bir büyük Avrasya hareketine girişmemesi için  tıpkı Napolyon ve Hitler’in yaptığı gibi kendi önderliğinde bir askeri harekatı  Sırbıstan üzerine yönlendirerek  ve  Kosova bölgesini bu küçük ülkenin elinden alarak , dünya ülkelerindeki en büyük askeri üssünü Balkanlar’ın tam ortasında  yer alan Kosova’nın Gylani isimli kentinin toprakları üzerinde kurmuştur . Böylece jeopolitik kitaplarında  yer alan , Balkanlar’a egemen olan merkezi coğrafyayı da yönetebilir hükmünün doğruluğunu bir kez daha göstermiştir . Hitler ve Napolyon  tam olarak Balkanlar’a egemen olamadıkları için merkezi coğrafya ya da Avrasya kıtasında bir emperyal imparatorluk kuramamışlardır . Ruslar’ın Sovyetler Birliği deneyi ile  Sırbıstan üzerinden ortaya koyduğu Balkan hegemonyasının benzerini , Nato ülkelerini arkasına alarak bölgeye gelen ABD günümüz koşullarında  Kosova merkezli olarak   gerçekleştirmeye çalışmaktadır .
            EVRENSEL HEGEMONYA PEŞİNDE KOŞAN EMPERYAL GÜÇLER
            Balkan yarımadası tarihin her döneminde bir evrensel hegemonya peşinde koşan emperyal güçlerin  oyun alanı ya da avlanma sahası olarak güncellik kazanırken , aynı zamanda  her dönemde göçlerin ve etnik nüfus kaydırmalarının da  icra alanı olarak öne çıkmış ve siyasal projelerin gerçekleştirilmesi doğrultusunda  da önem kazanmıştır . Yüzyıllar bir biri ardı sıra geçtikçe  dünyanın siyasal düzeninde de çeşitli değişiklikler öne çıkmış ve bunların yaygınlık kazanması aşamasında Balkan yarımadasında gene çeşitli istikrarsızlık hareketleri gündeme gelmiştir . Avrupa kıtasının her dönemde farklı siyasal yapılanmalar ile karşı karşıya kalması yüzünden bütün bu gibi gelişmeler beraberinde Balkanlar bölgesinde yeni oluşumların   öne çıkmasını tetiklemiş ve bu yüzden de bu bölgenin tarihinde savaş dönemleri barış dönemlerinden daha fazla olmuştur . Balkan merkezli bir büyük güç tarih sahnesine çıkmadıkça , Balkanlar her zaman için  Asya,Avrupa ve şimdi de Amerika kıtasından ortaya çıkmış olan büyük devletlerin ve süper güçlerin merkezi coğrafyayı ele geçirme girişimlerinde  hedef alınan bölge konumunda olmuştur . Dışarıdan ya da kıtaların diğer bölgelerinden merkezi alana gelen emperyal girişimlerde  Balkan bölgesi her zaman için kilit alan olarak  önemini korumaktadır . Bu noktada Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının karşılaştırılması ile konunun  önemi ortaya konabilecektir . Selçuklu İmparatorluğu İstanbul’u alamadığı ve daha sonra da Balkanlar’da yaygınlık kazanamadığı için  dünya devleti olamamıştır . Osmanlı İmparatorluğu ise Selçukluların yapamadıklarını yaparak İstanbul’u fethetmiş ve daha sonraki aşamada da Balkan yarımadasında yayılarak bir büyük dünya devleti konumunda yedi asır boyunca  dünyanın ortasında varlığını sürdürebilmiştir . Osmanlı devleti Balkan yarımadasını kontrol ederken   Osmanlı ahalisi daha çok Balkan merkezli bir yerleşim düzenine sahip bulunuyordu .Bu hali ile Osmanlı imparatorluğu tam bir Balkan devleti görümüne sahip bulunuyordu . Balkan savaşları ile Osmanlının  bölge hegemonyası elinden alındığı aşamada , Osmanlı  devleti bitme noktasına gelmiştir . Balkan savaşlarında batılı emperyalistlerin desteği ile  Osmanlı yönetimine karşı baş kaldıran  eski eyaletler , bağımsız devlet olmaya yönelince , ana ülkesi Balkanlar olan Osmanlı devleti yıkılmaktan kurtulamamıştır .
            OSMANLI DEVLETİ VE BALKANLAR
            Osmanlı devleti Balkanları tam olarak ele geçirdiği için yedi asırlık uzun bir tarihe sahip olabilmiştir. Balkanlar ile birlikte İstanbul’un fethedilmesi üzerine , Osmanlı devleti tam anlamıyla bir Balkan devleti olmuş ve bu konumu ile de  Avrupa kıtasının doğu bölgesinde yer almıştır . Osmanlı imparatorluğu Asya toprakları üzerinde kurulmasına rağmen  , İstanbul’un fethi ile birlikte  bir Avrupa devleti konumuna gelmiştir . Osmanlılar bu aşamadan sonra Balkan yarımadasını  devletin esas ülkesi haline getirmiş ve  devletin tüm olanaklarıyla Balkanlar bölgesine büyük yatırımlar yaparak alt yapı tesisleri kurmuştur . Osmanlılar  , Orta Doğu bölgesinde tarih sahnesine çıktıkları için , böylesine merkezi bir alanda uzun süre var olabilmek için ve Avrupa merkezli saldırıları önlemek için  Balkan bölgesini fethetme işine öncelik vermişlerdir .İstanbul’un fethi sonrasında Balkanlara tümüyle yerleşen Osmanlılar ,Asya ve Afrika kıtasındaki imparatorluk topraklarına da sahip çıkarak merkezi alanda güvenlik üretmek  üzere üç kıta üzerinde sürekli olarak savaşmak zorunda kaldıkları için zamanla zayıflayarak önce gerilemişler sonra da dağılarak çökmüşlerdir . Kıtalar arası geçişlerin çok fazla olması , tarihin ilk çağlarından bu yana kıtalar arası göçlerde , Balkanlar ile Kafkaslar’ın merkezi bölgeler olarak bir anlamda kavimler kapısı konumuna düşmeleri yüzünden , merkezi bölgelerde küçük küçük topluluklar göçlerin artığı olarak geride kalmıştır.
Daha sonraki aşamada Osmanlı devletinin bir çok uluslu  heterojen imparatorluk olarak kurulması yüzünden  , bu imparatorluğun devam ettiği sürece  küçük etnik topluluklar da  , ülkenin çeşitli bölgelerinde varlıklarını koruyabilmişlerdir . Osmanlıların  baskıcı olmayan tutumu yüzünden  , Balkanlardaki etnik ve dinsel gruplar varlıklarını güçlendirerek sürdürmüşlerdir . Fransız devrimi sonrasında bütün Avrupa kıtasını derinden sarsan  milliyetçilik cereyanları hızla bütün kıtaya yayılarak Avrupa’nın doğu bölgelerine geldiğinde , Osmanlı ahalisi içinde yer alan Hrıstıyan etnik gruplar batılı emperyalistlerin  kışkırtma ve destekleri ile,  kendi küçük  ulus devletlerini  kurmak üzere yola çıkmışlar ve Osmanlı yönetimine baş kaldırarak  kendi bağımsız  düzenlerini   oluşturmuşlardır .
            Osmanlı yönetimi, Balkanlar’ı ana ülke olarak kullanırken , göçler yolu ile gelen halk topluluklarının bir kısmını yeni  yerleşim bölgelerine getirerek onlar için yerel düzenler kurmuş ve  Boşnaklar , Arnavutlar ve Pomaklar gibi toplulukların zamanla Müslümanlaşarak  Osmanlı ahalisi içinde önemli yerlere sahip olmalarını gerçekleştirmeye çalışmıştır . Kendi ahalisini Müslümanlaştırarak ayakta kalmaya çalışan Osmanlı devletinin bu gibi çabaları sonuç vermemiş , gayri-müslim azınlıkların  batı Avrupa’dan gelen milliyetçilik cereyanlarının etkisi altında kalarak kendi küçük ulus devletlerini kurma maceraları , Osmanlı İmparatorluğu gibi bir büyük imparatorluğun zaman içerisinde dağılarak çökmesine giden  yolu açmıştır . Osmanlı devletinin ana ülkesi olan  Balkanlar’da yaşayan küçük  grupların Balkan savaşı sürecinde ayaklanmaları üzerine  Balkan savaşı dönemi yaşanmış ve Osmanlılar esas ülkeleri olan Balkanlar’ı terk ederek yedek ülkeleri olan Anadolu yarımadasına geri  gelerek yaşamlarını bu bölgede  sürdürmeye çalışmışlardır . Ne var ki , Balkanların kontrolunu elinden kaçıran Osmanlı yönetimi ,jeopolitik zayıflama yüzünden daha sonraki aşamada Orta Doğu bölgesindeki topraklarını da elinde tutamamıştır . Bunun üzerine Osmanlı devleti dağılmak zorunda kalınca , Balkanlar ve diğer bölgelerden gelerek  merkezdeki arka ülke  olan Anadolu  üzerinde var olabilme kavgasını bir büyük ulusal kurtuluş savaşı  mücadelesiyle  kazanan eski Osmanlı ahalisi , batılı emperyalistlerin askeri birliklerine karşı kazanmış olduğu kurtuluş savaşı ile uluslaşarak   Misakı Milli sınırları içerisinde bir yeni ulus devlet kurma şansını elde  etmiştir .
            BALKAN YARIMADASI, KARPATLAR VE DAĞLIKLAR
            Balkan yarımadasını sıra dağlar ile çevreleyen Balkan dağları Karpatların da katkıları ile Avrupa kıtasının doğusunda bir dağlık bölge olarak yerini almıştır .  Avrupa’nın kuzeyi ile güneyi arasında yer alan Balkan yarımadası aslında  günlük dilde güney batı Avrupa biçiminde  dile getirilmektedir . Balkan  dağlarının bölgeyi bölmesi nedeniyle bir çok ova ya da benzeri  yerler de tarihin çeşitli dönemlerinde savaşlar olmuş ve bunlar yerel yönetimler tarafından bir türlü denetim altına alınamamıştır . Osmanlı devletinin ana ülkesi konumundaki Balkanlar’ın elden çıkması üzerine Osmanlı imparatorluğunun bölgedeki mirasçısı olarak ortaya çıkan  bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı mirasına sahip çıkmak hakkı  ortaya  çıkmıştır. Ne var ki , içinden geçilen süreç içerisinde Türk devleti kendini koruma derdine düşmüş ve bu yüzden de  jeopolitik  bir yaklaşım içerisinde Balkanlar’a yeterince yakın duramamıştır . Özellikle  soğuk savaş döneminde , harita üzerinde sınır komşusu olarak yer alan  Türkiye,  bölgedeki  Balkan komşuları ile ters düşünce ya da farklı  siyasal merkezlerin  izledikleri birbirinden çok farklı  politikalar ile muhatap hale gelince ,bu kez de  Türkiye  Balkan bölgesinden gelen siyasal rüzgarlara karşı  kendi koşulları çerçevesinde  koruyucu önlemler alma yoluna gitmiştir . Siyasal rejim farklılıklarına rağmen , Balkan ülkeleri ile yakın ilişkiler sürdürülmeye çalışılmış ve  Türkiye ile Balkan bölgelerinde birbirinden ayrı ve uzakta yaşayan eski Osmanlı ahalisi bir nüfusun gereksinimleri doğrultusunda ,  akraba ziyaretleri ve değişimi gibi işler takip edilerek , Türkiye’nin Balkan ülkelerindeki eski Osmanlı ahalisi nüfus arasında  yakın ilişkiler korunmaya çalışılmıştır . Yeni dönemde Balkanlar’ın tam hamisi konumuna gelen Sovyetler Birliğinin gene Balkan bölgesi üzerinden  hegemonyasını  gündeme getirmesi  çeşitli tartışmalara yol açmış  ve diplomasi açısından içinden çıkılamayacak bir oyun devam etmiştir .
            BÜYÜK  DEV PROJELER VE MİLLİYETÇİLİK CEREYANLARI
            Büyük  devlet projeleri ile milliyetçilik cereyanları üzerinden milli devlet senaryolarının karşı karşıya geldiği Balkan bölgesi , tarihsel olarak  bal ve kanın birlikte ortaya çıktığı ve aktığı bir alandır . Bu bölge bal gibi tatlı bir ülke  görünümünde ortaya çıkmış ama sürekli çatışmalar yüzünden  burada sürekli olarak kan akmıştır . Dünyanın jeopolitik merkezi konumuna sahip bulunan bu yarımada üzerindeki  bütün gelişmeler , Asya,Afrika ve de Avrupa kıtalarında ortaya çıkan  yeni siyasal yapılanmalar Balkanlar’ı   karşılıklı etkileşimlerin  çekişme ya da çatışma alanı konumuna  düşürmüştür .Buraya tarihten gelen bir yakınlığa sahip olan Türk devleti  ,her zaman için bu gerçeğin farkına vararak  bilinçli bir politika izlemek zorunda kalmıştır . Balkanlar Türkiye ile Avrupa     arasında hem bir sınır hem de bir köprü olarak yer alırken , her Balkan ülkesinin kendisini böylesine  bir jeopolitiğin getirdiği handikaplara hazırlaması gerekmektedir .Özellikle bu bölgede uzun yıllar birlikte yaşayan Hrıstıyan ve Müslüman halkların ayrışması kolay olmamış  ,iki kesim arasında geçmişten gelen ortak yaşam  kanlı kışkırtmalar aracılığı ile  yıkılınca  çok uluslu  imparatorluk düzeni geride kalmış ve bu ortamdan yararlanan Balkan milliyetçilikleri, kendi küçük devletlerini Balkan yarımadasının çeşitli bölgelerinde  kurma aşamasına gelmişlerdir . Balkanlar bir anlamda doğu Müslümanlığı ile Batı Hrıstıyanlığının buluştuğu yer konumuna sahipken ,  milli devletlerin kurulma aşamasında  dinler arası savaş alanı olarak Balkan yarımadası dünya siyaset sahnesinde öne çıkmıştır . Siyaset bilimine Balkanizasyon terimi , bu bölgedeki parçalanmalar ve çatışmaların sonucunda kazandırılırken , Osmanlı döneminde kalıcı bir barış düzeni yaşamış olan Balkan halkları birbirlerini yok edecek  derecede bir savaş ve vahşet dönemi de  dış kışkırtmalar nedeniyle yaşamak zorunda kalmışlardır . Müslümanlar ile Hrıstıyanlar  Osmanlı barış düzeninde birbirleriyle evlenerek barış içinde yaşarlarken , emperyalizmin  örgütlediği saldırgan milliyetçi hareketler ile  bölge halkları birbirlerini yok etmeye yöneltilerek ,Balkan yarımadasının kan gölüne dönüştürülmesi  hiç beklenmedik bir biçimde gerçekleştirilmiştir .Balkan merkezli Osmanlı düzeninin yıkılması, çok dinli Osmanlı hoşgörü düzenini ortadan kaldırınca , dinler arası savaş tüm acımasızlığı ile Balkanlara  getirilmiştir .Bu yüzden ,dünya tarihinin en kanlı din savaşları  tıpkı Endülüs döneminde olduğu gibi Balkanlar’da yaşanmış ve Hrıstıyanlar ile Müslümanlar ortak devletin çatısı altından çıkarak kendi  ayrı yollarını seçmişlerdir .  
            DÜNYANIN  JEOPOLİTİK MERKEZİNDE DİNLER ARASI ÇATIŞMALAR 
Dünyanın  jeopolitik merkezinde dinler arası çatışmalar  emperyal merkezler tarafından  tahrik edilince Türkler ile batılıların, ya da Müslümanlar ile Hrıstıyanların    arasında bir geçiş köprüsü konumundaki Balkanlar’da  Yahudilerin de  yer aldıkları görülmektedir . Hrıstıyanlara karşı Müslümanlar ile Müslümanlara karşı ise  Hrıstıyanlar ile birlikte olarak  hareket eden Yahudilerin bazı ülkelerde de   daha farklı konumlarda ya da hareketlerde bulundukları  göze çarpmaktadır .
Ayrıca, bu yaklaşımların tamamen tersi doğrultusunda hareket ederek, bir çıkış yolu aramak konusunda  var olan insan potansiyeli üzerinden  sonuç almaya çalıştıkları görülmektedir .Osmanlı devletinin  Asya’dan gelen Türkler tarafından  kurulması üzerinde    merkezi  coğrafyanın Yahudi asıllı nüfusu , yeni devletin çatısı altında bir güvenlik şemsiyesi  olarak görülmüştür . Yahudilerin geçmişten gelen siyasal birikimleri ile birlikte  hareket  etmeleri durumunda ,Türkiye’nin  daha    güçlü bir biçimde sorunlarını çözebileceği öne sürülürken , sürekli olarak Osmanlı imparatorluğu devrindeki gelişmeler  akla gelmektedir . İki din ve dünya arasında kalmış olan Yahudilerin  yeni dönemde  sorun çözücü bir yaklaşımı benimsemeleriyle birlikte  işlerin   daha düzgün gitmesi düşünülebilmektedir. Atatürk’ün zamanında Balkan Paktını n kurulması ,Balkan bölgesinin Hitler ve Mussolini gibi maceraperestlerin eline geçmesi gibi  olumsuz durumlardan uzak tutulmasını sağlamıştır .  Uzman büyükelçilerin  dikkatlerinden kaçmayarak   alınmış olan önlemler , doğu-batı,Müslüman –Hrıstıyan ,Alevi-Sünni  gibi  çekişmelerin aşılabilmesinde ve  alt kimlik kavgalarının tırmandığı anlarda , Yahudiler de  her zaman kendilerini korumak için  devrede olmuşlar, ya bölgenin yeniden düzenlenmesinde ya da çatışmalarda  geçmişten gelen birikimleriyle,  kilit ya da arabulucu  gibi  roller oynayarak Balkanlar’da  barış düzeninin yeniden tesisinde etkili olmuşlardır .Osmanlı döneminde  Doğu Avrupa da yaşayan Yahudiler böylesine bir  değişim sürecinin içinde yer almışlardır . Osmanlı devletinin çöküşünden alınan dersler  soğuk savaş yıllarında  ve   bugün gelinen  küreselleşme döneminde  yeniden ele alınarak    değerlendirildiğinde ortaya çok daha farklı  bir durum çıkmaktadır .Birinci Dünya Savaşı sırasında  Osmanlı imparatorluğu çökerken , Doğu Avrupa’da yaşanan  Yahudi sorunları ,daha sonraki aşamada İkinci Dünya savaşı ile birlikte  Orta Doğu bölgesine transfer edilmiş ve bu doğrultuda önemli miktarda  toplu insan göçü, Balkanlar ile Orta Doğu bölgesi arasında yaşanmıştır . Bugün İsrail merkezli olarak Orta Doğu bölgesinde yaşanmakta olan sorunların bazı benzerleri ya da  ön hazırlıklarının Balkan bölgesindek Osmanlı sonrası i gelişmelerin uzantıları olduğu zaman içerisinde anlaşılmaktadır . Balkanlar’dan Orta Doğu’ya doğru göçler ile başlayan  Yahudi sorunu ,Birinci Dünya savaşı sürecinde çözümlenemeyince ,sorunun kalıcı çözümü için bir de İkinci Dünya Savaşı çıkartıldığı bugün daha net olarak görülebilmektedir  .İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin bölgeye gelmesi ve İsrail’in kurulmasıyla birlikte Osmanlı dönemindeki  Balkanlar’daki Yahudi yapılanması Avrupa kıtasının dışına çıkarılarak ,  kutsal topraklar adı verilen  Filistin bölgesine taşınmıştır .
BALKANLARIN GÜNCEL SORUNLARI
            Balkanların güncel sorunları çerçevesinde konuya bakıldığı zaman , geçmişin yaşanan  olaylarından   gelen birikimin yeterince değerlendirilemediği  görülmektedir . İki büyük dünya savaşı sürecinde bu bölgede yaşanmış olan gelişmeler  sonraki dönemlerde de sürüp gitmiş ve Küresel emperyalizm aşamasında  Balkanlar , Rusya merkezli  sosyalist sistemden koparak  Batı uygarlığı merkezli Avrupa Birliği oluşumuna doğru açılmışlardır . Küçük Balkan devletleri  Hrıstıyan kimlikleri ile hemen Avrupa Birliği çatısı altına alınmışlar ama eski Osmanlı uzantısı olan Müslüman toplulukların yaşadığı  Arnavutluk , Bosna ve  Kosova  gibi Balkan ülkeleri Vatikan önderliğinde kurulmuş olan Hrıstıyan Avrupa  Birliği içine dahil edilmemişlerdir . Eski  Avrupa Birliği yöneticilerinden Olli Rehn isimli politikacı , Avrupa Birliği ile ilgili olarak yazmış olduğu kitabında, bu Müslüman Balkan ülkelerinin farklı dinleri nedeniyle Avrupa Birliği çatısı altına alınamayacaklarını  ancak uzun bir süre içerisinde eski Osmanlı kalıntısı olan bu ülkelerin Osmanlı kültüründen ve İslam dininden arınmaları  sonrasında Avrupa Birliğine tam üye olarak alınabileceklerini  açıkça belirtmekten çekinmemiştir . Vatikan’ın Hrıstıyan emperyalizminin ürünü olan bir kıtasal birliğin yöneticisinin ,eski  Osmanlı ülkelerini sırf din farklılığı nedeniyle dışlaması ve tam üyeliğe kabül etmemesi, başta Avrupa Birliği standartları doğrultusunda  Vatikan ile birlikte hareket eden büyük Avrupa devletlerini , insan hakları çağında çifte standartlı  davranma çıkmazına düşürmüştür . Dünyayı beş yüzyıl yönetmiş olan Avrupa uygarlığının tam birleşme aşamasında sırf din farklılığı nedeniyle Müslüman Balkan ülkelerini dışlaması , aynı zamanda eski Osmanlı devletinin bugünkü mirasçısı Türkiye Cumhuriyetini de etkilemekte ve Türkiye’nin  Avrupa Birliği’ne  vermiş olduğu  yarım yüzyıllık ödünler  demeti, hiçbir işe yaramamaktadır . Vatikan merkezli Avrupa’nın Hrıstıyan militanı konumuna gelen  Batı Avrupa devletleri , kıtanın doğusundaki Müslüman Avrupa ülkelerine bugün de  hiç hoşgörülü bakmamakta   ve bu durum ,Bosna’da işlenmiş olan insanlık suçunun her an yeniden gündeme getirilmesi  gibi bir riski de beraberinde taşımaktadır . Çağdaş ya da uygar görünen , batının dışında kalan ülkeleri ve halkları küçümseyen Avrupa’lıların   bağnazlığı ve ırkçılığı yüzünden ,bir çok kanlı olayın yaşanmasına rağmen batılıların hala aynı konuda ısrarcı olmaları da, günümüzde çifte standartlı  bir  diplomasinin çağdışı  bir çizgide artarak devam ettiğini açıkça ortaya koymaktadır .
            Soğuk savaş sonrası dünyada karşı siyasal kutupların ortadan kaldırılmasından sonra  ,dünyanın biraz daha rahatlaması beklenirken bu kez de küresel sermayenin kendisinin merkezde yer alacağı bir evrensel  dünya düzeni kurmaya yönelmesi üzerine  gene batı merkezli baskı ve emperyal  zorlamalar devam ederek ,bugünün dünyasında  fazlasıyla gergin ve hassas yeni bir durumun ortaya çıkmasına  neden olmuştur . İşte bu gibi kritik aşamalarda Balkanlar gibi jeopolitik önemi fazlasıyla olumsuz olaylara bağlı bulunan hassas  bölgelerde gerginlikler yeniden tırmanmaya başlamaktadır . Avrupa Birliği Balkan bölgesindeki Müslümanları eritmeye çalışırken ,bu ülkelerin Avrupa Birliği nimetlerinden yararlanmalarına izin vermemekte  ama  Olli  Rehn’in söylediği gibi  , Balkan Müslümanlarının  din değiştirmeleri için baskılar yapılmaktadır . Bu yüzden  Arnavutluk,Bosna ve Kosova gibi ülkelerde işin daha bitmediği bu bölge halkları da tam olarak Hrıstıyan yapılana kadar  kavganın ve baskıların devam edeceği  tehdit dolu sözler ile ifade edilmekte , bugün bu bölgede yaşayan Balkan Müslümanlarının  tıpkı Balkan savaşları sonrasında olduğu gibi, Balkanları terk ederek Türkiye’ye göç etmeleri istenmektedir . Başta Trakya bölgesi olmak üzere Türkiye’nin batı bölgelerinde milyonlarca Balkan göçmeni  Avrupa kıtasındaki evlerini ve köylerini terk ederek bugün Balkan Savaşları ve Hrıstıyan fanatizmi yüzünden  Türkiye’de  yaşamlarını sürdürmek  zorunda kalmışlardır . İnsanlar, Vatikan bütün Avrupa kıtasına Hırıstıyanlık üzerinden  egemen olsun diye doğup büyüdükleri kendi topraklarından sürülmüş ve bir başka ülkeye zorla göç ettirilerek , kendi anavatanları dışında bir yeni hayat düzenine zorlanmışlardır .  Üç kıta ve iki dünya arasında sıkışıp kalan Balkan bölgesinde bu doğrultuda yaşanan bütün olaylar , komşu bölgeleri de doğrudan etkileyerek böylesine geniş bir bölgedeki insanların yaşam düzenlerini  tümüyle alt üst etmiştir .
            TÜRKİYE VE BALKANLAR
            Türkiye ve Balkanlar’ın  harita üzerinde coğrafi olarak sahip olduğu yakınlık ve bütünlük görüntüsü , günümüzde de devam etmekte ve yeni dönemin öne geçen sorunları Balkanlar ile birlikte Türkiye Cumhuriyetini etki altına almaktadır . Bu sorunların bir kısmı geçmişten bugüne gelirken , bazıları da küreselleşme aşamasında çeyrek asırın geride bırakıldığı yeni aşamanın gündeme getirmiş olduğu sorunlar olarak öne çıkmaktadır .  Soğuk savaş döneminde Rus emperyalizmi ile boğuşan Balkan ülkeleri , yeni dönemde  Avrupa Birliği emperyalizmi ve Vatikan merkezli   Müslüman karşıtlığı ile  kısaca İslamo-fobia  olgusu ile uğraşmak zorunda kalarak Hrstıyan fanatizme ile  mücadele etmek zorunda kalmışlardır  . Hrıstıyan fanatizmi ile dünya halklarını emperyal baskı altına alan Avrupalılar   yeni geliştirdikleri İslamo-fobia hastalığı çizgisinde Müslüman karşıtlığını Balkanlar’da sürdürerek  yola devam edebilmenin arayışı içine girmektedirler .Balkanlardaki etnik çatışmalar aracılığı ile Osmanlı devletinin yıkımının gündeme gelmesiyle, dünya siyasetine kazandırılmış olan Balkanizasyon kavramı günümüzde de sürdürülerek , Balkanlar üzerinden  çok kültürlü bir  heterojen yapılanma Avrupa Birliği çatısı altında geliştirilmeye çalışılmaktadır .Yüzyılların Avrupa kıtası bütün dünyaya yönelen bir emperyalizmi  yeni dönemde de sürdürebilmenin yollarını araştırırken , Balkanlar’daki son Osmanlı izlerini silebilmenin çabası içine girmiştir .Bu durumda Osmanlı İmparatorluğunun varisi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkanlar ile daha fazla yakından ilgilenerek Osmanlı mirası olan  Türk ve Müslüman kültürüne sahip çıkması gibi bir misyon kaçınılmaz olarak güncellik kazanmıştır .  
            BİRLEŞMEYE ÇALIŞAN AVRUPA VE BALKANLAR
            Uluslararası alanda büyük değişiklikler yaşanırken , Avrupa birleşmeye çalışmakta ve bu doğrultuda Balkanları  bir an önce sınırları içine dahil ederek kıtasal  bütünleşmeyi gerçekleştirmeye çaba göstermektedir . Bu yeni dönemde , Avrupa’da kıtasal birlik oluşturulurken , Türkiye’nin de diğer Orta Doğu ülkeleri gibi dağıtılması okyanusun kenarındaki Atlantik güçleri  tarafından  istenmektedir . Bu doğrultuda yeni bir Balkanizasyon sürecinin  Sevr haritası doğrultusunda Anadolu’ya taşınması için  çalışmalar yapılmaktadır. Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizmi arasında  geleceğe dönük olarak oluşturulmuş batı bloku işbirliğinde, Avrupa kıtasının dışlandığı görülmekte ve  Türkiye hem bir Avrupa, hem de bir  orta Doğu ülkesi olarak ikiye bölünmüş olan batı ittifakının tam ortasında  yalnız kalmaktadır . Merkezi  konumu nedeniyle Türkiye’yi üç kıta arasındaki oluşumlarda  kullanmaya çalışan bu iki batılı blok, kendi aralarında anlaşamayınca   hem Balkanları hem de Türkiye’yi  çatışma alanına dönüştürmekte ve bu yüzden de merkezi alanda terör ve sıcak  çatışmalar bir türlü bitmek bilmemektedir . Milattan sonra yaşanan  iki bin yıllık dünya tarihinde öne çıkan din ve mezhep kavgalarının içinde bulunulan küreselleşme döneminde, batılı büyük devletler tarafından kışkırtılarak  kullanılmaya çalışılması nedeniyle sıcak gerginlikler tırmandırılmakta ve bu durumun sonucu olarak da  terör durdurulamamaktadır . Balkanlar’da Birinci Dünya savaşının çıkartılmasına neden  olan terör  , yirminci yüzyıl boyunca devam edip gelmiş ve bugünün sıcak gündeminde de her zaman için   listenin en başında yer almıştır . Terörist hareketler  aracılığı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki devlet düzeni çökertilmiş ,böylesine bir sürecin sonucunda da Müslümanlar , Türkler ve Yahudiler Avrupa kıtasından kovulmuşlardır . Müslüman Boşnak  bir terörist   Hrıstıyan asıllı Avusturya Arşidük’üne  suikast yaparken  geçmişten gelen din savaşının nasıl  dünya savaşına yol açtığı görülmüştür . Balkan savaşları  Hrıstıyan topluluklar ile Müslüman Osmanlı  imparatorluğu arasında cereyan ederken , bu bölgede ciddi bir din ayrışması gündeme gelmiş  ve bu  doğrultuda bir  cihan savaşına gidecek yol Balkan yarımadasında açılmıştır . Üç büyük din arasındaki çekişme iki bin yıllık tarihi geride bırakırken ,  bu savaş günümüzde yeni bir aşama da gene eskisi gibi devam etmektedir . Ne yazıktır ki , tıpkı Türkiye gibi Balkan bölgesi de  dinler arası çekişmenin savaş alanı konumundan bir türlü kurtulamamıştır .
            Balkanların çağdaş anlamda bir uluslaşma sürecinden geçerek tek bir ulus devlet çatısı altında bütünleşememesi yüzünden  ayrışma ve çatışma senaryoları bugün de devem edip gitmektedir .Bu olumsuz duruma Balkan yarımadasında yaşanan olumsuz olaylar yüzünden  Balkanizasyon  adı verilmiştir . Şimdi yeni dönemde bu Balkanizasyon süreci, Anadolu üzerinden Orta Doğu bölgesine doğru  İsrail’in öncülüğünde taşınmaya çalışılırken  Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkanlar bölgesine sırtını dönmesi ya da ilgisiz hareket  edebilmesi mümkün değildir . Balkanlar’da geçen yüzyılın başlarında yaşanmış olan ayrışma süreci bugün yeniden hortlatılırken , Balkanlaşma olgusu  Türkiye’ye taşınmaya çalışılmaktadır . Osmanlı devletini yok eden  Balkanizasyon sürecinin  bir yüzyıl sonra şimdi de Osmanlı devletinin mirasçısı olarak tarih sahnesine çıkmış olan  Türkiye Cumhuriyeti’ni  yok etmesi  Türkler açısından hem düşünülemeyecek hem de hiçbir biçimde kabül edilemeyecek bir  emperyalist  plan olarak devreye sokulmak istenmektedir . Türk devleti  bir yüzyıllık cumhuriyet tarihini geride bırakırken , öncelikle etrafına bakmak ve bölgedeki ya da komşu ülkelerdeki gelişmelere göre kendini yeniden ayarlamak durumundadır . Türkiye Cumhuriyetinin  batılı ülkeler ile bir ittifak içinde bulunması nedeniyle , Türkiye’ye Balkanlaşma olgusu demokratik süreç içerisinde taşınmaya çalışılmış ama , Orta Doğu bölgesindeki eski Osmanlı topraklarında sonradan kurulmuş olan devlet yapılarının  ortadan kaldırılmaya çalışıldığı yeni dönemde  terör ve sıcak çatışmalar  gibi yollar kullanılarak  bölge haritasında değişiklikler gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır .
            YERYÜZÜNÜN MERKEZİ COĞRAFYASINDA HEGEMONYA KAVGASI
            Yer yüzünün merkezi coğrafyasında  hegemonya kavgası sürdürülürken  Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte Balkan yarımadası aynı kadere mahkum edilmeye çalışılmaktadır . Balkanların parçalanmışlığından istifade etmek isteyen emperyal güçler ya da Siyonist İsrail ,Balkanlar’dan gelebilecek yeni emperyal bir saldırının önünü  önceden kesebilmek  için , hızla Balkanizasyon sürecini bir an önce  Türkiye üzerinden Orta Doğu’ya taşıyabilmenin çabası içinde iken  , Türkiye’nin hem Balkan bölgesindeki hem de Orta Doğu’daki devletler ile işbirliği yaparak böylesine parçalayıcı ve  çatıştırıcı bir yeni savaş sürecine  izin vermemesi gerekmektedir . Bu nedenle ,içinde bulunulan  yeni aşamada  stratejik derinlik gibi siyasal kavramların arkasına saklanarak , Türkiye’nin  komşuları ile emperyal güçlerin çıkarları doğrultusundaki savaşlara sürüklenmemesi gerekmektedir . Türk devletinin geçmişten gelen kalıcı bir Balkan politikası olmaması nedeniyle , devletin yanı başında yer alan bu son derece önemli yarım ada üzerindeki gelişmelerde, Türkiye Cumhuriyeti  Osmanlı sonrası dönemde fazla etkili olamamıştır . Bölgede Osmanlı ağırlığının  zamanla ortadan kalkmasından yararlanmak isteyen Avrupa  Birliği , Türkiye’den yüz yıl geride  kalmış olan eski Osmanlı ülkeleri olarak Romanya ve Bulgaristan gibi ülkeleri   ,Türkiye için aranan koşulların hiç birisini aramayarak sırf emperyal  çıkarları için tam üyeliğe kabül etmiştir . Avrupa Birliği Türkiye ile Balkan ülkelerine  karşı çifte standartlı bir tutum izleyerek  yeni haksızlıklara yol açarken , Türkiye Cumhuriyeti  Balkanlar üzerinden Orta Doğu’ya doğru yönlendirilen siyasal rüzgarların etkisi altında kalarak , çökme ve dağılma gibi olumsuz sonuçlar ile  gerçekleşebilecek çok tehlikeli bir ortama sürüklenmiştir .Türkiye’yi böylesine beklenmeyen bir çıkmazdan kurtarabilmek için  kesinlikle yeni bir politik yaklaşımın geliştirilmesi gerekmektedir .
            TÜRKİYE İLE BALKANLAR ARASINDAKİ İLİŞKİLERİN
“GELECEĞE DÖNÜK OLARAK” GELİŞTİRİLEBİLMESİ
            Türkiye ve Balkanlar arasındaki ilişkilerin geleceğe dönük olarak geliştirilebilmesi için , Türk devletinin kesinlikle kalıcı ve kurumlaşmış bir Balkan politikasına gereksinmesi vardır .Yeni  siyasal iktidarlara göre  politikaların değiştirilmesi , ayrıca  işbirlikçi ve mandacı siyasal kadrolar aracılığı ile merkezi coğrafya da batı merkezli emperyalist  politikaların geçerli kılınmak istenmesi  nedeniyle, Türkiye’nin taşeronluktan kurtulabilmesi mümkün olamamakta ve Türk devleti bir türlü kurucu önderin geliştirmiş olduğu Balkan paktı siyasetine  kalıcı bir doğrultuda yönlenememektedir . Mikro milliyetçiliklerin  yayılma alanı olan Balkanlar’da  bu durumun üstünde makro ölçülerde bir büyük devlet kurulamadıkça , Balkan sorunu etnik çatışma ve terör batağından bir türlü kurtulamayacaktır . Türkiye’nin Balkan yaklaşımının öncelikle bu siyasal gerçekliğin üzerine oturtulması gerekmektedir . Türk devleti kendi iç barışının tesisine öncelik vermeli ama bölgesel bir barış düzeninin kurulabilmesi için de ,kesinlikle Balkan ülkeleri ile bir araya gelerek ve bölge dışı emperyal güçlere karşı yeni bir dayanışma düzenini , Atatürk’ün gerçekleştirmiş olduğu Balkan Paktı benzeri bir doğrultuda  ortaya koyabilmelidir. Balkan bölgesinde sağlanacak yeni bir dayanışma düzeni , Orta Doğu bölgesindeki savaşların önlenmesi doğrultusunda da bir bölge insiyatifinin oluşturulmasına katkı sağlayabilecektir . 

12 Nisan 2016 Salı

Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın Konuşmaları ve “SUÇ İTİRAFI”

“SUÇ İTİRAFI”
Rifat SERDAROĞLU
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarını, sinirlenmeden, ifade bozukluklarına aldırmadan, küfür ve hakaretleri duymazdan gelerek izler ve dinlerseniz hemen hemen tamamında “suç itirafları” bulabilirsiniz. Açıklamaya çalışalım;
Erdoğan, Polis yetkilerine Saray’da yaptığı konuşmasında şu itiraflarda bulundu;
“Emniyet teşkilatımızda bu dönemde fiziksel ve zihinsel bir yeniden yapılanma sürecine girdik. Bu süreçle birlikte şu yapının veya şu şahsın değil, ülkenin ve milletin emrinde olan, adeta yerli ve milli yeni bir polis teşkilatı inşa ediliyor…”
-Erdoğan’ın dediğine göre, 2002- 17/25 Aralık 2013 arasında Polis Teşkilatımız, Cemaatin ve Fethullah Gülen’in emrinde idi.
-2002- 17/25 Aralık 2013 arasında Polis Teşkilatı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Türk Milletinin emrinde değildi.
-2002- 17/25 Aralık 2013 arasında Polis Teşkilatımız “Yerli ve Milli” değildi.
AKP 2002 yılında “Tek Başına” iktidar oldu.
14 senedir, Yasama-Yürütme-Yargı ellerinde. Kendileri söylüyor ve ısrar ediyorlar! (AKP MV Galip Ensarioğlu-Prof. Burhan Kuzu)
AKP’de tek hâkim, tek güç Erdoğan’dır.
Erdoğan’ın istemediği bir kanun- bir atama yapılamaz. İstedikleri “Emirdir.”
Fetö’cü Polis Müdürleri, gerek Türk Ordusuna gerekse Erdoğan muhaliflerine yapacakları her kumpastan önce, Erdoğan’dan “OLUR” almışlardır.
Ayrıca operasyonun her anında kendisine bilgi vermişler ve tıkandıkları anda ondan destek almışlardır…
Bu yazılanların gerçek olmadığını iddia edecek bir kişi, tek kişi var mı?
Bu gerçekten yola çıkarak, şunu söylemek mümkündür;
Erdoğan, 2002 yılından sonra Cemaat ve Hocaefendisi ile yaptığı anlaşma ile Türk Polis Teşkilatının en önemli birimlerine Cemaatçilerin yerleşmelerine onay vererek suçişlemiştir. Erdoğan’ın sözleri “Suç İtirafıdır…”
Erdoğan’ın ve Aile fertlerinin sahip çıktıkları ve destekledikleri ENSAR VAKFI’NIN yasadışı evleri ve kurslarında, 2002- 2016 yılları arasında yaşları 9-14 olan erkek çocuklara, bazı öğretmen geçinen kişiler tarafından tecavüz edildiği ortaya çıktı!
Toplum çok ciddi tepki verdi. Doğal olarak muhalefet liderleri de eleştirdiler.
Bu korkunç olayın sorumlusu olan Bakan Ramazanoğlu, kaçak kursları- kaçak evleri ve Ensar Vakfını suçlayıp, tecavüze uğrayan çocuklarımızı koruyacağına şunları söyledi;
“Münferit bir olayı genelleştirip, HAYIRLI HİZMETLER” yapan Ensar Vakfını suçlamak insafsızlıktır.”
Karaman Valisi- İl Milli Eğitim Müdürü- Emniyet Müdürü- İl Jandarma Komutanı gibi yöneticiler, olaydan yeni haberleri olduğunu, Karaman’da mevcut Ensar Evlerini hiç duymadıklarını söylediler!
Karaman İlinin merkez nüfusu 240 bin civarındadır. Bu küçük ildeki yüzlerce evden haberi olmayan bu yöneticiler, sırtlarını kime dayıyor kimden güç alıyorlar?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasını sabırla dinleyince, kimden destek aldıklarını anlamış olduk! Erdoğan da, aynen Bakanı gibi tecavüzcüyü ve çocuklarımızı koruyamayan Ensar Vakfını suçlayacağına, muhalefet liderlerinin bir sözü yerine olayı saptırmaktaki hünerini kullandı…
Değerli Okurlar;
Yıllardır yazıp söylüyoruz!
Ensar Vakfının kaçak evleri ve kaçak kurslarında yaşanan korkunç olayların misliyle fazlası, sayıları binlerce olan köylerimizde, AKP nin göz yummasıyla faaliyet gösteren kaçak kurslarda yaşanmaktadır.
Üç-beş oy uğruna küçücük çocuklarımız ruhen-aklen-fiziken tecavüze uğramakta ve IŞİD gibi terör örgütlerine militan olarak yetiştirilmektedirler…
Bu olayların siyasi sorumlusu, T.C Devletini ve AKP’yi tek başına yöneten Erdoğan ve yakın çevresidir. Tarihe ve Sayın Savcılarımıza not düşmek için bunları yazdım. Böyle biline…
Gerçi şehit cenazesi geçerken, lokantada oturmaktan utanmayan aşağılık insanların bulunduğu bir toplumun umurunda olur mu, işte orasını da ben bilemem…
Sağlık ve başarı dileklerimle 11 Nisan 2016
Rifat Serdaroğlu

4 Nisan 2016 Pazartesi

Terörü Kanıksamak!... Gazeteci, Eğitimci, Şair - Yazar: ARZU KÖK

Terörü Kanıksamak!...
ARZU KÖK
20 Temmuz 2015 Suruç
10 Ekim 2015 Ankara
12 Ocak 2016 Sultanahmet
17 Şubat 2016 Ankara
13 Mart 2016 Ankara
19 Mart 2016 İstanbul
Devam edecek mi bilmiyoruz hiçbirimiz. Bir yanda endişe diğer yanda acaba alıştırılıyor muyuz sorusu… Tabii bunların yanında doğuda devam eden adı konmamış bir iç savaş ve her gün gelen şehit haberleri… Hani o kadar çok şey yaşıyoruz ki son yıllarda düşünmeden edemiyoruz: Acaba bunların hepsi psikolojik bir operasyonun parçası mı? Bu sorunun ardından çoğu kimse bunu bir komplo teorisi olarak algılayacak belki de. Ama bir baksanıza çevrenize, toplumsal duyarlılık ne kadar zayıfladı, hatta yok olma noktasına geldi.

Toplumların bakış açılarını, algılarını, alışkanlıklarını, duyarlılıklarını değiştirmenin psikoloji biliminin incelediği birçok yolu vardır. Bunlardan en önemlisi ise medyadır. Günümüzde hem yaşanılan olaylar hem de yaşanılan olayların medyada bilinçsizce (ya da bilinçli olarak bilmiyorum) yansıtılması, toplumun duygularının, algılarının gün be gün giderek zayıflamasına yol açıyor.

Terörle mücadele, sadece askerin veya polisin görevi olarak görülüyor. Oysa öyle değildir. Aynı zamanda psikolojik ve sosyolojik bir mücadeledir bu. Günümüzde terörün haberler içerisinde yer almaya başlaması ve toplumun buna sessiz kalıyor olması aslında o toplumun yok olmaya başladığının göstergesidir. Yazık ki ülkemizde psikolojik bir operasyon vardır ve bu operasyonlar terör olaylarını olgunlaştırmaya ve terörün sıradanlığını kabul ettirmeye zemin hazırlamak değil de nedir?

Türkiye’de yaşanan bu duyarsızlaştırma sürecini daha iyi anlamak için uzağa değil, çevremizdeki Afganistan, Irak ve son olarak da Suriye’de yaşananlara bakmak yeterli değil midir? Örneğin, neredeyse her gün adı geçen bu ülkelerde yaşanan terör saldırıları ve iç savaş neticesinde insanların hayatını kaybettiği haberleri sıradan ve arka sıralarda okunan olağan haberler haline gelmedi mi? Türkiye önce çevresindeki bu ülkelerdeki terör ve savaş neticesinde hayatını kaybeden onlarca insanın haberini kanıksadı. Şimdi de kendi ülkesinde yaşananları kanıksamaya başladı.

Türkiye’de de şehit haberlerinin, terörün ve patlamaların artık manşetlerden ara haberlere doğru indiği bir süreçteyiz. Bu aslında terörün ana amaçlarından olan yıldırma, sindirme, tepkisizleştirme ve kanıksatmayı da beraberinde getirmektedir. 

Duygusal yaşamda tekrar tekrar karşılaşılan uyarıcıların bir süre sonra algılanmaması durumu, duyarsızlaşma olarak tanımlanmıştır. Örneğin; annesi tarafından sürekli azarlanan bir çocuk bir süre sonra annesinin azarlamalarına karşı duyarsızlaşabilir. Duyarsızlaşmayla sık sık karıştırılan alışma ise, duyu organlarında meydana gelir. Örneğin; sürekli hissedilen bir kokunun bir süre sonra duyulmaması alışmadır. Toplum olarak, daha önce büyük tepkiler verdiğimiz olaylara karşı bir süre sonra sessiz kalmamız, duygularımızın eskisi kadar harekete geçmemesi alışma değil duyarsızlaşmadır.

Hiçbirimiz dünyaya Türk, Kürt, Sünni, Alevi veya Katolik olarak gelmeyiz. Bunlar bize öğretilen değerler, bir başka deyişle şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse zamanla sönerler. Ağır travmalar ise şartlı refleksleri ortadan kaldıran bir etkendir. Bir yandan her gün Güneydoğu şehitleri için “kanları yerde kalmayacak” denmesine rağmen kanların sürekli yerde kalması, bir yandan araba yakıp polise taş atarak gelişen etnik kalkışmalar, diğer yanda artık şehir merkezlerinde patlayan canlı bombalar, temel güvenlik duygusunu ortadan kaldırmakta ve şartlı reflekslerimizi kırmaktadır.

Emperyalistler sinsi savaşlarında en çok psikoloji bilimini kullanırlar. Burada izlenen yol, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ulusların ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin ve benliklerinin sorgulanması, aşındırılmasıdır. Kısacası, milli duygunun yok edilmesidir. Bu ise etnik psikiyatrinin görevidir. Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini nasıl yok edersiniz? Önce o ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız. Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız. Mesela, Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar? Onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekir. Ya da Türkler Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar? Onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan biri olduğunu göstermelisiniz. Bu sürecin sonunda ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile acaba demeye başlar. Ulusal benlikte kırılma yaşanır. İşte böylece psikolojik savaş başlatılır.

Türkiye’nin terörle mücadelesi yıllardır devam etmektedir. PKK emperyalist ülkelerin bölgesel çıkarları nedeniyle bu ülkeler tarafından da desteklenmekte ve varlığını korumaktadır. PKK’nın varlığını sürdürebilmesi aynı zamanda Türkiye’nin askeri, politik veya sosyolojik hatalarından veya eksikliklerinden de kaynaklanmaktadır. Örneğin; terör örgütü ile müzakere masasına oturursanız veya terör örgütü mensuplarının Habur’dan şaşalı gösterilerle karşılanmasına tepki vermezseniz bu terör örgütünün hanesine başarı olarak yansır ve terör örgütü psiko-politik üstünlük sağlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı henüz Başbakan iken “Terörle yaşamaya alışacaksınız” dememiş miydi? Şimdi ise bakanlar çıkıp aynı şeyi söylüyorlar bizlere. “Alışın” diyorlar ısrarla. Ki zaten büyük oranda alışma da sağlanmış gibi. Örneğin; şehit sayılarının son yıllardaki artışıyla toplumun tepkisinin de artması beklenirken bunun tam tersi bir durum gerçekleşmektedir. Genel olarak bakıldığında toplumda ölümlere karşı genel bir duyarsızlaşmanın yerleşmeye başladığı, terör sonucu hayatını kaybeden şehitlerimizin de bu genel duyarsızlaşma ve kanıksama içerisinde fazlaca tepki verilmeyen olaylar gibi sıradanlaştığı görülmektedir. Bunun sonu ise bir felakettir.

Terörün artık psikolojik ve sosyolojik açıdan da savaş verdiği, önüne geçilemez bir gerçektir. Türk toplumunun değerlerine uzaklaşmaya başlaması, devletin terörle mücadelede bu gerçeği göz ardı etmesinin en önemli ve en acı sonuçlarından biridir. İçi boşaltılan milli kavramlar, orduya duyulan güvenin günden güne sarsılması, önemli devlet adamlarının sıradanlaştırılmaya çalışılması, medyanın bilinçsiz yayınları, verilen psikolojik savaşın ve duyarsız bir toplum yaratılmak istendiğinin göstergesidir.

Türkiye’de her geçen gün terör saldırıları hızını ve şiddetini artırırken, bu artan saldırılara paralel olarak, daha fazla şehit verdiğimiz günlerden geçmekteyiz. Neredeyse her gün şehit haberleri gelmesine rağmen toplumda bu haberlere olan tepkisizlik, duyarsızlık ve şehit haberlerinin kanıksandığı bir aşamaya gelindiğini göstermektedir. Öyle ki; ateş kendi çevresine düşmeden acıyı sahiplenmeyen bir milletin var olduğu ya da var edilmeye çalışıldığı bir toplum mühendisliği çalışması ile karşı karşıya olduğumuz kanısındayım.

Değerler, sorgulanmaya başladığında ve tartışmaya açıldığında aşınırlar. Türkiye’de de milli değerleri tartışmaya açıp sıradanlaştırmaya çalışan psikolojik bir savaş yürütüldüğü artık açıkça ortadadır. Türk toplumunun duyarsızlaştığı, terörle mücadelede sonuç alınamadığını görüp sürekli tekrarlanan olaylar nedeniyle milli refleksin kırıldığı, yaşanan travmaların artık ülkece değil de şehit ailelerince yaşanması süreci Irak, Afganistan ve şimdilerde de Suriye’deki ölümlere karşı yaşanan kanıksamayla benzeşmektedir. Bu ise ülkemiz adına bir felaketin çanlarını çalmaktadır. Sağır kulaklar duyar umarım…
Arzu Kök