Arkadaşlar,
Çok değerli Hocamız, Sayın Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN, ekte
sunulan, bir manifesto hükmündeki bu yazısında işbirlikçilerin iyi bildiği ama
kendilerinden başka hiç kimsenin bilmesini istemedikleri bir gerçeği gün
ışığına çıkararak teşhir ediyor.
Ülkemizi sadece bir sömürü alanı olarak gören
"müstemleke mültezimi" gibi hareket eden "kimliksiz dünya
vatandaşı" hüviyetindeki, kapitalist emperyal gücünün ajanlarının tüm
dünyayı karanlık çağın "efendi-köle" feodal düzenine evirmekte
olduğunu çok güzel özetlemiş. Okuyalım ve okutalım. Ama muhakkak ki
"kıssadan hisse" alalım.
Bu memlekete yönlendirilen "göç" hareketi, 1.
dünya savaşından beri fasılalarla sürdürülmektedir.
Bu durumun dahi makro seviyede aleyhimizde tasarlanmış bir
plan ve programın eseri olduğunu değerlendirmemiz gerektirmektedir. Saygılarımla
Dr. Zeki ŞAHİN
***
ANKARA KALESİ
SÜPER ZENGİNLER BÖLÜCÜLÜK YAPIYOR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Küreselleşme döneminin en önemli siyasal
sonuçlarından birisi olarak gündeme gelen bölücülük hareketleri
,bütün dünya ülkelerinde ön plana geçmekte ve , bugünün dünya haritasında
yer alan tüm devletler yıllar geçtikçe yoğun bir bölücülük tehdidi ile
karşı karşıya kalmaktadır . İnsanlık yirminci yüzyıla geçerken dünyada yirmi
devlet varken , yirminci yüzyılın sonlarında yirmi birinci yüzyıla geçerken iki
yüz civarında devlet ortaya çıkmıştır .Birinci ve ikinci dünya savaşları
sonucunda imparatorluklar ortadan kalkmış , sömürgeler tasfiye edilmiş
daha sonrada sosyalist sistem ortadan kaldırılarak yirminci yüzyıl
içinde bu üç büyük dönüşüm sayesinde devlet sayısı on misli artarak, iki yüz
civarında yeni siyasal yapılanmalar üzerinden büyük bir
artış göstermiştir . Bu gibi konularla ilgilenen bazı uzmanlar , küresel
emperyalizm çağında daha da ileri giderek insanlık için iki yüz devletin
yeterli olmadığını gene geçen yüzyılda olduğu gibi devlet sayısının en az on
misli artırılması gerektiğini hiç çekinmeden ileri sürmektedirler .
Onlara göre , insanlık yirmi birinci yüzyılın sonlarında artık iki bin
devlete sahip olmalıdır . Dünya üzerinde yeni kıtalar oluşmadığına göre ,
devlet sayısının on misli artırılması geçen yüzyılda olduğu gibi var olan
devletlerin bölünmesi ile sağlanarak , dünya haritası çok parçalı bir siyasal
yapılanmaya doğru yönlendirilecektir . Uzaydan ya da başka gezegenlerden yeni
devletler dünyaya gelmeyeceğine göre , devlet sayısının ciddi bir bölücülük
faaliyeti sayesinde en az on misli artırılacağı anlaşılmaktadır .
Fransız devriminin getirdiği ulusculuk akımları
imparatorlukları bölünce ve daha sonra da eski sömürgelerde dışarıdan
desteklenen ulusculuk akımları aracılığı ile yeni ulus devletler dünya kıtaları
üzerinde yer almaya başlayınca, var olan devlet sayısı kısa bir zaman dilimi
içinde on misli artarak yeryüzü haritası üzerinde fazlasıyla parçalı bir
siyasal yapılanma ortaya çıkmıştır . Bugün geçmişten gelen bu sürecin bir
başka benzeri ısrarlı bir biçimde ve dışarıdan desteklenerek ulus devletlere
yönelik bir doğrultuda sürdürülmek istenmektedir . Ulusculuk akımları
sayesinde öne çıkan ulus devletler imparatorlukların bölünmesine yol
açarken , bugün alt kimlikçi ve etnikçi bir mikro milliyetçilik aracılığı
ile var olan ulus devletler parçalanarak dünyanın her bölgesinde yeni eyalet
devletçikleri oluşturulmaya çalışılmaktadır . Yerelleşme ya da yerel yönetim
reformları görünümünde gündeme getirilen yeni bölücülük akımı sayesinde ,
bugünün dünya haritası üzerinde yer alan ulus devletlerin yarısından
fazlası ciddi bir bölünme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır . Özellikle alt
kimliklerin kışkırtıldığı ve bunların mikromilliyetçi bir harekete
yönlendirilerek , daha küçük bir ulus devlet olmaya doğru
sürüklenmeleri ,küresel emperyalizmin kapitalist merkezleri tarafından açıkça
desteklenerek ,batının dışında kalan bütün doğu ve güney ülkeleri bölünmeye
doğru giden yolda zorlanmaktadırlar . Ulus devletlerin dışa
açılmaları teşvik edilerek ekonomik yoldan kapitalist sistemin etkisi
artırılmakta ve ekonomi üzerinden ulus devletlerin parçalanmasına giden yolda
,hem etnik gruplar hem de yeni oluşturulan cemaatlar büyük parasal
olanaklar ile desteklenmektedir . Her ülkenin ekonomisi devletlerin elinden
alınarak dışa açılırken , serbest piyasa üzerinden dünyanın her ülkesine
kaydırılan sermaye gücü sayesinde , ulus devletlerin bölünerek ortadan kalkmalarını
sağlayacak bir eyaletleşme , etnik gruplar ile cemaat
oluşumlarına sağlanan büyük maddi olanaklar aracılığı ile
gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır . Küresel emperyalizmin örgütleyicisi olan
batı kapitalist sistemi , bütün dünya kıtalarını kendi hegemonyası altında bir
baskı düzenine bağlayabilme doğrultusunda evrensel düzeyde bölücülüğü
sistemli bir biçimde desteklemektedir .
Mısır’ın Kıpti asıllı hrıstıyan eski dışişleri
bakanı Butros Gali ,soğuk savaş sonrasında Birleşmiş Milletler Genel
Sekreterliğine getirilince , küreselleşme olgusunu “Önce mikromilliyetçilik
,sonra makro devletçilik “ olarak tanımlamıştı . Uluslar arası alanın bu önde
gelen temsilcisinin açıkça itiraf ettiği gibi , küreselleşme aşamasında
mikromilliyetçilik akımları batı kapitalist sistemi tarafından desteklenerek
ulus devletler sistemi dağıtılacak ve daha sonraki aşamada dünya haritasında
yer alan küçük eyalet devletleri , kıtalar düzeyinde ya da büyük bölgesel
oluşumların çatısı altında kurulacak makro devletler yapılanmasının
içinde bir araya getirilecekti . İki yüz ulus devletin bölünmesi ile ortaya
çıkacak iki bin eyalet devleti , beş kıta üzerinde oluşturulacak on büyük
federasyonun çatısı altında birleştirilecek ve en sonunda on büyük federasyonun
, bir dünya konfederasyonu çatısı altında birleşmesiyle de , yüzyıllardır
zenginlerin hayal ettiği bir dünya devleti yapılanmasına geçilecekti .
Zenginlerin yönetiminde bir dünya devleti ancak ulus devletlerin
parçalanmasıyla kurulabileceği için , küresel kapitalizm çatısı altında bir
araya gelen , her ülkenin zenginleri içinde yaşadıkları ülkelerinin
kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda parçalanarak eyalet devletlerine
geçilebilmesi için, açıktan bölücülük yaptıkları görülmektedir . Yeryüzünün bütün
ticaret merkezlerine dağılarak sermaye akışını kontrol altına alan bir dini ya
da etnik grubun, ulusal kimliklere karşı çıkan bir tutum içerisine
girmesiyle , ulus devletlerin parçalanmasını sağlayan bölücülük akımları her
ülkede öne çıkarak bütün devlet düzenleri açısından ciddi bir tehdit
süreci başlatmıştır . Her ülkenin zengini kendi milleti ve devletinin desteği
ile zenginleşerek bir ekonomik güç haline gelmesine rağmen , zenginleşme
aşamasından sonra dışa açılarak ve yeni piyasa yapılanması sayesinde küresel
sermaye düzeni ile işbirliği doğrultusunda kendi ülkelerine
sırtlarını dönerek , doğrudan ya da dolaylı yollardan bölücü akımlara destek
vermektedir.
Tarih boyunca siyasal dönemeçler dönülürken , yeni ortaya
çıkan devlet modelleri ile eski devlet yapılarının çatıştığı görülmüştür .
Bugün gelinen aşamada ise eski ile yeni devletler arasında bir
çekişme değil ama büyük şirketler ile devletler arasında gelişmekte olan
şiddetli bir rekabet ve çatışma süreci göze çarpmaktadır . Dünyanın en büyük
sermaye örgütlenmesi olan uluslar arası finans kapitalin emirleri
doğrultusunda hareket etmek zorunda kalan bütün sermaye kuruluşları ve
şirketler , dünya devletlerine ve yeryüzü halklarına karşı bir hegemonya savaşı
açarken , etnik gruplar ile dini cemaatları millet ve devlet düzenlerine
karşı bir işbirliği ortağı olarak kabül etmiştir . Her yerde etkinlik gösteren
şirketler azami kazanç peşinde koşarken , asgari masraf ile daha çabuk
zenginleşebilmenin arayışı içinde olmuştur . Siyaset sahnesinin en büyük
kuralı olan Makyavelizmi ekonomik alanda gerçekleştirme çabası içerisinde
bulunan tekelci şirketler ,hiçbir kural dinlemedikleri gibi , kendilerinden
vergi almaya kalkan ya da sınırlarda gümrük almaya çalışan devletlere karşı da
kendi aralarında işbirliği yaparak sistemli bir savaş halinde olmuşlardır
. Dünyanın patronu olmak isteyen para babaları , sahip oldukları zenginlik
gücünü ana hedeflerini gerçekleştirme doğrultusunda kullanmakta ve bu
doğrultuda da zenginliklerine yeni zenginlikler katma girişimleri içerisinde
,kendileri için sınırlayıcı bir güç merkezi olarak var olan ulus
devlet düzenlerinin tasfiye edilmesi için çaba göstermektedirler .
Ekonomik alanın öne geçirilmesiyle birlikte zenginlik ciddi bir siyasal güç
haline gelmiştir . Büyük parasal birikimlere sahip olan zenginler sınıfı , hem
kendi konumlarını korumak ,hem de küresel emperyalizmin dayatmaları
doğrultusunda kapitalist merkezler ile işbirliği içerisinde
ortaklıklar geliştirebilmek doğrultusunda ,vatandaşı oldukları ülkelerin ya da
çatısı altında yaşadıkları devletlerin ulusal çıkarını görmezden gelerek
, bir grup azınlığı oluşturan zengin kesimlerin çıkarlarına öncelik verilmesini
savunabilmektedirler . Böylesine çıkarcı ve bencil tutumların kesin ve katı
yaklaşımlar çerçevesinde öne çıkarılması ,bölücülüğün giderek artmasına ve
güçlenerek ulus devletlerin ortadan kalkmasına yol açmaktadır . Bu yüzden
artık , dünyanın her ülkesinde yaşayan toplumların zengin kesimleri
yeni bölücüler olarak siyaset sahnesinde öne çıkmaktadırlar .
Zengin bölücülüğü, Amerika Birleşik Devletlerinde
olduğu gibi Avrupa Birliği ülkelerinde de zaman zaman gündeme gelmiş ve Avrupa
kıtasının büyük devletlerinin bölünmesine yol açabilecek yeni eyalet
devletçiklerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur .Yüzyıllarca dünya
kıtalarını sömürge imparatorlukları aracılığı ile yönetmiş olan Batı Avrupa’nın
üç büyük devleti olan İngiltere,Fransa ve İspanya ile birlikte gene benzeri bir
konumda olan Belçika günümüzde bölünme tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır
. Kuzey buz denizinde petrol bulunmasından sonra zenginleşen İskoçya
İngiltere’yi , zengin endüstri bölgeleri olan Katalanya ve Bask
yerel yönetimleri İspanya’yı , daha önceleri bağımsız bir devlet olan
Korsika adası ise, Fransa’yı bölerek bu devletlerin üniter yapılarını
ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar . Benzeri bir biçimde , Roma
İmparatorluğunun çöküşünden sonra bir şehir devleti olarak Akdeniz üzerinde
hegemonya kuran Venedik bölgesi İtalya’yı , Almanya’nın zengin Katoliklerinin
toplandığı Bavyera eyaleti ise Protestan Alman Birliğini
parçalama doğrultusunda açıktan bölücülük yapmaktadırlar . Vestfalya Antlaşması
sonrasında üç yüz yıllık bir oluşum süreci geçiren Avrupa’nın büyük ulus
devletleri , kendi eyaletleri konumundaki küçük devletçikler tarafından
bölünmek istenirken , küresel sermayenin bu küçük yeni devlet adaylarını
dışarıdan büyük destekler sağlayarak meşrulaştırmaya çalışan küreselci
güçler ,ülkelerin zengin sınıfları ile devlet ve millet yapılarına karşı ,
ekonomik ilişkiler ve piyasalar üzerinden etkili bir işbirliği ve ortaklık
dayanışmasını sürdürmektedirler . Bu yüzden , bazı ülkelerde dışarıdaki küresel
sermaye ile bütünleşen zengin kesimler kendi toplumlarının ya
dışında kalmakta ya da toplumlar tarafından dışlanmaktadırlar.
Uluslararası kapitalist düzenin çıkarları doğrultusunda ulus devletlerin
parçalanmasına göz yuman ya da dolaylı olarak destek veren süper zengin
kesimler , bir aşamadan sonra bölücülük yaparak kendi devletleri ve toplumları
ile karşı karşıya gelmektedirler .
Fransa,İtalya ve İspanya gibi büyük Avrupa devletleri
,merkeze bağlı bulunan eyaletlerin ya da bölgelerin ülke birliğinden
ayrılarak bölücülük yapmalarını önlemeye çalışırken küresel
emperyalizme karşı bir var olma savaşını vermek zorunda kalmışlardır .
Kapitalist sistemin dönemsel krizleri ile istikrarsız yapılarının yol
açtığı belirsizlikler ,zengin kesimleri korkutmuş ve sermaye sahiplerini
öncelikli olarak kendilerini kurtarma düşüncesine doğru sürüklemiştir .
Sermayenin ürkekliği zengin sınıflara korkaklık olarak yansımış ve kendi
çıkarları doğrultusunda hareket eden zenginler, üyesi oldukları
toplumların ya da ulusal yapıların çıkarlarını görmezden gelerek kendileri
açısından , çıkarcı bir bencilliği genel olarak geçerli bir hareket
tarzına dönüştürmüşlerdir . Avrupa Birliği kendi bütünlüğünü koruma
doğrultusunda , ayrılıkçı eyaletlerin bulunduğu bölgelerde merkeze bağlı bölge
devletlerinin kurulmasını bir alternatif olarak düşünmüş ve anayasalara konan
bölge devletleri ile ilgili maddeler üzerinden, ayrılıkçı bölgelerin
büyük ulus devletlerden kopmalarını önleyerek ,Atlantik kökenli bir
küresel saldırganlığa karşı direnmeye çalışmıştır . Avrupa’nın zenginleri
de tıpkı Amerika’nın zengin kesimleri gibi kendi çıkarlarına öncelik
verirken , diğer kesimlerin ekonomik sorunlarına karşı ilgisiz kalmıştır .
Zengin Katalanlar yoksul Endülüslere ya da zengin Bavyeralılar yoksul
Bremenlilere para kaptırmak istemezken , zengin Venedikliler
de İtalya’nın güneyinde yaşayan yoksul Napolilileri beslemek
istemediklerini açıkça dile getirmektedirler . İngiltere’de zengin İskoçyalılar
geri kalmış Gallileri beslemek istemedikleri gibi ,Türkiye’nin İstanbul
kentinde toplanan zengin kesimlerinde ,kasıtlı olarak yoksul bırakılan doğu
Anadolu’nun veya Güneydoğu bölgesinin yoksul kalan kitlelerini beslemek
istemedikleri için , sürekli olarak kendi kurdukları derneklerinin
çizdiği bölücü rota da , eyalet devletçiklerinden oluşacak bir federasyon
arayışı sürdürülmektedirler . Büyük sermaye yapılarının bulundukları
ülkelerde eyalet devletlerinin belirli bölgelerde oluşumunun gündeme gelmesiyle
birlikte ,zengin kesimlerin bölücülük yaptıkları açıkça görülmektedir . Zengin
bölge ya da ülke ayrılıkçılığının , bağımsızlık istekleri ile gündeme
getirilmesinde zengin kesimlerin ulus devletlere karşı bölücü
hareketleri dolaylı ve açık yollardan destekledikleri görülmektedir .
Zenginler ödedikleri vergiler ile, yoksulların beslenmesini
, ya da geri kalmış bölgelerin desteklenmesini istememekte , aksine
devletin zengin kesimlerin çıkarları doğrultusunda isteklerini öncelikle
gerçekleştirmesini talep etmektedirler . Avrupa Birliği’ne giden yolda
büyük ve zengin Avrupa ülkelerinin küçük ve yoksul diğer Avrupa ülkelerine
destek olmaları beklenirken , bu durumun tamamen tersi gelişmeler olduğu
görülmüştür .Irak savaşında beş trilyon dolar masrafa giren ABD , içine
sürüklendiği ekonomik krizi kendi denetimi altındaki uluslar arası ekonomik
kuruluşlar aracılığı ile Avrupa kıtasına doğru yönlendirince , Avrupa kıtasının
Akdeniz’e kıyısı olan bütün güney ülkeleri ekonomik olarak çökmüş ama
hiçbir büyük Avrupa ülkesi bu ekonomisi çöken güney ülkelerine yardım
etmemiştir . Yunanistan, Portekiz,İrlanda ,İspanya ve İtalya ekonomik olarak
iflas ederken ,büyük ve zengin Avrupa devletleri bu harcanan ülkelere sahip
çıkmamışlardır . Bir anlamda altta kalanın canı çıksın anlayışı ile hareket
eden zengin kesimler ve büyük devletler ,yoksul halklar ile çöken devletlere
gereken yardımları yapmayarak çöküşe ortak olmuşlardır . Zenginden alınan
vergilerin yoksullara yardım olarak gitmesini sağlayan ulus devletlerin
sosyal devlet uygulamalarını ortadan kaldıran küresel sermaye ve işbirlikçisi
zengin sınıflar , bütün dinlerin ortak bir çizgide savunduğu yoksullara ve
zayıflara sahip çıkarak destek olma işinden her geçen gün uzaklaşarak
daha haksız ve adaletsiz yeni bir dünya düzensizliğinin ortaya çıkmasına yol
açmışlardır . Ulus devletlerdeki milliyetçi partiler ve örgütler zenginlerin
eline geçince , sosyal devlet gibi yoksulları koruyan ulus devlet uygulamaları
da kendiliğinden devre dışı kalmıştır . Zengin yoksul ayırımının
dışarıdan destekli politikalar ile giderek tırmanmasıyla birlikte, ulusal
toplum yapılarında dağılma, parçalanma eğilimleri öne çıkmış ve böylece
küresel emperyalizmin istediği gibi ulusal toplum ve devlet yapılarının ortadan kaldırılması daha da kolaylaşmıştır.
İnsanlığın genel gidişi doğrultusunda daha fazla
demokrasinin temel hak ve özgürlüklerin korunması doğrultusunda gündeme gelmesi
beklenirken , siyasal gelişmeler daha fazla demokrasi yerine daha çok para
ilkesini öne çıkararak , bütün toplumları ekonomik çıkar
beklentisine mahkum etmiştir . Gereğinden fazla büyük bir İtalyan devletini
maddi olanakları ile beslemek istemeyen Venedikli tüccarlar ve zenginler ,güney
bölgesinden koparak daha küçük bir Kuzey İtalya devleti çatısı altında yaşamak
istemektedirler . Po ovası çevresinde uzanacak bir Padanya
devleti sayesinde daha zengin ve kaliteli bir yaşam düzenine kavuşacağını hayal
eden Venedik kentinin temsilcilerinin ,artık Napoli bölgesi ile aynı çatı
altında olmak istemediği kesin olarak ortaya çıkmaktadır . Belçika devletinin
çatısı altında Valonlar ile yüzyıllardır birlikte yaşayan Flamanların artık
kendi bağımsız eyalet devletçiklerini kurmak istediği göze çarpmaktadır .
Çalışkan Flamanlar zengin olurken ,tembel Valonlar Flamanların ödedikleri
vergiler sayesinde yaşama olanaklarına sahip olabiliyordu .
Zengin Venedik yoksul Napoli’nin masraflarını karşılamak istemediği bir
aşamada, İtalya’daki ulus devlet yapılanması ortadan kalkmak durumuna
getirilmiştir . Venedik bölgesine benzer bir biçimde İtalya’ya resmen bağlı
bulunan Güney Tirol bölgesi de ,zaman zaman ayrılmak isteğini dile
getirerek , dolaylı anlamda bir bölücülük girişimini daha öne çıkarmaktadır.
Bavyera eyaleti , Katolik inancı doğrultusunda bütünüyle Protestan bir
yapılanma olan Almanya Birliğinden ayrılma eğilimi gösterirken aynı zamanda
zenginliğini diğer eyaletler ile paylaşmaktan kaçınmaktadır . Daha fazla
demokrasi isteği gibi kutsal bir talep doğrultusunda ,bütün etnik ve dinsel
gruplar sahip oldukları hak ve özgürlükleri en üst düzeyde kullanabilecek bir
duruma geldiği zaman, siyasal açıdan daha ileri bir ülke konumuna gelecek
iken , etnik çizgide alt kimlikçiliğin hortlatılarak zengin
azınlıklara özel olarak çeşitli olanakların tanınması ,genel
olarak eşitlik düzenini ortadan kaldırdığı gibi ,ülkelerin bölünmesine giden
yolda hızlı bir ilerleme sağlayabilmektedir . Sahip oldukları para gücünü
kullanarak siyaseti kontrol etme ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme
şanslarını elde etmiş bulunan süper zenginler , bir anlamda
demokrasi ve insan hakları görünümü altında cumhuriyet yıkıcılığı
yapmaktadırlar . Halk kitlelerinin ekonomik haklarının göz ardı
edilmesi ile ayrılık yaratan kültürel hakların öncelikli bir
kategori olarak öne çıkarılması ,toplumsal çatışmalar yaratarak ulus
devletlerin dağılmasına giden yolu kendiliğinden açmaktadır .
Kopenhag kriterlerine öncelik tanınırken , Maastricht kriterlerinin görmezden
gelinmesi tam anlamıyla bir çifte standart olarak küresel sermayenin
uzaktan kumandalı emperyal manüplasyon planlarını gözler önüne
sermektedir .
Zengin sınıfların ekonomik düzeni ele geçirdikten
sonra , sahip oldukları parasal güç ile siyaseti yönlendirmeye
başlaması , dünya ülkelerinde önemli değişikliklere neden olmuştur.
Mülkiyet merkezli ekonomiye olan tutkunluk , insanlığı tüketirken ,
kapitalizmin hızla gelişmesine yardımcı olmuştur . İnsanlık toplum yerine
ekonomi üzerinden değerlendirilirken , para ve maddiyatçılık ana
kriter olarak ele alınarak ,insanlığın kapitalin işgali altına girmesine
yol açılmıştır . Bütün dünyayı beş yüz yıllık bir büyük zaman dilimi içinde
sömüren batı kapitalizmi , para gücü üzerinden insanlık için tam
bir teslimiyet düzenini zorla ve baskı ile dünya halklarına kabül ettirmeye
çaba sarf etmektedir . Tüm dünya ülkelerinin yoksul kesimlerinin çalışan
proleterlerinin birleşmesi hedefi , kapitalistlerin birleşerek
oluşturduğu uluslar arası kölelik düzenine son verilmek istenmesini
amaçlamaktadır . Zenginler paralarını ve büyük sermayelerini yoksul halk
kitleleri ile bölüşmek istemedikleri için , halkın genel olarak çıkarlarını ele
alacak ve bu doğrultuda bir kamu yönetimi gerçekleştirecek çizgide
hiçbir adım atmamaktadırlar . Parayı ve iktidarı paylaşmayan zenginler , kendi
çıkarlarının tehlikeye doğru sürüklendiğini gördükçe ,demokrasi dışı yollara
da başvurabilmektedirler . Para babalarının çıkarları doğrultusunda , devlet ve
kamu düzenlerini ayakta tutarak , devletlerin çöküşünün önlenmesi
gerekirken , tamamen tersi bir çizgide ulus devletlerin parçalanması ,
zenginlerin bölücülüğü doğrultusunda gündeme getirilmektedir . Ekonomik
sömürüye her türlü riske rağmen, kararlı bir biçimde devam
eden süper zengin kesimler , ellerindeki ekonomik birikimi içinden
çıktıkları ulusal yapı ya da halk kitleleriyle paylaşmayarak
,oluşturdukları uluslar arası dayanışma düzeni içinde
toplumların bölünmesine giden yolda ,dışa dönük bir çizgide bencil ve
çıkarcı tutum ve davranışlarını küreselleşme görünümü altında, kararlı
bir biçimde sürdürdükleri görülebilmektedir .
Ekonomik güç ile her şeyi satın almaya kalkışan zenginler ,
medya ve basın organlarını kendi bültenlerine dönüştürdükleri gibi , siyasal
partileri de finanse ederek kendi çıkarlarının temsilcisi konumuna
düşürebilmektedirler . Kurdukları büyük şirketleri ile zenginleşme fırsatını
yakalayan zengin kesimler , aynı şirketçi zihniyeti siyaset alanına
taşıyarak şirket-parti modellerini de çeşitli ülkelerde
gerçekleştirebilmektedirler .Para gücü ile kendi çıkarları için siyasal
partiler kurdurabilen zengin kesimler ,siyasetin finansmanı üzerinden satın
aldıkları kişilerin siyaset sahnesinde ön plana çıkmalarını
sağlayabilmektedirler . Bu gibi taşeronları ya da kendi adamlarını parasal
destekler ile siyaset sahnesinde öne çıkarabilen aşırı zengin
kesimler , şirket yönetir gibi partileri de uzaktan kumandalı bir biçimde
yönetebilmekte ve bu yüzden de , siyasal alanda büyük çarpıtmalara neden
olabilmektedirler . Ekonomi ile siyasetin karıştığı bir ortamda , iş
adamları kendileri açısından güvenilir buldukları bazı temsilcilerini siyaset
alanına taşıyarak , bunlar üzerinden devleti kendi çıkarları
doğrultusunda yönlendirebilmektedirler . Milleti ve dini olmayan küresel
sermaye sahipleri hep kendilerine çalışan bir siyasal sistem ile ekonomi
üzerinden insanlığın tepesinde büyük bir baskı düzeni kurabilmişlerdir . Kendi
ülkelerinden çıkarak uluslar arası alanlara açılan şirketler büyürken , siyasal
açıdan da güçlenebilmekte ve küresel siyasetin belirlenmesinde etkili bir
konuma gelmektedirler . Kendi ülkelerinin bölünmesine giden yolda küresel
emperyalizm merkezlerinden gelen destekler ile etkin olan zengin kesimler ,
dışarıya açıldıkları zaman daha küresel politikalara yönelebilmekte ve bu
çizgide bazı plan ve programlara angaje olabilmektedirler . Sermayenin önündeki
bütün sınırlar kaldırılırken ve serbest olarak sermayenin dünyanın her
yerinde dolaşımının sağlanması doğrultusunda güvenceli bir sistem
oluşturulurken , bütün ulusal sistemlerin , evrensel bir sermaye diktatörlüğüne
teslim olmasının önü açılmaktadır . Kendi ülkesinde bölücülük yapan zenginler
ve onların şirketleri uluslar arası alana çıktıkları zaman , dünyanın diğer
ülkelerindeki zenginler ve onların şirketleri ile bir araya gelerek küresel bir
ortaklığın ,insanlığın tepesinde bir baskı düzenine dönüşmesinin aracılığını yapabilmektedirler
. Zenginlerin bölücülüğü bu durumda sadece kendi ülkeleri için geçerli olmakta
ama dışa açılan şirketler bir evrensel diktatörlük dayanışmasının öncüsü
olmaktadırlar . Liberal görünümlü yeni finans kapital faşizmi , geliştirmekte
olduğu evrensel baskı düzenine kılıf olarak
neoliberalizmi kullanmaktadır .Liberalizm adına ulus
devletler yıkılmakta ama küresel sermayenin dünya faşizmine giden baskı
düzeni tekelci şirketler aracılığı ile son hızla
oluşturulmaktadır . Önümüzdeki dönemde ülkeler üzerinden tek tek faşist
düzenler düşünülmemekte ama , piyasalar üzerinden evrensel bir faşist
düzen süper zenginlerin küresel imparatorluğu doğrultusunda bütün
dünya ülkelerinin üzerine gidilerek dayatılmaktadır .
Yirmi birinci yüzyılda dünya yolunda ilerlerken ,
insanlık batı kaynaklı ve insan hakları görünümlü bir
yeni sömürü düzenine sürüklenme tehlikesi ile karşı karşıyadır . Süper
zenginler kontrolu altında tuttukları finans kapital düzeni sayesinde ,
dışarıdan güdümlü ekonomik programlar aracılığı tüm insanlığı yeniden kapitalin
işgali altına sürüklemektedirler Çeyrek yüzyıllık bir dönemin geride
bırakılmasından sonra ,küresel imparatorluk peşinde koşan süper kapitalizmin
insanlığın pek de hayrına olmadığı ortaya çıkmaktadır . Batı ekonomileri ile
piyasa ilişkileri üzerinden bağlantı içine girmiş olan ulus devletler de
halk kitleleri giderek yoksullaşırken , dolar milyarderlerinin sayıları hızla
artmaktadır . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra beşte bir toplumu
yaratmak üzere yola çıkan küreselleşme akımı kısa bir zaman dilimi içinde yeni
bir emperyalizme dönüşünce ortaya yüzde bir toplumu gibi son derece
dengesiz bir durum çıkmıştır . İnsanlığın beşte birinin zengin , beşte dördünün
orta düzeyde olacağı bir küreselleşme akımı dile getirilmiş ama kısa bir süre
sonra , bütün dünya ülkelerinde sayıları hızla artan dolar milyarderleri
üzerinden yüzde bir aşırı zengin yüzde doksan dokuzu yoksulluk sınırında
sürünen halk kitleleri düzeyinde haksız ve adaletsiz yeni bir sömürge
düzeni ortaya çıkartılmıştır . Bir avuç süper zengin dünya ekonomisini
kontrol altına alırken , süper zenginler bir an önce kendi evrensel
imparatorluklarını oluşturabilmek üzere ulus devletleri baskı altına
almakta ve yoksul kitlelerin küresel sermayenin denetimi altındaki medya ve
basın organları ile de etnik ve dinsel kışkırtıcılık yaparak , dünya
halkları iç çatışmalara ve hesaplaşmalara doğru sürüklenmektedir . Çeyrek
asır boyunca bu doğrultuda oynanan oyunların sonuna gelinmiştir Küresel
sermayenin merkezi konumunda olan New York’ta başlatılan %I e karşı
%99 tepki hareketi ,kısa bir zaman dilimi içinde bütün dünya ülkelerine
yayılarak zenginlerin aşırılaşmasına karşı küresel tepkinin
örgütlenmesinde başlangıç noktası olmuştur . Dünya halkları kapitalizmin
kalesine karşı isyan ederken , geleceğin süper gücü olmaya çalışan Çin’e karşı
da , Hong-Kong adasındaki yoksullar da benzeri bir tepki hareketini
örgütleyerek %ı e karşı %99 un haklı direnişini gündeme getirmişlerdir .
Asya ve Afrika ile Latin Amerika’nın bütün geri kalmış ülkelerinde yavaş yavaş
uyanmaya başlayan yoksul halk kitleleri , küresel emperyalizmin
dayattığı süper emperyalizmin faşizmine karşı tepki göstermeye
başlamışlardır . Şirketler ile devletler arasında başlayan çekişme ,daha
sonraki aşamada milletler ile ümmetler arasındaki ayrışmaya dönüşmüş ve
günümüzde yeni bir siyasal gündemin ortaya çıkmasına neden olmuştur . Şirketler
büyürken devletler küçülmüş yeni cemaatlar ortaya sürülürken milletler ortadan
kaldırılarak ümmetler dönemine geri dönüş körüklenmiştir .
Dünya ticaret Örgütü üzerinden küresel egemenlik kurmak
isteyen batı kapitalizmine karşı Çin ve Rusya’nın öncülüğünde bir karşı
hareket örgütlenmiş , Brezilya ve Hindistan gibi dev ülkelerin katılımı
ile küresel sermayenin batı kapitalizmi üzerinden bütün dünyaya yaymak
istediği egemenlik düzenine karşı BRİC ülkeleri dayanışması yeni
bir alternatif olarak öne çıkmıştır . Dolar milyarderleri aracılığı ile
süper zenginlerin azınlık egemenliğini dayatan küresel
sermaye, Dünya Ticaret Örgütünü kullanırken , var olan devletler de
Birleşmiş Milletler çatısı altında bu gidişe karşı duvar
oluşturmak üzere, dört büyük devletin öncülüğünde BRİC örgütlenmesi
yeni bir alternatif arayış olarak ortaya çıkmıştır . Küreselleşme döneminde son
derece haksız,adaletsiz ve eşitsiz bir duruma sürüklenen insanlığın kitlesel
tepki gösterme noktasına geldiği aşamada , küresel sermayenin yeni terör
örgütleri kurdurarak yaygın terör uygulamaları üzerinden insanlığı yeni
bir cihan savaşına sürükleyerek , tüm insanlığın küresel sermayenin dünya
imparatorluğuna karşı çıkmasını önlemeye çalıştığı görülmektedir .
Uluslararası tekellerin ve silah şirketlerinin yönlendirmesi altında
etkinlik gösteren terör örgütlerinin bütün dünya ülkelerinde etnik
çatışmalar yarattığı ve giderek büyük bir din kavgasını körüklediği yeni
aşamada , küresel bir kaosa sürüklenmemek için ,hala ayakta olan ve
yıkılmayan ulus devletlerin bir şeyler yapmasına ihtiyaç vardır .Küresel
sermayenin Dünya Ticaret Örgütünü ve Dünya Bankasını ve Uluslar arası
Para Fonunu kullanarak evrensel diktatörlük kurması girişimlerine
karşı çıkması gereken ulus devletlerin , yeniden yapılandırılacak
Birleşmiş Milletler çatısı altında güçlü bir dayanışma içerisine
girerek ,süper emperyalizme karşı bir uluslar arası dayanışma
düzeni oluşturmaları evrensel barış açısından zorunlu görünmektedir .
Birleşmiş Milletler çatısı altında yeni uluslar arası örgütlenmelere gidilmesi
, tekelci şirketlerin önünün kesilmesi açısından zorunlu görünmektedir .
Batı kapitalizminin yönetimi altındaki Dünya Bankasına karşı Birleşmiş
Milletlere bağlı bir İnsanlık Bankası kurularak ,daha adil bir ekonomik
düzene geçilebilir . Batı kapitalizminin bekçisi konumundaki Nato , Birleşmiş
Milletlere bağlanarak bir Dünya Ordusuna dönüştürülebilir ve böylece batı
blokunun dışındaki büyük güçlerin süper ordular kurarak üçüncü dünya savaşını
tırmandırmaları önlenebilir . Dünya Ordusu ,Birleşmiş Milletler genel kuruluna
katılan bütün devletlerin ortak kararı ile hareket edeceği için ,batılı
kapitalistlerin sömürü düzenleri için savaş çıkartmalarına izin verilmeyecek ve
bu örgütün sermayenin bekçisi olması önlenerek, dünya barışının kurulmasında
evrensel bir güvenlik şemsiyesi olarak çalışması sağlanacaktır.
Her ülkede görülen alt kimlikçilik ve bu doğrultuda
geliştirilen etnik ve dinsel kökenli sosyal çatışmalara , Atatürk Cumhuriyeti
de sahne yapılmaya çalışılmaktadır . Dünyanın merkezi coğrafyasındaki
merkez ülke olan Türkiye Cumhuriyetinin ,Vatikan merkezli Hrıstıyan Avrupa
emperyalizmi ile İsrail merkezli Siyonist emperyalizm arasında
tarihte olduğu gibi yeni bir çekişme alanına dönüştüğü görülmektedir .Avrupalı
emperyalistler Avrupa kıtasından bölgeye müdahale ederlerken , İsrail’in
arkasındaki küresel emperyalistler de Atlantik ötesinden, Amerikan
devletinin gücünü ve ordusunu kullanarak müdahale etmeye çalıştığını artık
herkes görmektedir . Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarından gelen bin yıllık
devlet geleneğinin bu topraklardaki temsilcisi olarak Türkiye Cumhuriyeti
,dünyanın yeniden yapılanması sırasında hem ulusal kurtuluş
savaşından gelen kazanımlarını korumak hem de yeni bir dünya düzeni
kurulurken , Türk devlet geleneğinin birikiminden yararlanarak kendi
ulusal alternatifini ortaya koymak zorundadır . Aksi takdirde gayrimüslim
çevrelerin temsil ettiği Büyük Orta Doğu, Büyük Avrupa ,Yeni Bizans ve de Büyük
İsrail projelerinin ya taşeronu ya da uygulama alanı olmak gibi ,büyük
bir değişim zorlaması ile Türk devleti karşı karşıya kalmaktadır . Selçuklu ve
Osmanlı tarihinde sürekli olarak Türkler ve Müslüman halk kitleleri dünya
ticaret yollarını güvence altına almak doğrultusunda savaştıkları için ,Türkler
iki büyük imparatorluk kaybetmişlerdir .Bugün onların mirasçısı olan
Türkiye Cumhuriyeti de benzeri bir akibete doğru sürüklenmeye çalışılmaktadır .
Bizans döneminden kalma bir doğrultuda merkezi coğrafyadaki ticaret
gayrimüslimlerde olduğu için Türkiye’nin ve merkezi bölgenin süper zenginleri
de , yeni Bizans ya da Büyük İsrail hedefleri doğrultusunda bu
alanda küresel sermayenin kontrolu altında bir merkezi federasyon
oluşturma çabası içerisindedirler . Son yıllarda Anadolu’dan kaynaklanan İslami
tepki yüzünden sahil kesimlere sığınan lövanten kesimler ,
Türkiye Cumhuriyetinin eyaletlere bölünmesi doğrultusunda açıktan
bölücülük yaparak , ülkenin değişik kökenden gelen halk kitlelerini etnik
çatışmalara ya da iç savaş senaryolarına doğru zorlamaktadırlar . Dünyanın diğer
ülkelerinde olduğu gibi , Türkiye’nin süper zenginleri de, küresel
sermayenin yönlendirmesi doğrultusunda içinde yaşadıkları ulus devletin
bölünmesinden yana bir tavır almaktadırlar.Var olan devlet düzenlerinin
getirdiği yasal düzenlemelerden kurtulmak isteyen süper zenginler ve tekelci
şirketler , kendi denetimleri altındaki medya organları ile sürekli bir biçimde
alt kimlik kışkırtıcılığı yaparak ulus devletlerin bölünmesinde önemli rol
oynamaktadırlar . Zenginlik gayrimüslimlerin elinde toplandıkça , zenginlerin Yeni
Bizans ya da lövantenlerin yeni Levant arayışları ile
Musevilerin Roma İmparatorluğuna karşı , Akdeniz de kurulacak
bir Kudüs İmparatorluğunu , Büyük İsrail biçiminde ortaya çıkarma
doğrultusunda bölücülük girişimleri daha da öne çıkmaktadır .
Küresel sermaye Amerikan devletini ve ordusunu kullanarak
yeni bir sömürge imparatorluğu peşinde koşarken , geçmişten gelen dünya
düzenini alt üst etmiştir . Sermayenin imparatorluğu için yoksul halk
kitlelerinin birbirini boğazlamasına giden yollar, hem kışkırtılmış hem de
çeşitli siyasal senaryolar halinde , farklı ülkelerde ve bölgelerde
sahneye konulmuştur . Soğuk savaş dönemi sonrasında insanlığın gelmiş olduğu
nokta, eskisine oranla daha dengesiz ve eşitliksizlikçi olduğu için
,sermayenin imparatorluğu yerine bütün halkların kardeşçe kaynaştığı barışçı
bir yeni dünya düzenine olan gereksinme her geçen gün daha da artmaktadır
. Gelinen yeni aşamada zengin düşmanlığı yapılmadan , süper zenginlerin küresel
sermaye imparatorluğu doğrultusunda kendi ülkelerinde bölücülük yapmalarının
önlenmesi gerekmektedir . Küresel sermaye kendi denetimindeki medya ile
etnik,dinsel ve kültürel farklılıkları bölücülük çizgisinde
kullanarak ulus devletleri bugüne kadar ortadan kaldıramamıştır .Çeyrek
asırdır devam eden şirketler ile devletler arasındaki savaşı devletler
kazanmıştır . Bu yüzden, küresel sermaye bir üçüncü dünya savaşı arayışını
tırmandırmaktadır Ulus devletler bulundukları bölgelerde, komşuları ile
bölgesel güvenlik örgütlenmelerine giderek bölgesel barışı öncelikle sağlamak
durumundadır. İkinci aşamada ise Birleşmiş Milletler çatısı altında dünya
devletlerinin küresel dayanışması sağlanarak , kalıcı bir dünya
barışı uluslar arası güvenceye kavuşturulmalıdır . Ham madde kaynakları ile dünya
pazarlarını bütünüyle ele geçirmek isteyen küresel sermayenin yerli ortakları
konumundaki süper zenginlerin bölücülüğü , ülkelerdeki milli
sermaye kesimlerinin bir araya gelmesiyle önlenebilmelidir . Süper zenginler
bölücülük yaparken , milli sermaye sahiplerinin ve bunlara bağlı kesimlerin de,
yeni bir ulusalcılık rüzgarı estirerek var olan ulus devlet
yapılanmalarını koruyacak girişimlere ihtiyaç her geçen gün artmaktadır . Ulus
devletlerin çökertilmesiyle hedeflenen kaos ortamının önlenebilmesi
ve her devletin kendi ülkesindeki kamu düzenlerinin korunması için,
hem devletlerin milli programlar ile toparlanması hem de ulus devletlerin kendi
bölgelerindeki komşularıyla ortak bir dayanışma ve güvenlik örgütlenmesine
gitmesi gerekmektedir .Silah şirketlerinin terör örgütleri üzerinden
üçüncü dünya savaşını gündeme getirmesi acilen önlenmelidir .Önümüzdeki
dönemde zenginlerin bölücülüğünü ,ulus devletlerin örgütleyeceği
yoksul halk kitlelerinin kardeşlik dayanışması sayesinde önlemek mümkün
olacaktır .