4 Aralık 2019 Çarşamba

TÜRKLERE YAPILAN SOYKIRIMLAR



ANKARA   KALESİ

 T Ü R K L E R E   Y A P I L A N    S O Y K I R I M L A R
Prof.Dr. ANIL ÇEÇEN
          
 Prof.Dr. A N I L    Ç E Ç E N

            2015   yılına doğru  günler ilerlerken, yeniden soykırım kavramı  Türk kamuoyu önüne getirilmekte ve , uluslar arası bir insanlık suçu olan bu kavram üzerinden Türk devleti yargılanmaya ve suçlanmaya çalışılmaktadır
Bir asır önce tarihsel süreç içerisinde  ortaya çıkmış olaylar üzerinden Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu dünya kamuoyu önünde zor durumlara düşürülmeye çalışılmakta ,o tarihte var olmayan  ve ancak ikinci dünya savaşı sonrasında tanımlanarak ortaya konulan soykırım  kavramı üzerinden , dünyanın merkezi coğrafyasında var olan Türk varlığı toplu  bir  mahkumiyete  doğru sürüklenmeye çalışılmaktadır . 
Olayların gündeme geldiği tarihte var olmayan bir kavram üzerinden  , Türklere yönelen bu haksız girişimler ,dünya siyaset tarihinde  ibretlik bir olay olarak öne çıkmakta ve böylesine çelişkili bir duruma dayanılarak ,yüz yıl sonra bir asır önceki olayların hesabı görülmeye çalışılmaktadır . Böylece , Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru ilerlerken , bir yandan da geçmişin hesaplaşması içine çekilmek istenmekte ve böylesine büyük bir hesaplaşma üzerinden Türk devletinin yüzüncü yıl dönümüne ulaşması engellenmeye çalışılmaktadır  Türkiye hiç de hak etmediği bir olumsuz durum  ile karşı karşıya bırakılarak  ,yüzüncü yıl dönümüne doğru tasfiye edilmek istenmekte ve böylesine bir siyasal komplo için de 1915 olayları kullanılarak mahkumiyet gerekçesi haline getirilmek istenmektedir .
            Birinci dünya savaşı yıllarında  Doğu Anadolu’da yaşanan olaylar bir soykırım değil , yıkılan bir imparatorluğun topraklarında Müslümanlar ile Hristiyanların kendi devletlerini kurma çabalarının  doğal bir sonucu idi . 
Öncelikle Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sürecinde yıkıldığı  için ortaya çıkan devletsizlik ortamında herkes kendi devletini kurmak istemiş , Orta Doğu’ya gelen Fransızların ve kuzeyden Kafkasya’ya inmiş olan Rusların kışkırtma ve destekleri ile silahlanan Ermeni kökenli insanlar  Doğu Anadolu topraklarında bir Büyük Ermenistan devleti kurmak istemişlerdir .Bu  doğrultuda , Türk ve Müslüman kökenli Osmanlı ahalisinin yaşadığı köylere ve ilçelere  Emeni çeteleri ,komitacı subayların nezaretinde saldırılar düzenleyerek  binlerce Türk ve Müslümanın  yok yere yaşamlarını kaybetmelerine neden olmuşlardır . 
Osmanlı İmparatorluğu dünya savaşı sırasında kendisini kurtarmaya çabalarken , devletin arkasında kalan geri topraklarında geleceğin Kafkasya ve Orta Doğu bölgeleri için çeşitli çekişmeler yaşanmış , Fransızlar ile Ruslar Ermenileri kullanarak bu bölgelerde etkinliklerini artırmaya çalışırlarken , Almanlar  Osmanlılara bir Kafkas Müslümanları ordusu kurdurarak ,Ruslara ve Ermenilere karşı bir çıkış yapmaya çalışmıştır . 
Ne var ki , daha sonraki dönemde bir dünya egemenliğine kalkışacak olan Amerika Birleşik Devletlerindeki  kapitalist ve Siyonist lobilerin destekleri ile Kızıl devrim gerçekleştirilince , Sovyetler Birliğinin müdahaleleri ile eski Osmanlı  hinterlandının geleceği bu yeni yapılanmaya paralel olarak gelişmiş  ve ortaya bugünkü harita çıkmıştır . 
Tamamen dünya savaşından kaynaklanan  ve yıkılan imparatorluğun eski toprakları üzerinde emperyal güçlerin çekişmesi yüzünden gündeme gelen karşılıklı  çatışma olaylarını  bir soykırım olarak nitelemek mümkün değildir . Tarafların karşılıklı olarak kendi devletlerini kurma çabası içerisine girdikleri aşamada yaşanan sıcak çatışmalar eski deyimi ile muketele olarak tanımlanabilmekte ve bu da karşılıklı çekişmelerin adlandırılması olarak gerçeği yansıtmaktadır . İkinci dünya savaşı sonrasında kabul edilen  soykırım kavramı ise , bir etnik topluluğun kendisinden daha büyük bir topluluk tarafından zor ve güç kullanılarak yok edilmesi anlamına gelmektedir . Burada böylesine bir durum hiçbir biçimde söz konusu olmamıştır . 
Türkler ve Müslümanlar savaşarak kendilerini korumuşlar ve daha sonra da bağımsız devletleri olarak Türkiye Cumhuriyetini ilan etmişlerdir .
            Misakı  Milli sınırları içinde  Türk devleti ilan edilince , Doğu Anadolu Ermenilerinin bir kısmı ülkeyi terk ederek güneye doğru inmişler ve bu siyasal göç hareketinin sonucunda bir kısım Ermeni Suriye’ye yerleşmiş , bir kısmı da  Akdeniz limanlarından gemilere binerek  Fransa,Amerika Birleşik Devletleri ile bazı Latin Amerika ülkelerine gitmişlerdir . 
Birinci Dünya Savaşı sürecinde  koskoca bir Sovyetler Birliği doğu bloku olarak örgütlenip batı blokunun karşısına çıkınca , Rusların sıcak denizlere inmesini önleyecek derecede güçlü bir devlete merkezi alanda gereksinme duyulmuş ve bu nedenle batılı ülkeler , ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyetini doğu blokuna karşı bir tampon devlet olarak tanımışlardır . 
I915 olaylarına rağmen ve Ermeni lobilerinin büyük engellemelerine karşılık , dünyanın önde gelen büyük devletleri  Lozan Antlaşması sırasında  Türkiye Cumhuriyetini bağımsız bir devlet olarak resmen tanımışlardır . Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Ermeni grupları ise daha sonraki yıllarda gittikleri ülkelerde güçlü lobiler oluşturarak ,Türkiye aleyhine harekete geçmişler   ve Türk devletini  haksız yere  soykırım suçlusu ilan ederek  geçmişten gelen çekişmelerini sürdürmek istemişlerdir . Onların atalarının intikamını almak için sürekli gündemde tuttukları bu gibi girişimleri yüzünden soykırım  suçlamalara dinmek bilmemiş ve Türkler böylesine ağır bir suçlama ile  karşı karşıya bırakılarak  Türk devletinin üniter yapısının bütünlüğü bozulmaya çalışılmıştır . Batının önde gelen emperyalist devletleri  Türkiye’nin üzerine gelirken, her fırsatta bu soykırım sözcüğünü öne çıkarmışlar ve haksız yere Türkleri suçlayarak Türk devletinden yeni tavizler elde edebilmenin yollarını aramışlardır .
            Ne var ki , dünya tarihi incelendiği zaman gerçek soykırıma uğrayanların Türkler olduğu  ortaya çıkmakta ve böylece batılı emperyalistlerin   ve onların bu bölgedeki işbirlikçisi konumundaki Ermenilerin tamamen haksız oldukları anlaşılmaktadır . 
Yıkılan devletin altında kalmama çabaları yüzünden yaşanan  1915 olayları bir yana bırakılırsa , dünya tarihinde yaşanan bir çok üzücü olayın kurbanı olarak Türklerin öne çıktıkları ve bir çok haksız girişim yüzünden  çok büyük insan kaybına uğradıkları görülmektedir . 
Orta Asya steplerinde dünya sahnesine çıkan Türkler ,önce bulundukları bölgede daha sonra da göçler yolu ile  doğu,güney,kuzey ve batı Asya toprakları üzerinde bir çok devletler  kurmuşlar ve bu yüzden de tarihin her dönemecinde sıcak  çatışmalarla dolu  dönemlere sürüklenerek kitlesel soykırımların mağdurları konumuna düşmüşlerdir .
Türkler göçebe bir yaşam düzeni içinde at sırtında bir çok bölgelere gittikleri için ,sürekli olarak bir bölgede Çin gibi kalıcı bir devlete sahip olmamışlar ama her gittikleri yeni bölgelerde zamanla kendi devletlerini kurarak bir egemenlik düzeni içinde yaşamlarını sürdürme olanağını ellerinde tutmuşlardır . 
Gittikleri bölgeleri ele geçirirken sahip oldukları toplumsal ve askeri güçleri sayesinde bir devlet  düzeni oluşturma şansını elde etmişler ,ne var ki zamanla devlet düzeni içerisinde  hanedan kavgaları ya da  taht çekişmeleri yüzünden kurdukları devletlerin önce  bölünmesine ve  daha sonra da  giderek yok olmasına sebep olmuşlardır . 
Bu tür nedenlerle Türk devletleri zayıflama ya da ortadan kalkma aşamasına geldiklerinde ,  Türk toplulukları büyük baskı ve saldırılar ile karşı karşıya kalmışlar , Türk devletlerinin eskiden egemen olduğu bölgeleri ele geçiren yeni devletler Türk topluluklarına karşı açık bir saldırı ve toplu katliam girişimlerini gündeme getirerek , açıkça Türklere karşı soykırım suçunu işlemişlerdir . Ural-Altay kökenli Türk topluluklarının bazıları da kendi aralarında rekabete girerek , hanedan savaşlarına yönelmişler ve böylesine savaşlarda da gene çok büyük insan kaybına yol açan toplu soykırım örneklerine rastlanmıştır . Bir anlamda Türk tarihi hem egemenlik çekişmeleri , hem de bu doğrultuda ortaya çıkan çatışmalar yüzünden karşılaşılan toplu katliam ya da soykırım örnekleri ile dolu geçmiştir .
            İnsanlık tarihi  incelendiğinde, etnik topluluklar kadar  dinler arasında da uzun süren savaş dönemleri yaşandığı ortaya çıkmaktadır .İlk tek tanrılı din olarak Yahudilik ortaya çıkmış , daha sonra hrıstıyanlık  Milat dönemecinde gündeme gelince , önce bu iki din arasında büyük bir çekişme ve çatışma yaşanmıştır . Üçüncü tek tanrılı din olarak  Müslümanlık gündeme gelince ,  yaklaşık olarak on beş asırdır bu iki büyük din  mensupları arasında uzun süreli savaşlar yaşanmıştır . Önce İspanya ve batı Avrupa’da ,daha sonraları da Avrupa kıtasının doğu kısmında Müslüman-hırıstıyan çatışmaları sürekli olarak devam etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu bu yüzden  yedi yüzyıllık bir tarih diliminde sürekli olarak savaşmak zorunda kalmıştır . İspanya’daki Endülüs  İslam devleti Hırıstıyan orduları tarafından yıkılınca ,çok büyük katliam olayları yaşanmış ve böylece daha sonraları soykırım olarak adlandırılan topluca yok etme  girişimleri başlamıştır . Müslümanlar ile Yahudilerin İspanya’dan kovulmaları  sırasında aynı zamanda büyük katliamlar yapılmış ve Hırıstıyan fanatizminin bu ilk örnekleri  Müslümanları  soykırım suçunun ilk mağdurları haline getirmiştir . Avrupa kıtasında Endülüs sonrasında tam bir Katolik faşizmi yaşanmış ,orta çağ denilen bin yıllık  karanlık  dönemde Vatikan önderliğinde bir dinsel fanatizm kıtanın üzerine çöreklenmiştir . Orta çağdan çıkarken , gündeme gelen Protestanlık akımı mensuplarına ise , Katolik faşizmi her fırsatta topluca yok etme girişimlerine kalkışmış ,bu yüzden Avrupa tarihi sürekli olarak dinler çatışması olarak  geçmiştir .Böyle bir Avrupa’ya karşı merkezi coğrafyada ortaya çıkan bir büyük Türk devleti olarak Osmanlı İmparatorluğu yeni bir dünya dengesi oluşturmaya çalışmış ve Osmanlı gücünün Macaristan’a hakim olduğu bir aşamada Protestanlık Katolik klisesinin baskı ve toplu katliamlarından kurtularak yaşama şansını elde etmiştir . Osmanlılar Protestanlara yardım ederken , Vatikan da , İran’da Şiiliği destekleyerek  Türk imparatorluğunu arkadan vurmaya çalışmıştır .      
                İslam gücünü temsil eden  Osmanlı zayıflayınca  ,Vatikan’ın yönlendirdiği   Hrıstıyan orduları tıpkı Endülüs devleti gibi  Osmanlılara Avrupa kıtasından kovmağa yönelmiş ve bu yüzden  ondokuzuncu asır boyunca , Osmanlılar’a karşı savaşı örgütlemiştir .Savaşların öncesinde ya da sonrasında Türklere karşı her dönemde çeşitli baskınlar yapılmış ve bu baskın girişimlerinin doğal sonucu olarak kitlesel katliamlar Türklere yönelik olarak birbirini izlemiştir . Osmanlı sınırları içerisinde altı asır boyunca yaşayan Balkan yarımadasındaki  ülkeler sahip oldukları Müslüman ve Türk kimliklerini koruyabilmek üzere büyük mücadeleler vermişler ama  , Avrupa’nın Hrıstıyan ordularının toplu katliamlarından Osmanlı ahalisini kurtaramamışlardır . Bütün Avrupa kıtasını Vatikan’ın komutasında bir Hrıstıyan dünyasına dönüştürmek isteyen  Katolik faşizmi ,  Müslümanlar ile beraber Yahudileri de hedef tahtasına oturtunca , katliamlar birbiri ardı sıra gelmiş ve çok ciddi bir soykırım süreci Osmanlı devletine karşı dayatılmıştır . Osmanlı’nın son yüzyılı , Türklerin ve Müslümanların Avrupa kıtasından atılma dönemi olmuş ,bu süreçte Balkan yarım adası  çok kanlı katliam ve soykırım olaylarının gerçekleştirildiği bölge haline gelmiştir . Bu yüzden , ikinci dünya savaşı sonrası dönemde gündeme getirilmiş olan soykırım suçunun esas faili olarak , Türklere ve Müslümanlara sürekli olarak toplu katliam uygulayan  Avrupa kıtası ve bu kıtanın emperyal  Hrıstıyan devletleri olmuştur . Kendi içinde büyük bir rekabete yönelen Avrupa kıtasının büyük ulus devletleri ,hegemonya mücadelesinde öne geçebilmek üzere , merkezi coğrafyaya yöneldiği zaman  Balkan bölgesindeki Türk ve Müslüman varlığını temizlemek üzere doğrudan katliamlara yönelerek , soykırım suçunun gerçek anlamda ilk örneklerini ortaya koymuştur . Osmanlı devletinden kopan küçük Balkan devletçikleri , Batı Avrupa’nın büyük emperyal devletlerinin bölgedeki işbirlikçisi olarak , Türklere ve Müslümanlara karşı yürütülen soykırım suçunun hem ortağı hem de faili olarak bir çok toplu katliam olayının kahramanı haline gelmişlerdir . Osmanlıların Avrupa kıtasından sürülmeleri , insanlık tarihinin en önemli soykırım suçları ile dolu ve ders alınması gereken  bir acı süreçtir .
            Türklerin Avrupa  kıtasındaki geçmişleri , Osmanlılara karşı yapılan soykırım örnekleri dolu olduğu gibi , Asya kıtasında da benzeri soykırım saldırıları gelip gene Türkleri bulmuştur . Çinliler , büyük Çin seddini Türklere karşı yaptıkları gibi , Çin bölgesinde yaşayan Türkleri geri püskürtmek üzere çeşitli toplu katliam girişimlerini örgütlemişlerdir . Çin topraklarında birdönem çeşitli devletler kurmuş  olan Türkler , Çinlilerin  bölgeye egemen olmaları  döneminde bir çok saldırı ve toplu katliam olayı ile karşılaşmışlardır .Benzeri bir olumsuz süreç ,Babür İmparatorluğu sonrasında Hindistan’da yaşanmış ,bu ülkede Gazneliler ve Karahanlılar devletleri döneminde gelerek yerleşen Türk asıllı toplulukların  geri gönderilmeleri doğrultusunda  ,hem Hintlilerin hem de bu bölgede  Babür İmparatorluğu sonrasında  egemen olan İngiliz manda yönetiminin uyguladığı bir çok toplu katliam olayı Türklere karşı gerçekleştirilmiştir . İngilizler Hint yarımadasına tam anlamıyla egemen olmağa yöneldiklerinde geçmişten gelen  Türk hegemonyasına tam olarak son verebilmek üzere son kalan Türk topluluklarının bütünüyle yok edilmelerine  yönelmiştir . Çin gibi Hint bölgesi de Türklere yönelik soykırımların uygulandığı bir bölge olmuştur . Türklerin anavatanı olan orta Asya topraklarını çevreleyen bütün bölgelerde , Türk topluluklarına yönelik toplu katliamlar uygulanmıştır . Özellikle Doğu Türkistan Çin faşizminin en yoğun uygulandığı alan olarak öne çıkmış ve Uygur Türklerinin anavatanı olan Doğu Türkistan  Çin’in Sincan eyaletine dönüştürülürken , Türk asıllı Uygurların tamamı temizlenmek istenmiştir . Ondokuzuncu asırda başlayan Çin saldırıları  Uygurların anavatanını bir Çin eyaletine dönüştürmeyi hedeflemiş ve bu yüzden de milyonlarca Türk asıllı  Uygur insanı  toplu katliamlara maruz kalmışlardır .
            Türklerin uzun süreli devlet kurduğu geniş alanlardan birisi de Kuzey Asya bölgesidir . Asya ile avrupqa’nın kesişmiş olduğu Avrasya bölgesinde bugün uçsuz bucaksız topraklara sahip olan Rusya Federasyonu eski Rus Çarlığının bugünkü temsilcisi olarak dünyanın altıda bir topraklarına hükmederken ,eskiden Türklerin büyük imparatorluklar kurmuş olduğu bu coğrafyadaki Türk boyları ve topluluklarına karşı yok edici bir toplu katliam politikasını kararlı ve istikrarlı bir doğrultuda uygulamıştır . Finlandiya’dan Kore ve Japonya’ya kadar uzanan Türk asıllı topluluklar coğrafyasının bugünkü  sahibi olan Rusya Federasyonu ,gene eski Çarlık yönetiminin katı ve acımasız  yok edici politikalarını Türk ve Müslüman asıllı topluluklara karşı uygulayarak  soykırım suçunun şampiyonluğunu yapmaktadır . Özellikle Bosna’da  Hrıstıyan Sırpların Müslüman Boşnaklara karşı uyguladığı soykırım suçunu geride bırakır bir doğrultuda ,Ortodoks faşizminin kararlı bir uygulayıcısı olarak Müslüman  Çeçenlere karşı toptan yok etmek üzere  tam anlamıyla bir soykırım suçunu gerçekleştirmiş ,ve bu yüzden yarım milyon  Çeçen asıllı insanın soyunu kırıp dökerken ,toplu katliam uygulamalarının şampiyonluğunu da kimselere bırakmamıştır . Rusya tarihi geriye dönük incelendiği zaman , Rusların , Hazar Türklerinin ülkesini ele geçirirken , bütün Türk ve Müslüman asıllı topluluklara karşı toplu katliamlara yönelerek bölgeyi ele geçirdiği  açıkça görülmektedir . İdil-Ural bölgesinde  yaşamlarını sürdüren Türk boyları olarak Tatarları,Başkurtları ve  Çuvaşları  Birinci Dünya Savaşı sırasında aç bırakarak ölmeğe mahkum eden  Rusya ,ele geçirdiği bölgelerde yok edemediği Türk ve Müslümanları  Orta ve Doğu Asya’ya zorla sürerek soykırımın bir başka türünü de gerçekleştirmekten uzak kalmamıştır .Birinci Dünya Savaşı sonrasında ,Sovyetler birliği olarak bütün Atom denemelerini Türk toprakları üzerinde gerçekleştiren Rusya ,böylece Türk boylarını Nükleer bir ölüme sürükleyerek soykırım suçunun farklı bir örneğini de gündeme getirmiştir . Rusya Federasyonu içinde  varlığını sürdürmekte olan Türk Cumhuriyetlerinin hepsine karşı ikinci sınıf insan muamelesi yürütülürken , Komünizmin getirmiş olduğu baskıcı faşist uygulamaların bütün kurbanları Türkler arasında çıkmıştır . İdil,Ural halklarıyla beraber Kafkasya Müslümanları da , Türklere karşı  kararlı bir biçimde uygulanan faşizmin kurbanları olmuşlardır .
             Asya kökenli Türk toplulukları bu büyük kıtanın her bölgesinde toplu katliamların ve soykırım uygulamalarının kurbanları olmaktan kurtulamamışlardır . tarihte çok büyük devletleri bu büyük kıtanın çeşitli bölgelerinde kurmuş olan Türkler , daha sonraki dönemlerde  varlıklarını  Rusya ya da Çin gibi bir büyük devlet yapılanmasının çatısı altında güvence altına alamadıklarından dolayı , her dönemde ve her bölgede toplu katliamların hedefi olmuşlardır . Zamanla çöken ve yıkılan Türk devletlerinin kalıntısı olarak belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürme mücadelesi veren Türkler ,daha sonraki aşamalarda ortaya çıkan başka büyük devletlerin hedefi olmaktan kurtulamamışlar ve bu yüzden de sürekli bir soykırım mağduru konumunda kalmışlardır . Atlas okyanusundan Pasifik okyanusuna kadar uzanan çok geniş bölgede tarihin her döneminde çeşitli devletler kurmuş olan Türkler  ,zamanla yıkılan devletlerinin altında kalmışlar ve daha sonra da çöken devletlerin yerini alan yeni devlet yapılanmalarının  soykırım saldırılarına maruz kalmışlardır . Asya'daki büyük imparatorluklarını kaybeden Türkler , yirminci yüzyıla doğru Rusya,Çin ve Hindistan üçgeninde   bir çok savaş ya da sıcak çatışmanın tarafı olmaya doğru yönlendirilmişler ve bunların sonucunda da çeşitli soykırım girişimleri Türklere dayatılmıştır . On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl tarihi incelendiğinde bu gibi bir çok olumsuz gelişmenin birbirini izleyerek tarih sahnesine geldiği görülmektedir . Doğu Türkistan’da Çinlilerin Türklere karşı uyguladığı sistemli ve sürekli soykırım girişimlerinin benzerlerinin Ruslar tarafından Kafkasya Türklerine karşı uygulandığı görülmekte ,Doğu Türkistan ile Azerbaycan birbirine benzer bi tür olayların fazlasıyla görüldüğü ülkeler olarak öne çıkmaktadır . Çinliler sistemli bir kürtaj siyaseti ile Uygur Türklerinin önünü kesmeğe çalışırken , bölgede Türk asıllı nüfusun yarısını  yok edebilmekte , Ruslar ise İdil-Ural bölgesi ile beraber Kırım ve Kafkasya'daki Türklerin varlığına kesin olarak son vermek üzere, her zaman askeri seferler düzenleyerek sistematik yok etme operasyonlarını  Türklerin soyunu yok etme doğrultusunda  kararlı bir çizgide  sürdürmüşlerdir .
            Büyük Selçuklu İmparatorluğunun  ön Asya’ya taşıdığı Türk toplulukları ise , Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşamlarını güvence altında sürdürebilmişlertir . Ne var ki , imparatorluğun  cihan savaşı sonrasında ortadan kalkması üzerine merkezi alana gelen İngiliz ve Fransız ordularının kararlı saldırıları ile karşılaşmışlar ve bu yüzden bir çok Orta Doğu ülkesinde Türklere karşı kararlı soykırım girişimleri gündeme getirilmiştir . İngilizler Irak’da  ve Mısır’da , Fransızlar Suriye’de  ve Lübnan’da ,İtalyanlar Libya’da  Türk topluluklarını yok etme yoluna gitmlişler ,böylece eski  Osmanlı İmparatorluğunun son kalan kalıntılarını da ortadan kaldırarak ,işgal ettikleri ülkelerde daha mutlak bir sömürgeci düzen kurmağa çaba göstermişlerdir . Savaş yıllarında İran’da da çeşitli karışıklar ve isyanların çıkması nedeniyle , İran’da ülkesinde yaşamakta olan bazı Türk topluluklarına karşı soykırım denebilecek  bazı toplu yok etme operasyonlarını gündeme getirebilmiştir .İran nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk asıllı olması yüzünden  ,bu devletin yönetiminde Türklere karşı büyük bir güvensizlik yaratmış ve bu yüzden gündeme gelen olumsuz duygular , Türk topluluklarına karşı yok edici bazı olumsuz uygulamaları öne çıkarmıştır . İran’daki olaylara benzeyen bazı girişimlerin daha sonraki dönemde Afganistan’da ,Pakistan’da ve diğer Asya ülkelerinde de   zaman zaman ortaya çıktığı görülmüş ve böylece Türkler  çeşitli Asya ülkelerinin istenmeyen adamları  haline getirilmişlerdir . Bölge devletleri arasındaki çekişmeler ya da sınır anlaşmazlıkları sırasında Türk asıllı toplulukların  öne çıkarılarak kullanıldığı görülmüş ve bu yüzden de karşı devletler tarafından  Türk  toplulukları  saldırılar ve toplu katliamların mağdurları  olma durumuna  sürüklenmişlerdir . Bir büyük Türk devletinin eksikliği yüzünden  ,Asya’nın çeşitli bölgelerinde tarihteki Türk devletlerinin uzantısı olarak kalan Türk toplulukları her zaman  için saldırı ve katliamların hedef haline gelmekten kurtulamamışlardır . Asya’daki bu olumsuz durum  ,eski Osmanlı  hinterlandı üzerinden ön Asya ve merkezi coğrafyaya da yayılmıştır .
            Türklere yönelen soykırım suçlarının en önemlisi Hocalı katliamıdır .Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında yeni bir dünya düzenine doğru  yerküre yol alırken , birden beklenmedik bir biçimde  Azerbaycan’ın Hocalı bölgesinde bir köy basılarak üç yüze yakın köylü insan  bir gecede öldürülmüş ve beş yüzden fazla insan da yaralanmıştır .   Ruslar tarafından silahlandırılmış Ermeni çetelerinin Hocalı köyünü basmasıyla gerçekleşen bu olay sonrasında küçük Ermenistan devleti kendisinden  beş kat daha büyük bir devlet olan Azarbaycan Cumhuriyetinin  topraklarının yüzde yirmisini işgal etmiştir . İki devlet arasında geçmişten gelen bir büyük sorun olan Karabağ yüzünden sürüp giden çatışma ortamında küçücük Ermenistan’ın Azarbaycan’a böylesine bir saldıraya kalkışmasında , bölgedeki Türk nüfus çoğunluğundan rahatsız olan Rusya,Fransa,ABD ve İsrail gibi devletlerin de payı olduğu daha sonra görülmüş ve bu batılı emperyal devletlerin gelecekte bir Hazar bölgesi hegemonyası için küçük Ermenistan’ın arkasında olduğu ortaya çıkmıştır . Koskoca bir Türk ve Müslüman köyünü haritadan silen bu büyük soykırım olayında  dünya kamuoyu ayağa kalkmış ama Ermenistan üzerinden bölge politikası yürüten batılı Hırıstıyan emperyal devletlerin araya girmesiyle beraber Ermenilerin Türklere karşı uygulamış olduğu en büyük soykırım olayı olan Hocalı katliamı karşılıksız kalmıştır . Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun almış olduğu beş ayrı karar ile soykırım suçu olduğu belgelenen Hocalı katliamının daha sonraki dönemde cezasız kalması insanlık açısından son derece düşündürücüdür . Bosna,Ruanda,Vietnam gibi ülkelerde yaşanan kitlesel soykırım suçlarında uluslar arası mahkemeler kurulurken , Hocalı soykırım suçu için bir mahkeme kurulmaması gene batı dünyasının Hırıstıyan kimliği  nedeniyle açıklanmağa çalışılmış ve böylece insan hakları sorunlarında her zaman olduğu gibi gene çifte standartlı bir olumsuz durum yaşanmıştır . Uluslar arası ceza mahkemesine bile gidilememiş ,Hocalı köyünü haritadan silen Ermeni çetelerine ,insanlık suçu yüzünden ceza verilememiştir .Karabağ bölgesi ile beraber Azarbaycan’ın beşte birini de Ermeni işgaline terk eden batı dünyası , Azeri Türklerinin başına gelen bu büyük faciada gereken ilgiyi göstermeyerek  dünya kamuoyunun vicdanının kanamasına neden olmuştur .
            Gelecekte Büyük İsrail’in uzantısı olarak Büyük Kürdistan ve Büyük Ermenistan devletlerini birbirlerine bağlı olarak  Orta Doğu bölgesinden Hazar bölgesine bir köprü kurmak üzere  oluşturmak isteyen batılı emperyalist ve Siyonist güçler hem Türkiye hem de Azarbaycan Türklerine yönelen çeşitli soykırım girişimlerinin dolaylı ya da açık destekçileri olmuşlardır . Hocalı katliamını görmezden gelenler daha sonraki dönemlerde “Hepimiz Ermeniyiz “ diyerek Türkiye’de de  Ermenistan’dan yana bir ortam yaratmaya çaba göstermişler,kardeş Azarbaycan’ın başına gelen bu büyük felaket ile ilgili olarak hiçbir girişimde bulunmamışlardır . Azarbaycan’da , Hocalı katliamını görmeyenler , bu ülkedeki haksız Ermeni işgalinin destekçisi olarak ,soykırımın yaratmış  olduğu olumsuz ortamı daha da derinleştirmişlerdir . Karabağ’ı Ermenistan’a bağlayarak büyük Ermenistan  Projesine dsetk sağlayan batılı emperyalist güçler  Türkiye ile Azarbaycan’ın iki kardes ülke olarak birleşmelerini önlemeye çalışmışlar ve bu doğrultuda  iki kardeşi devletin  birbirinden uzak kalması için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir . “Hepimiz Ermeniyiz “diyen batılı güçler ve onların yerli işbirlikçileri Azarbaycan’ın haklı davasına karşı çıkarak  Hocalı katliamının bir çağdaş soykırım örneği olarak dünya kamuoyunun önüne gelmesini önlemişlerdir .Türklerin içinde yaşayan Türk olmayanlar ya da Türk kimliğinden uzak duranlar  ,yabancı güçlerle işbirliğini açık bir Türk düşmanlığına kadar götürmüşler  ve bu doğrultuda Türklere yönelen soykırım benzeri ağır insanlık suçlarının karşılıksız ve cezasız kalmasına yardımcı olmuşlardır . Uluslar arası kuruluşların Birleşmiş Milletlerin üst üste almış olduğu kararlara rağmen pasif kalması ve Türklere yönelmiş olan bu büyük soykırımı önemsememeleri  hala uygar olduğunu öne süren batı dünyasının ne derece çıkarcı bir emperyal düzen içerisinde olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır .
            Türkler olmadan tarih yazılamayacağını batılı bilim adamları  her fırsatta dile getirmektedirler . Tarihin ilk dönemlerinden bu yana  Türkler tarihsel sürecin dinamik güçleri oldukları için  olumlu ya da olumsuz bir çok olayla karşı karşıya kalmışlardır . Batılı emperyalist güçlere karşı her zaman için doğu bölgesinin ve Türk dünyasının temsilcisi olan Türk devletleri tarih boyunca sürekli olarak savaşmak zorunda kalmışar ve bu doğrultuda da Türk devletlerinin uzantısı olan Türk topluluklarının başına bir çok soykırım ya da benzeri büyük katliam olayları gelmiştir . Yıkılan devletler sonrasında Türklerin geri çekilmek zorunda kaldığı bütün bölgelerde , Türk varlığına son vermek isteyen bir çok soykırım girişimi birbiri ardı sıra gündeme getirilmiştir . Bu yüzden Türk tarihi bir anlamda da  toplu katliamların tarihidir .Dünyanın orta yerlerinde bir biri ardı sıra çeşitli devletler kurmuş olan Türklerin başına bu tür olumsuz girişimlerin gelmesi de  siyasal yaşamın acımasızlığını ortaya koymaktadır . Bosna’da,Çeçenistan’da,Azarbaycan’da,Doğu Türkistan’da  ve Kırgızıstan’da yaşanan bir çok toplu katliamlar  Türklerin tarih boyunca maruz kaldığı soykırım girişimlerinin açık örnekleridir . Her katliam .bir soykırım olayı olarak tarihe geçerken , olayların geçtiği bölgelerdeki Türk topluluklarının da ya sürülmelerine ya da göçe zorlanmalarına giden yolları açmıştır . Tarihin her dönüm noktasında merkezi coğrafyaya yansıyan siyasal gelişmeler  Türk topluluklarının başına çeşitli soykırım girişimlerini beraberinde getirmiştir .
            Küreselleşme sürecinde uluslar arası tekelci şirketler bütün dünyaya ekonomi üzerinden egemen olmaya çalışırlarken , ulus devletleri karşılarına almakta ve daha küçük eyalet devletçiklerine geçiş için , ulus devletlerin çatısı altında yaşamakta olan çeşitli etnik ve kültürel toplulukları self -determinasyon üzerinden  ayrılmaya ve kendi devletlerini kurmaya doğru yönlendirmektedirler .Özellikle son dönemde bu tür girişimler çok artmış ve yeni dönemde etnik çatışmaları ulus devletlerin bölünmesine doğru zorlamıştır .Bu tür  bölücü ve parçalayıcı girişimler ulus devletlerin geleceğini tehdit etme noktasına geldiğinde ,var olan devletler ile etnik topluluklar karşı karşıya gelmektedir . İşte bu aşamada demokrasinin karanlık yüzü ortaya çıkmakta ve  etnik çatışmaları iç savaşlara doğru sürüklemektedir . Bu durumda ,ulus devletler  kendi varlıklarını koruma doğrultusunda  eskiden olduğu gibi etnik temizliğe doğru zorlanmaktadırlar . İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken yaşanan toplu katliamlar  benzeri etnik temizlik meseleleri günümüzde yeniden tartışma alanına getirilmek istenmektedir . Böylesine tehlikeli bir gidiş ,yeni Yugoslavya  gibi dağılma senaryolarını ortaya çıkarabilecektir . Tarih boyunca , toplu katliamlardan ve soykırım uygulamalarından çok çekmiş olan  Türkler ve Türk dünyası bir araya gelerek böylesine olumsuz bir yeni sürecin önüne geçmelidirler .Bir avuç  aşırı zenginin çıkarları uğruna dünya  devletleri ve halkları birbirlerini boğazlamamalıdırlar . Soykırımdan çok çekmiş olan Türkler ,bu konuda daha aktif bir tutum içerisine girerek , kültürel haklar üzerinden kışkırtılan etnik çatışmaları önleyecek yeni bir uluslar arası barış insiyatifini devreye sokabilmelidirler . Var olan devletlerin dayanışması , dünya halklarının kardeşliği ile daha farklı bir yeni dünya düzenine barış ortamı içerisinde gidilirse o zaman , Türkleri çok uğraştıran soykırım benzeri olayların önü kesilebilecektir . Soykırım gibi ağır bir insanlık suçunun bütün dünyadan kaldırılabilmesi için , her türlü soykırıma karşı yeni bir barış girişiminde Türkler Türk dünyası ile birlikte öncü olabilmelidirler . Emperyalizm tarafından dünya haritasını değiştirme doğrultusunda  yeniden gündeme getirilen etnik temizlik senaryoları da, ancak böylesine bir yeni çıkış ile önlenebilecektir . Dünya zenginliklerine el koyma peşinde koşan emperyalizmin , etnik temizlik senaryoları ile ,kendi planlarını gerçekleştirmesine  izin verilmemelidir . Etnik temizlik senaryolarının yeniden soykırım suçlarına elverişli bir ortam yaratacağı da hiçbir zaman akıldan çıkartılmamalıdır .
               

11 Kasım 2019 Pazartesi

Atatürk'ün Milli Eğitim ile ilgili politikasını uygulayabilse idik keşke!


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN EBEDİYEDE İNTİKAL EDİŞİNİN 81. Cİ YILINI ANARKEN ONU ANLAYABİLDİK Mİ?

ATATÜRK VE EĞİTİM


Prof.Dr.Nuray SENEMOĞLU

Prof. Dr. Nuray SENEMOĞLU

 Atatürk’ün, söylevlerine, gerçekleştirdiği devrimlere, ortaya koyduğu ilkelere yaşamında onunla doğrudan etkileşimde bulunma olanağına sahip olmuş kişilerin anılarına baktığımız zaman, onun çok başarılı bir asker, iyi bir politikacı, tam bir devlet adamı, nitelikli bir ekonomist, mükemmel bir yönetici ve her şeyden önce de eşsiz bir eğitimci, hatta bir eğitim bilimci olduğunu görüyoruz.

 Atatürk bir ulusun yaşamında eğitimin önemini belki de en iyi anlamış, anlatmış devlet kurucusu ve Cumhurbaşkanı idi.
Ona göre, ekonomide, sağlıkta, sanatta, sporda nerede bir problem varsa onun temelinde eğitim yatmaktadır.
Atatürk’ün eğitimle ilgili politikalarına giriş yapmadan önce Atatürk’ü yeni eğitim politikaları geliştirmeye yönelten eski eğitimle ilgili saptamalarını kısaca gözden geçirmekte yarar görülmektedir.
 Atatürk’ün eğitime ne denli önem verdiğinin bir kanıtı olarak Kurtuluş Savaşı sırasında Sakarya savaşının kokularının geldiği en zor koşulların yaşandığı 1921 Temmuzunda bir ara cepheden Ankara’ya dönerek 16-21 Temmuzunda 1. Maarif Kongresini toplamıştır. Türk öğretmen temsilcilerini bir araya getirerek o güne kadar izlenen geleneksel eğitim yöntemlerinin ülkenin geri kalmasında önemli bir etken olduğunu; ve bundan böyle ulusun gelişimini sağlayacak milli eğitim politikaları ve programı geliştirmek gereğini vurgulamıştır.
Atatürk 1923’te Eskişehir’de yaptığı bir toplantıda da geleneksel eğitimle ilgili şu saptamayı yapmıştır.
 1- İstikrarlı bir eğitim politikamız yoktur.
"Bundan önce her maarif nazırının birer programı vardı. Memleketin maarifinde çeşitli programların tatbiki yüzünden öğretim berbat hale geldi. Efendiler! Bu seyahatim sırasında görüştüğüm 25 Yıllık bir Milli Eğitim Müdürü memleketin çeşitli yerlerini dolaşmış; dediğine göre birbirine zıt birçok programlar almış, uygulamış ve uygulattırmıştır. Çünkü, hükümete gelen her nazır kendine göre bir program yapıyor, onu uygulatıyor, bir müddet sonra başka bir nazır geliyor, onu beğenmiyor, başka bir program uygulatıyordu."
2- Eğitimimizin amacı kendini, hayatı bilmeyen, her konuda yüzeysel bilgi sahibi, tüketici insan yetiştirmek olmuştur.
 Atatürk, Eskişehir’deki konuşmasını şöyle sürdürür: "Bütün bu uygulama ve programlar ne veriyordu? Çok bilmiş çok öğrenmiş bir takım insanlar, Amma neyi bilmiş efendiler! Bir takım teorileri bir takım nazariyeti sadece ezberlemiş kişiler. Amma neyi bilmemiş efendiler? Kendini bilmemiş, hayatın ihtiyacını bilmemiş, yaşamak için hiçbir şeyi bilmemiş ve aç kalmış insanlar." Ve Atatürk devam eder. "Bundan sonra eğitimde izlenecek yol, her an değişmeyen belirli çizgisi olan eğitimdir. Bu eğitimden amaç, bilgiyi insan için bir süs, uygar bir zevk olmaktan çok, maddi hayatta başarı sağlayan pratik ve işe yarar bir araç haline getirmektir. İlk ve orta öğretim, mutlaka insanlığa, medeniyetin gerektirdiği bilim ve tekniği versin, fakat o kadar pratik ve zevkli versin ki çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkum olmadığına emin olsun. Çünkü maarifin gayesi sadece hükümete memur yetiştirmek değildir."

Atatürk’e göre geleneksel eğitim kelimenin tam anlamıyla millete "Yabancı" bir eğitimdir.
Geleneksel eğitim hem kuruluş sistemi ve hem de özü yönünden milli değildir. Bu eğitim milli dil, milli tarih, milli sanat yani top yekun milli kültürün gelişmesine uygun değildir. Bu ise milli benlik duygusunun zayıflamasına yol açmıştır.
Geleneksel eğitim bütünüyle bilimsel zihniyete kapısını kapatmıştır.

Geleneksel eğitim yöntemleri yaratıcılığı engelleyici niteliktedir. Yalnızca ezberciliğe dayanmaktadır. Bu ise yapıcı ve yaratıcı yeni nesillerin yetişmesini sağlamaktan uzak bulunmaktadır.
Bu sözler hem geleneksel eğitimin bir eleştirisi hem de eğitimle ilgili yapılacak yeni düzenlemelerde dikkat edilmesi gereken ilkeler ile ilgili bir uyarıdır.
     Atatürk, eğitim politikasında iki temel hedef göstermiştir.
     1. Cehaletin yenilmesi
     2. Türk ulusunun çağdaş uygarlık düzeyine ve hatta üstüne çıkartılması.
 BU HEDEFLERE ULAŞABİLMEK İÇİN, ATATÜRK’E GÖRE MİLLİ EĞİTİM ŞU ÖZELLİKLERE SAHİP OLMALIDIR.
Sağdan soldan alınmayan ulusal gelenek ve kökümüze dayanan ulusal bir eğitim
Her şeyden evvel milli hakimiyet ve istiklalimizin değerini bilen ve onu kesinlikle korumaya kararlı bir gençliğin yetişmesine rehberlik
İnsanlığa karşı saygılı, iyi kalpli ve ahlaklı vatandaşlar yetiştirme
Tam vicdan ve fikir hürriyetine sahip ve saygılı, laik bireyler yetiştirme
Zorlama ve şiddete dayanmayan şuurlu bir disiplin anlayışı kazandırma
Kadın-erkek, ırk, din, mezhep ve sınıf farkı gözetmeden her vatandaşa fırsat eşitliği verme
Gençlerimizin fikir ve beden eğitimine önem verme
Toplumumuzun tümüne asgari düzeyde de olsa bilgi verme
Öğretimde deneye, uygulamaya, yaparak yaşayarak öğrenmeye dayanan ve hayatta geçerli bilgileri veren aktif bir öğretim sistemi uygulama
Bütün yeniliklere ve gelişmeye daima açık olan en ileri düzeyde bilgi verecek bir ders programı uygulama
Daha 20.yüzyılın ilk çeyreğinde büyük bir savaştan yeni çıkmış, halkın neredeyse tamamına yakını eğitimden yoksun, 1927 sayımına göre, okuma-yazma bilenlerin 7 yaşından yukarı çağ nüfusa oranı % 5-6 olan ve her alanda geri kalmış bir ülkede, Mustafa Kemal Atatürk engin bir uzak görüşlülükle bilim toplumunun, yani 21. Yüzyılın gerektirdiği insan tipini çizmiş ve bunu gerçekleştirecek eğitim ilkelerini ortaya koymuştur.
21.Yüzyılın bilim toplumunun gerektirdiği "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" özellikteki bireyleri yetiştirmek üzere, eğitim sistemini ezbercilikten kurtarıp yaratıcı, eleştirici, düşünme becerilerini geliştirebilecek uygulamaya dayalı bir eğitim sistemi önermiştir.
Atatürk’e göre;
"EĞİTİMİMİZ UYGULAMALI OLMALIDIR." Bu eğitim ilkesi, 20. Yüzyılda gelişmiş ülke adını alan ülkelerin eğitimlerinde benimsedikleri en önemli ilkedir. Belki de gelişmişlik düzeylerine katkıda bulunan en önemli nedendir. Uygulamaya, teknolojiye aktırılmayan, yaşamda kullanılmayan bilgi, uzun süreli bellekte yer kaplamaktan öteye geçemez. 21. Yüzyıl da bilgiyi uygulamalı olarak kazanan ve uygulamaya aktaran ülkelerin yüzyılı olacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk ise, gerek 1 Mart 1922’de, gerekse 1 Mart 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmalarında eğitimimizin uygulamalı olması gerektiğine ilişkin ilkeyi açıkça ortaya koymuştur.
1 Mart 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmalarında ;
 "Yurt çocuklarını toplumsal ve ekonomik alanlarda etkin ve verimli kılabilmek için gerekli olan ön bilgileri iş üstünde öğretme yöntemi, eğitim ve öğretimin ana kuralı olmalıdır. Orta öğretimde de eğitim ve öğretim yönteminin işe ve uygulamaya dayanması ilkesine uymak kesin olarak gereklidir." diyerek; yaparak yaşayarak öğrenmenin ve öğrenilenlerin uygulamaya, teknolojiye aktarılmasının, gerek bireyin gerekse ülkenin gelişimindeki önemini ortaya koymuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki eğitim uygulamalarında da, bireyin, ailenin, toplumun ihtiyaçları dikkate alınarak, geziye, gözleme, deneye, uygulamaya, kısacası yaparak yaşayarak öğrenmeye ağırlık verildiği görülmektedir.
1 Mart 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açış konuşmasında ise şöyle seslenmiştir:
 "Baylar, eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem, bilgiyi insan için gereksiz bir süs, bir baskı aracı ya da bir uygarlık zevkinden çok, yaşamda başarıya ulaşmayı sağlayan, işe yarar ve kullanılabilen bir araç durumuna getirmektir. Uygulamaya dayanan yaygın bir eğitim-öğretim için yurdun önemli merkezlerinde çağdaş kitaplıklar, çeşitli bitki ve hayvanları içine alan bahçeler, konservatuarlar, atölyeler, müzeler, galeriler, sergi salonları kurmak gerekli olduğu gibi ilçe merkezlerine dek bütün yurdun basımevleriyle donatılması gerekmektedir."
 Bugün ne yazık ki 21. Yüzyıla girerken eğitim uygulamalarımıza baktığımızda ise, hâlâ aktif öğrenme ve öğretme stratejilerini yerleştiremediğimizi, bu ilkeleri bazı öğretim elemanları, müfettiş ve öğretmenlere benimsetmek için büyük çaba harcamak durumunda kaldığımızı görüyoruz.
Oysa, çağdaş öğrenme ve öğretme ilkelerinin 1924 İlkokul programında yer aldığını ve Cumhuriyetin ilk yıllarında bu ilkeleri uygulama konusunda önemli bir çaba gösterildiği ve başarıldığını görmekteyiz.
MİLLİ EĞİTİMİN BU ÖZELLİKLERE SAHİP OLMASI İÇİN EĞİTİMDE ŞU İLKELERİ UYGULAMIŞTIR.
     1. Eğitim milli olmalıdır.
     2. Öğretimde birlik sağlanmalıdır.
     3. Eğitim bilimsel olmalıdır.
     4. Eğitim yaygınlaştırılmalıdır.
EĞİTİM MİLLİ OLMALIDIR
 Atatürk, Türk Milli Eğitiminde ne doğuyu ne batıyı taklit etmeyi düşünmemiştir. Doğunun ve batının eğitim sistemlerini incelemiş; zaman zaman dış ülkelerden John Dawey gibi bazı meşhur eğitimcileri ülkeye davet ederek onların görüşlerini almış; yöntemlerinden yararlanmayı istemiştir. Ancak hiçbir zaman taklitçilik, kopyacılık istememiştir. Atatürk bu konuda doğudan ve batıdan yapılacak kopya ve aktarmaları çok tehlikeli görmektedir.
Atatürk’e göre;
 "Türk eğitimi; dilde milli olacak, yöntemde milli olacak, araç ve gereçte milli olacaktır. Atatürkçü eğitimle yetişen gençler, bağımsızlığın güvencesi olacaktır. Vatan ve millet çıkarlarını her şeyin üstünde tutacak insanlar olarak yetiştirilecektir.
 "Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize öğrenim sınırı ne olursa olsun önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Dünyada uluslararası duruma göre böyle bir mücadelenin gerektirdiği manevi unsurlara sahip olmayan kişilerden oluşan toplumlara hayat ve bağımsızlık hakkı yoktur"
"Kültür tamamen milli bir konudur ve programlarımız milli olacaktır." Ancak "İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve milletin kafasına sokacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Eğitimin çağdaş kültüre dayanması; eğitimdeki millilik esasını bozmaz."
ATATÜRK EĞİTİMİ HEM MİLLİ, HEM LAİK, HEM BİLİMSEL, HALE GETİREBİLMEK İÇİN
3 Mart 1924’de Tevhid-i Tedrisat yasasının çıkarılmasını sağlamıştır.
 Ayrıca eğitimi milli hale getirip yaygınlaştırabilmek için Türkçe konuşma ve yazmaya daha uygun Yeni Türk Alfabesi 1 Kasım 1928’de uygulamaya konmuştur.
 Yukarıdakilere ek olarak dil, tarih ve kültürün milli olabilmesi için;
Türk Dil kurumunun ve
Türk Tarih Kurumunun kurulmasını sağlamıştır

ÖĞRETİMDE BİRLİK SAĞLANMALI EĞİTİM LAİK OLMALIDIR
Sistem kuramında temel ilke, amaç birliğidir, Osmanlıda eğitim genellikle dinseldir. Tanzimat ile Avrupadan batı eğitimi kısmen alınır. Bu sefer de kaynak ve uygulama yönünden eğitim ikiye bölünür. Adeta iki ayrı kafa ve ruh yetişmeye başlar. Bu ikilik zararlı sonuçlar doğurmakta, bu arada azınlık ve yabancı okullarda başka yönde eğitim yapılmakta ve okullara müfettiş girememekte, çoğu da Ermeni ve Rum çetelerine yataklık yapmaktadır.

Atatürk’ün benimsediği eğitimin, milli niteliklere sahip ve başarılı olabilmesi için her şeyden evvel öğretimde birliğin olması gerekir. 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılarak Milli Eğitimde birlik, bütünlük sağlanmıştır. Medrese ve okullar Maarif Bakanlığına bağlanmış; tekkeler, türbeler, zaviyeler kapatılmıştır. Yabancı ve azınlık okulları devlet kontrolüne girmiştir.
Böylece, daha önce mektepli ve medreseli olarak ikiye bölünmüş olan toplumun sosyal bütünleşmesi ve çağdaşlaşması, eğitimin bilimsel temellere dayalı olmasının ilk adımı atılmıştır.
Eğitimde birlik ilkesi sınıfsal, kültürel yönden farklılıkların da ortadan kaldırılmasını sağlamıştır.
     Dini eğitim kurumları ile çağdaş eğitim kurumları arasındaki ikiliğe son vererek, dine saygılı fakat laik görüşü dayalı eğitim birliği getirmiştir.
     Atatürk ülkenin bütünlüğü ve birliği açısından öğretim kurumlarının birleştirilmesi ve bir milli eğitim sisteminin uygulanmasını şu sözleri ile de ifade etmiştir.
     "Bir milletin fertleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Bu ise duygu ve fikir birliğine ve gelişim amaçlarına tamamen ayrıdır."
EĞİTİM BİLİMSEL OLMALIDIR
Atatürk eğitimin dogmalardan hurafelerden alınarak bilimsel temellere dayalı olması gerektiğini vurgulamıştır.
22 Eylül 1924’te yaptığı bir konuşmasında Atatürk "Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir. Yalnız ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve zamanla takip etmek gerekir" demektedir.
Ona göre "bilim, fen ve uygarlık insanların müşterek malıdır. Eğitimin çağdaş kültüre dayanması; eğitimde millilik esasını bozmaz.
     "Biz batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz."
Özellikle "Okullarda eğitimin bilimsel ve teknik temellere dayalı olması, öğrencilerin okullarda öğrendiklerini uyguladıkları takdirde hem okulda hem de yaşamda başarılı olacaklarını belirtmiştir.
Atatürk’ün eğitimin bilimsel yöntem ve ilkelere dayalı olması gerektiğini şu konuşması da açıkça ifade etmektedir.
     "Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim açmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen eremediğimizi; fakat asla ödün vermediğimizi akıl ve bilimi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğimi iddia etmek aklın ve bilimin gelişimini inkar etmek olur. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra benimsemek isteyenler; bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar."
EĞİTİM YAYGINLAŞTIRILMALIDIR
EĞİTİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ ve KARMA EĞİTİM SAĞLANMALIDIR.
     Atatürk’ün öngördüğü Cumhuriyet eğitimi yaygın, demokratik, halkçı bir eğitimdir. Yani bütün ulusun yetişmesini, gelişmesini ve kültürlü vatandaşlar olmasını sağlayan bir eğitimdir.
     Atatürk "Büyük Türk milleti cahillikten, az emekle, kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma,yazma anahtarı, ancak Latin esasından alınan Türk Alfabesidir.
     "Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız. Çocuklar geleceğindir. Fakat geleceği yetiştirecek ana-babalar şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirebilsinler. Bilenler bilmeyenleri toplayıp okutmayı bir vazife bilmelidirler."
     Okul dışında kalmış genç ve yaşlıların eğitimini kapsayan yaygın eğitim ve halk eğitimi kavramlarını ülkemize ilk olarak Atatürk getirmiş; halkevleri özellikle bu amaç için kurulmuştur. Yeni alfabenin kabülünden sonra Millet Mektepleri de bu planın bir parçasıdır. Ülkede var olan her imkanı halkın eğitimine yönlendirmiştir. Başta da Türk ordusu vardır. Ona göre, Silahlı kuvvetlerin en önemli görevi eğitimdir. Bu eğitim "Askeri Eğitim" den önce "Temel" ve "Genel Eğitim" dir.
Ayrıca, Atatürk Türk toplumunun ilerleyebilmesi için kadın ve erkeğin eşit esaslar çerçevesinde eğitilmeleri ve çalışmaları gerektiğini ifade etmiştir.
 Toplumdaki her bireye eğitimde fırsat eşitliği sağlanmalıdır. Eğitim, gençten ihtiyara; kadından erkeğe; fakirden zengine kadar bütün insanlarımızı içine almalıdır, demektedir.
 TÜM BU ÖZELLİKLERİN UYGULAMAYA KONABİLMESİ İÇİN İSE;
Öğretmenlerin nitelikli bir biçimde yetiştirilmesi gerektiğini
Programların çağdaş bir anlayışla bilimsel temellere uygun olarak düzenlenmesini; öğrencilerin yaparak yaşayarak zevkle öğrenmelerinin sağlanmasını ve yaşama hazırlayıcı olmasını;
Okulların çağdaş bir biçimde düzenlenmesini ve yaygınlaştırılmasını
Kütüphane ve kitapların yaygınlaştırılmasını sağlamaya çalışmıştır.
 Sonuç olarak Atatürk, eğitime, öğretmenlere büyük önem vermiş; Türkiye Cumhuriyetini çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma yolunda birincil sorumluluğu onlara yüklemiştir.
Atatürk’e göre Milli Eğitimin bu çağdaş ilkelerini yaşama geçirecek , uygulayacak kişiler öğretmenlerdir.

25 Ağustos 1924‘deki Öğretmen Birlikleri Kongresinde Atatürk öğretmenlere şöyle seslenmiştir. "Biliyorsunuz bu görüşlerin, programların kesin ve açık olması çok önemli olmakla birlikte etkili ve verimli olabilmesi onların yeterli, anlayışlı ve fedakar öğretmenlerce okullarımızda çok büyük bir özen ve istekle uygulanmasına bağlıdır. Sizin başarınız, cumhuriyetin başarısı olacaktır. Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister. İşte bu yetenekteki insanları yetiştirmek için de bu yönde vazifelerini bilen yetenekli öğretmenler yetiştirmek gereklidir. İrfan ordusunun kıymeti öğretmenlerin kıymetidir."
Öğretmenlere önemli sorumluluklar yükleyen Atatürk, öğretmenlerin durumu ve yaşam koşullarını iyileştirmek gerektiğini de unutmamıştır.
     1923’ de bu konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır.
     "Öğretmene ülkenin en ağır yükünü yükledik, ona en ağır sorumluluğu verdik. Türk milletinin geleceğini emanet ettik. Bu vazifeyi kendine hem bir meslek hem de bir ideal sayacak öğretmenler tarafından yapılmasını sağlamak için biz de bu meslekle ilgili istek ve ihtiyaçları diğer bütün mesleklerden önce sağlamalı ve öncelik sırasını bu mesleğe vermeliyiz. Bu mesleği refah seviyesi yüksek bir meslek haline getirmeli, güvence altına almalı, saygı değer mevkiine oturtmalıyız. Bizlerin yapacağı bu fedakarlık onların yaptıklarının yanında bir hiçtir."
     Bu durumda, değerli meslektaşlarım, irfan ordularının değerli elemanları acaba 21. Yüzyılda Atatürk’ün 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde göstermiş olduğu hedeflere ulaşabildik mi? Bazı hedeflere ulaşılmış olmakla birlikte, öğretmenlerin hizmet öncesi ve hizmet içi eğitimlerinde, yasalarda yer almasına rağmen öğretmenlik mesleğinin saygın bir statüye kavuşturulmasında çağdaş eğitim programları ve uygulamalarında; hedeflerin henüz çok gerisinde olduğumuzu söylemek kendimize haksızlık olmaz.
O halde, değerli eğitimciler demokratik, laik Türkiye Cumhuriyetini Atatürk ilke ve devrimleri ışığında hızlı bir biçimde çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine taşımak için acele etmeliyiz.
Elele, saygı, sevgi, özveri ve çağdaş ilkelerle Atatürk rehberliğinde, bu yüce görevimizde biz Mustafa Kemallere , biz irfan ordularına başarılar diler, saygılar sunarım.